Bir temizlik işçisinin kaleminden: “İĞDE ÇİÇEKLERİ”

3
1498

Ferhat Daşar

Ankara’nın ayazı yerini ilkbahara bırakmıştı. Siteler’de mobilya işiyle uğraşıyor, akşamları da iki arabayla yorgun argın eve geliyordum. Bir gün aklıma bir fikir geldi ve ahşaptan harfler yapmak istedim. Epey uğraş verdikten sonra düşündüğüm harfleri yaptım ama nerede ve ne için kullanacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Bu arada kurban bayramı da yaklaşmaktaydı. Babam her yıl kurban keserdi, hiç aksatmazdı. Arada yaptığım uğraşların birinde planya (marangoz makinesi) bıçağından satıra benzer bir şey yapmıştım ve bayramda lazım olur diye eve getirmiştim. Nisan ayına girmiştik, artık ağaçlar yavaş yavaş çiçeğe hazırlanıyordu.

İçim içime sığmıyordu, en sevdiğim mevsimdir ilkbahar. Çünkü uyanışı sembolize eder ve yeşilin en güzel tonları, en canlı tonları bu mevsimde kendini gösterir. Kızımın adını da bu yüzden “Bahar” koymuştum.

İşte böyle bir günün kör sabahında kapımız çalınmıştı, hem de kırarcasına… Kapıyı annem açtı, gelenler ise malumunuz polislerdi. “Arama yapacağız!” diyerek odalara dağıldılar ve sonrasında odaların halini siz düşünün. Polislerden biri elinde planya bıçağından yaptığım satıra benzer şeyle astsubaya dönerek, “Komutanım mutfakta bu saldırı aracını buldum” dedi ve satırı ona uzattı. Komutan saldırı aracını (!) aldı, şöyle bir inceledikten sonra bana bakarak, “Kim yaptı bunu?” dedi. Ben de “Ben yaptım” diyerek suçu üstlenmiş oldum güya. Başladı sormaya, “Bununla kime saldıracaktın”, “Nereyi basacaktın”… Sorular devam ederken bu sefer de askerlerden bir diğeri elinde yaptığım ahşap harflerle geldi, “Komutanım bunları da bulduk” diyerek komutana uzattı. Komutan elindeki bıçağı askere uzattı ve harfleri hayretle incelemeye başladı. “Bunu da mı sen yaptın?” “Evet” dedim. “Alın bunu” dedi ve paldır küldür aldılar beni, askeri kamyona koydular.

Büyük suç işlemiştik, cezası ağırdı. Annem dizlerine vura vura ağlıyor, komutanın sesi yükseliyordu, “Bayan kes sesini, bak seni de atarım içeri”.

Ana yüreği tabi susar mı?

Ankara Kapalı Cezaevi’nde Denizlerin idam edildiği yere yakın bir koğuşa koydular beni. Kaçıncı koğuştu unuttum. İçeri girdim, uzunlamasına bir koğuş olduğu görülüyordu. Karşıda bir televizyon duvara asılmış, karşılıklı sıralanmış ranzalar ve toplanıp rulo yapılmış yataklar vardı. Belli ki yerde yatanlar da vardı koğuşta. Oldukça kalabalıktı. Herkes “Allah kurtarsın” diyordu. Mahkumların tamamı adli suçluydu. Tek ben vardım siyasi suçlu olarak. Yaklaşık kırk gün olmuştu, Mayıs’ın ortalarıydı, gardiyan elinde bir listeyle tavanda göründü. Bu arada tavanda koğuşu boydan boya geçen ve tüm koğuşları denetleyebildikleri tel örgüyle kapatılmış boşluklar vardı. Oradan isimler okumaya başladı, bu isimler içinde ben de vardım. “Bu ismini okuduğum kişiler yarın sabah saat ona kadar hazır olsunlar, Kırşehir’e sevk edilecekler” dedi ve gitti. On beş kişiydik ve hepimiz hazırlanmıştık.

Cezaevi aracı bahçeye girdi, yatağımızı yorganımızı koyduk, araçta bizlere oturacak yer kalmamıştı. Yatakların üstüne boş kalan oturaklara tıka basa doldurdular bizi, yaklaşık üç dört saatlik yolu öylece gittik. Kan ter içinde Kırşehir’e vardık. Yaklaşık on kişi orada indirildi ve ortalık biraz rahatladı. Bizi de Kırşehir Mucur’a götüreceklerdi zaten, yarım saatlik yolumuz kalmıştı. En azından yarım saat rahat gidecektik.

Mucur Kırşehir’in şirin bir ilçesi, kapıda indiğimizde üç gardiyan karşıladı bizi. Başgardiyan yaşlı uzun boylu bıyıklı biriydi, babacan birine de benziyordu. Bir diğeri yine uzun boylu güler yüzlü biriydi. Üçüncüsü ise şişman tombul yüzlü, kırmızı benizli, işine aşık, oldukça da çetin cevize benziyordu. Hiç birinde de yanılmadığımızı ilerde öğrenecektik. İşlemlerden sonra koğuşlara dağıttılar bizi. Cezaevinin üç tarafı meyve bahçeleriyle çevriliydi ve bahçelerin etrafı da iğde ağaçlarıyla doluydu. Koğuşa girdiğimizde mis gibi iğde çiçeği kokuyordu. Henüz yeni açmışlardı, bir an özgür olmayı özledim, annemle ve kardeşlerimle olmayı o kadar çok istedim ki, bizler de sanki bir bahar dalıydık çiçeğiyle, yaprağıyla yemyeşil ama kırılmış ve koparılmış…

Derin derin nefes almaya ve iğde kokusunu içime çekmeye başlamıştım ki “Hoş geldin” sesiyle irkildim. Arkamı döndüğümde bir el uzanmıştı bana. Sıcak, içten ve samimi… “Ben Bayram” dedi. Orada tanışıp koğuşa daldık, koğuşlara da sinmişti iğde çiçeği kokusu. Diğer arkadaşlarla da tanıştıktan sonra Bayram yoldaşın yapmış olduğu yemekle karnımızı doyurduk. Bizim gurupla gelen uzun boylu kibar mı kibar, annesinin kuzusu, devrimcilere sempatiyle bakan Muzaffer arkadaşımız da vardı. Muzaffer, sağlık meslek lisesi mezunu ve laborant olarak Ankara’da çalışırken sıkıyönetim güçlerince alınmış bir tutukluydu. Onunla beraber altı kişilik bir komün kurduk, bol bol kitap okuyup şiirler yazıyorduk, oyunlar oynuyorduk. Bir ay sonra 65 yaşlarında, kilolu ve zor yürüyebilen, kalın mercekli gözlükleri olan, sevimliliği her halinden belli birini getirdiler yanımıza. Etrafını sardık; neden, niçin burada olduğuna dair sorular sormaya başladık. Adı Mustafa’ydı. Karacaören köyündendi. Zaten tüm tutukluların çevre köylerden olduğunu biliyorduk. Bir de İhsan dede vardı, tek başınaydı. İhsan dede yaklaşık yetmiş yaşlarındaydı, gayet dinç ve sağlıklıydı. Mustafa dayıyı da dışarıdan tanıyormuş. Hemen sahiplendi, yanına aldı ve birlikte yiyip içmeye başladılar. Her sabah saat beşte kalkarlar, önce namazlarını kılıp sonra avludan ziyade derin yüzme havuzuna benzeyen dikdörtgen ve beş metre yüksekliğindeki jandarmanın nöbet tuttuğu avluda yarım saat yürür, daha sonra da gelip yatarlardı.

Aylar geçti. Bir gün yine ranzama oturdum, biraz kitap okuyordum (Ramiz Aliağa’nın “Halkız biz ölmeyiz” isimli çok güzel bir kitabıydı). Değişiklik olsun diye o an şiir yazmak istedim. Bu arada Mustafa dayı avludan geldi, yanıma dikildi. Benim ranzam üstteydi. “Yahu sen ne yazıp çiziyon böyle her gün?” dedi. Bende espri olsun diye “Mustafa dayı laf aramızda muska yazıyorum muska” dedim. Gözlükten iri iri gözüken gözleri daha da büyüdü ve iyice sokuldu yanıma “Yahu niye söylemedin şimdiye kadar” dedi. Sağa sola baktı, eğilerek kulağıma “Ya şu sağ dizim fena sızlıyor, buna bir muska yazamaz mısın?” dedi. “Ya Mustafa amca niye söylemedin bu güne kadar, hemen yazarım tabii ama kimseye söylemeyeceksin, söz mü?” dedim, o da “Söz, söylemem peki” deyince işe koyuldum. Birkaç arabesk sözü bir kaç türkü sözünü yazdım, en sonunda da “Allahım on güne kadar Mustafa dayıyı yanına al” diye ekledim. Güzelce sarıp mobilya tutkalıyla yapıştırdım. Bu arada mobilya tutkalı bolca bulunurdu çünkü kibrit çöpünden maketler yapardık. “Mustafa dayı bunu kesinlikle açmayacaksın” diye de tembihleyip verdim muskayı. Aldı ve sağ dizine bir bezle dolaya dolaya sardı.

Muzaffer arkadaşımızın psikolojisi de giderek bozulmaya başlamıştı. Durmadan annesini sayıklıyor, annesinin kendisini ziyarete geldiğini ve dışarıda onu beklediğini, alıp götüreceğini söylüyordu. Bunu hem bize hem gardiyanlara anlatıyordu ama kimseyi inandıramıyordu. Yine bir sabah jandarmanın “Teslim ol yoksa ateş açarım” diye bağırmalarına uyandık. Muzaffer sabah avluya çıkmış oradan da bir yolunu bulup duvara tırmanmıştı. Bunu gören jandarma da silahını Muzaffer’e doğrultmuş, neredeyse vuracak… Hemen müdahale edip jandarmaya durumu anlatarak ikna ettik, sonrada Muzaffer’i ikna edip duvardan indirmeyi başardık. Muzaffer hep derdi “Benim patronum Kenan Evren’e, Kenan diye hitap eder” diye. Ama anlaşılan patronu Muzaffer için bir şey yapamamıştı ve çözümü kendisi bulmaya çalışıyordu.

Yine bir gün ranzama oturmuş bir şeyler yazarken yine Mustafa dayı yanıma sokularak “dizimin sızısı geçti” dedi ve çok mutlu görünüyordu. “Sol dizim de sızlıyor, bir tane de ona yazar mısın?” dedi fısıldayarak. “Mustafa dayı beni uğraştırma, sağ ayağından çıkar sol ayağına tak”, “Olur mu ki”, “Olur olur” dedim. Üst ranzadan baktığımda muskayı özenle çıkarıp diğer bacağına sardı. Ben de psikolojik olarak inanırsa iyileşebileceğini düşündüm.

Mustafa dayının tedavisine başlayalı dokuz gün olmuştu. Sabah İhsan dedeyle kalkıp namazlarını kılıp, yürüyüşlerini yapıp gelip yattıklarını gördüm. Bir ara dalmışım, çok derin bir uykudaydım Mustafa dayı rüyamda benim ranzaya çıkmaya çalışıyor, “Ben de burada yatacağım” diyordu. Ben engel olmaya çalışıyorum, kalın mercekli gözlüğü parlıyordu ve panikle uyandım. Mustafa dayıya baktım, uyuyordu. Uykum kaçmıştı artık, bari kitap okuyayım diyerek başucumda duran kitaba uzanarak okumaya başladım. Yaklaşık bir saat sonra saat sekiz otuza geliyordu ki İhsan dede uyandı, mutfağa yöneldi. Belli ki acıkmıştı. Gaz ocağının sesi koğuşta yankılanıyordu, çayı koymuştu İhsan dede. Bir süre da sonra çay hazırlanmıştı ve Mustafa dedeyi uyandırmaya geldi. Önce uzaktan “Mustafa, Mustafa” dedi. Mustafa dayı uyanmadı. Bu sefer sesini biraz daha yükselterek “Mustafa, Mustafa” diye bağırdı. Yine uyanmadı. Bu defa yanına gelerek eliyle sarsa sarsa “Mustafa, Mustafa”… Mustafa dayıda ses seda yoktu. İhsan dede bağırmaya başladı. “Mustafa ölmüş, Mustafa ölmüş” diye…

Hepimiz yataklarımızdan fırladık etrafını sardık, kalp masajları, suni teneffüsler yaptık ama faydasızdı. Artık Mustafa dayı yoktu.

Sonra savcılar geldiler ve gardiyanlarla birlikte Mustafa dayıyı alıp götürdüler. Ölümden laf açıldığında hep “Torunumu görüp öyle öleyim” derdi. İki gün sonra yazdığım muskayı ranzasının altına buldum ve onu yirmi yıl boyunca sakladım.

O muska benim için çok anlamlıydı. Aradan yıllar geçtikten sonra ise kayboldu ve bir daha bulamadım.

3 YORUMLAR

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.