Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) tarihi

0
527

Selçuk Şahin Polat

FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) 12 Kasım 1965’te, TİP’in öncülüğünde, Siyasal’ın (SBF) kantininde gayri resmi olarak kuruldu. Fakat işlemler 17 Aralık 1965’te bitirildiği için bu tarih, kuruluş tarihi olarak bilinir.

Ankara’da FKF’yi veya İstanbul’da DÖB’ü (Devrimci Öğrenciler Birliği) anlatmak aslında 68 kuşağını ve dönemi anlatmakla aynıdır. Ben bu süreci, doğru ve yanlışlarıyla birlikte ve genel çizgileriyle özetleyeceğim.

FKF’nin kuruluşunda esas rol oynayan ise, o gün 10 yıllık bir geçmişe sahip olan SBF (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Fikir Kulübü’dür. Burada etkili olan isim ise Sadun Aren’dir. Onu DTCF ve Fen Fakültesi Fikir Kulüpleri takip etmiştir. Kuruluşunda rol oynayan diğer okullar ise Hukuk Fakültesi ile Yüksek Öğretim Okullarıdır (Y.Ö.O). 1. Kurultayını gerçekleştirdiği 22 Ocak 1967 tarihine kadar başkanlıklarını Hüseyin Ergün, onun askere gitmesi ile de Kudret Ulutürk yapmıştır. Kurultay sonrası genel başkanlığa İzzet Ararat seçilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki kuruluş aşamasında ve 1. Kongre boyunca örgütlenmenin gelişmesinde en önemli faktör DÖNÜŞÜM adlı dergi olmuştur. Bu süre içerisinde FKF’ye egemen olan ise TİP’in görüşleridir. 23–24 Mart 1968’de yapılan 2. Kurultay’da ilk defa muhalif sesler çıkmış ve bu yeni seçilen yönetime yansımıştır. TİP’in “sokak hareketleri faşizmi hızlandırır” mantığının yanlışlığı üzerine görüşler dile getirilmiş ve taraftar toplamıştır. “Faşizm gelir diye harekete geçmemek faşizme teslim olmak anlamına gelir” diyen bu muhalif düşünce, seçimlerde yönetim kurulunun çoğunluğunu oluşturmuştur ve bu çoğunluk 4. Genel Başkan olarak Doğu Perinçek’i seçmiştir. 

Kongrede, İşçi Partisi’ne karşı açıkça tavır almayan Doğu, diğer yandan MDD’ci (Milli Demokratik Devrimci) olduğunu da açıkça ilan etmemiştir. Sanırım MDD saflarındaki ilk “burjuva siyaseti”nin belirtisidir bu. Benzer bir gelişme de şöyle olmuştur: ’68 Temmuzunda Genel Sekreter Ömer Özerturgut, MDD’ci olmasına rağmen, TİP Başkanı Behice Boran’ın emriyle, FKF Genel Yönetim Kurulu toplantısını yasal olarak açarak, yönetim kurulunun TİP üyeleri lehine değişmesini sağladı. Bu toplantıda böylece 5. Genel Başkanlığa Zülküf Şahin gelmiş oldu. Bu yönetim, ‘Sosyalist Türkiye’ diyen TİP’in gençlik içindeki son şansıydı. Ama bunu iyi kullanamadı. Öğrenci gençliğin dinamizmine ayak uyduramadı ve ona öncülük edemedi. 

Bağımsız Türkiye diyen MDD’ci öğrenciler, 68 yılı sonlarına doğru artık tüm kitle hareketlerinin başını çekiyorlardı. İstanbul’da bu gençler Deniz Gezmiş’in önderliğinde Devrimci Öğrenci Birliği’ni (DÖB) kurmuşlar ve İstanbul’daki tüm öğrenci hareketlerini onlar yönetiyorlardı. Ankara’da da aynı şekilde MDD’ci gençler ezici bir çoğunluğu oluşturuyordu. Tabandaki bu hareketlilik ve dinamizme ayak uyduramayan TİP yönetimi ise, ’68 sonuna doğru 3 başlı olmuştu: Eski çizgiyi savunan Behice Boran, güler yüzlü sosyalizm tarifiyle ayrı bir yol tutan Mehmet Ali Aybar ve orijinal görüşleriyle partide yer tutmaya çalışan İdris Küçükömer. Öğrenci gençlik, kendisine önderlik edemeyen, aksine onu ‘anarşist’ olarak tanımlayan bu yönetime karşı cevabını, İstanbul’da yapılan FKF’nin 3. Kongresinde (4 Ocak 1969) verecekti. Bu cevap aslında ikiliydi; hem TİP’in pasifliğine hem de Doğu Perinçek’in fazlaca açığa çıkan burjuva politikalarına bir cevaptı: Yönetime tümüyle MDD’ci görüşteki öğrenciler gelmiş fakat Doğu ve yakın arkadaşları da seçilememişti. 6. Başkan Yusuf Küpeli, Genel Sekreter ise Mehmet Demir olmuştu. Yusuf gerçekten iyi bir seçimdi. Mehmet Demir ise Kürt kökenli olmasının verdiği avantajla seçilmişti. Bu kongre, MDD’ci denen kadroların içindeki ayrışmanın (belki de bilinçli ayrıştırmanın) ilkiydi! O dönemde MDD’ci kadrolar, Aydınlık adında bir dergi çıkartıyorlardı. Bizler bu grubun ideolojik-teorik çizgisini buradan takip ediyorduk. Hoş, çoğu militan, benim gibi fazla okuyan biri değildi. Çünkü dönemin birliğini ve gücünü sağlayan temel ölçü pratikteki tutarlılıktı. Liderlerimiz böyle seçiliyordu. Örneğin 1970 yılı itibariyle DTCF’deki hareketin liderliğine gelmişsem bunun temel sebebi, çok bilgili veya iyi konuşan biri vs. olduğum için değil, pratikteki tavırlarımdan dolayıdır. Fakat okumamız gerektiğine inanan insanlardık. Bu açıdan kendimi zorlayarak dergiyi takip etmeye çalışıyordum. İzleyebildiğim kadarıyla ve pratikteki tavırlarla bunu birleştirdiğimde MDD’ci kadrolarda bir kamplaşmaya doğru gidildiğini görüyordum. Okulların işgali sırasında bu pek ortaya çıkmamıştı fakat 1969 yılı sonlarına geldiğimizde ayrışmanın netleştiğini görmüştük. Bu ayrışma veya bölünme dediğimiz dalga, tüm örgüt ve hareketleri etkisi altına almıştı. Şöyle ki: Sosyalistler, sol içerikli değişik dergilerde görüşlerini dile getirseler de devrimci-sosyalist gençlik, kendisini esas olarak Aydınlık Dergisi ile ifade ediyordu. Milli Demokratik Devrim tezini savunan bu dergi, daha sonra Kırmızı ve Beyaz Aydınlık olarak iki dergi olarak çıkmaya başlayacaktı. Çünkü D. Perinçek, ayrı baş çekerek gençlik hareketini (verilen görev gereği olsa gerek) bölmeye ve kendi yayın organı olan Beyaz Aydınlık gazetesini çıkartmaya başlamıştı bile.

Türkiye’deki sol hareketin gelişmesinde TİP’in ve gizli olarak var olduğu söylenen ama asla hiçbir yerde varlığına şahit olamadığımız TKP’nin elbette ki payı büyüktü. Ama bu örgütler, 1960’dan sonraki gelişmelere yeterince ayak uyduramadılar, dahası demokratik bir işleyişi sağlayamadılar. Örneğin Malatya’daki Kongre’de M. Belli-Kıvılcımlı-Y. Kemal gibi devrimci-demokrat aydınları partiye almadılar. TİP’in, meclise girmesinin getirdiği avantajla, başlangıçta oldukça etkili olmasına rağmen giderek etkisiz hale geldiğini görüyorduk. Mücadele sahnesine öğrenci gençliğin başını çektiği kadrolar çıkmıştı. Onları etkileyen de MDD’ci tezlerdi ve bu tezi ortaya atan kişi de arka plandaki Mihri Belli’ydi. 

Bu süreçte mutlaka değinmemiz gereken iki siyasi organizasyon daha vardı. Bunlardan biri Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği “Sol Cunta” savunucusu görüştü. Kısa vadede iktidar olma anlayışını savunan bu kadrolar Yön Dergisi’ni çıkarıyorlardı. Bu dergi kapanınca Devrim Dergisi’yle yollarına devam ettiler. İkincisi, Türk Solu dergisiydi ve onlar da MDD’ci ve “sivil, asker aydın radikalizmi” görüşleriyle kendisini ortaya koyuyordu. 

İşte 1969 sonuna kadar FKF’nin ve sosyalist-devrimci kadroların geçirdiği süreç kısaca böyleydi. Bu süreçte kendimizi her ne kadar sosyalist ve devrimci olarak adlandırmış olsak da bizi esas olarak etkileyen görüş Kemalizm’di. Bu da ister istemez kısa vadede iktidar olmak isteyen ilerici cuntacıların iştahının kabarmasına yol açıyordu. Milli Demokratik Devrim Tezi, bu dönemde devrimci gençliği Kemalizm’e bağlayan bir volan kayışı gibi idi. Dişlileri birbirine bağlayan bu ideolojik bağ elbette ki beni de etkiliyordu. Bir yandan seçimlerde TİP’e oy vermesi için Kayseri’nin Kamber köyündeki dayımı ikna etmeye çalışırken, diğer yandan 10 Kasım günü Ata’ya saygı duruşunda bulunmadı diye bir vatandaşı feci şekilde dövebiliyordum. DTCF’nin önünde gerçekleşen bu olay bana hala milliyetçi ve mukaddesatçı gömleği tam olarak çıkaramadığım sonucunu veriyordu. Hem sosyalist olup, hem de masum bir insanı sopalarla ve grup olarak dövmek hangi sosyalist öğretide vardı acaba? Görüldüğü gibi Kemalizm eğer doğru şekilde ele alınıp değerlendirilmezse, yani onun sosyalist kadrolar tarafından yönlendirilmesi gerekirken, o sosyalist kadroları yönlendirmeye kalkarsa, tek kelimeyle sosyalizmin yerini milliyetçilik ve tepeden inmeci cuntacılık alacaktır. Henüz teorik-ideolojik gelişmelerin farkında olmayan ve rehberi sadece pratik alandaki yönelimleri takip etmek olan bir militanın, kendine sosyalist de dese, eğer bilinçli değilse, varacağı yer, çoğu zaman bu tür yanlışlar olacaktır. Önemli olan bu yanlışlardan nasıl kurtulanacağının yol ve yöntemlerini bulabilmektir.

Ekim 1969 tarihinde iki önemli gelişme olmuştu. Birincisi FKF 4. Kongresi idi. Kongre TİP’li tüm gençleri ve Sadun Aren’i örgütten ihraç ederek, MDD’ci olduğunu ilan etmesiydi. Doğru bir tavır mıydı? Biraz şüpheli! Bu tavır genel ilkelere göre yanlış fakat şartlara baktığımızda da doğru olarak gözükmektedir. İkinci gelişme de FKF’nin ismini değiştirmesiydi. Fikir Kulüpleri Federasyonu, Devrimci Gençlik Federasyonu olmuştu. Yani DEV-GENÇ! Bu, sanırım gençlik hareketinin gelişmesinde özden daha fazla etkili olan bir biçimin doğuş tarihiydi. Biçimin yani ismin, özün yani devrimci düşüncelerinin önüne geçtiği bir dönem başlıyordu. İnsanların yani işçi, köylü, esnaf ve taşralı kesimin bu isme verdiği özel bir yüklem vardı; mistik, gizemli ve daha çok gücü ifade eden bir yüklem. Biz bunu fabrika, köy ve diğer kitle çalışma alanlarında bizzat yaşayıp gördük. Ve bu sihirli güçten yeterince yararlandık. Kongre 7. başkan olarak Atila Sarp’ı seçti. Genel sekreter de İrfan Uçar oldu. Fakat o dönemde Ahmet Bozkurt ve Ruhi Koç gibi sevilen birçok arkadaş Dev-Genç yöneticisi olarak ön plandaydı. Bunun anlamı Doğu Perinçek’in başını çektiği grubun gençlik hareketi içinde azınlığa düşmüş olmasıydı. İbrahim Kaypakkaya, Aktan İnce gibi daha sonra ülkenin devrimci hareketi içinde etkili olacak devrimcilerin, Perincek hareketinin içinde olduklarını ve bir zaman sonra da buradan ayrıldıklarını bilmemiz gerekir.

FKF ve DEV-GENÇ tarihini; aslında şu basit sınıflandırma ile daha iyi anlatabileceğimi düşünüyorum: 

FKF ve 1969 Ekim kongresinde aldığı isimle DEV-GENÇ, aslında şu üç dönemle kategorize edilebilir. 

1-) Birinci Dönem: DERGİCİLİK dönemi. TİP’in görüşlerinin yani ‘sosyalist devrim’ anlayışının hâkim olduğu bu dönem 1965–68 yılları arasını kapsar. Dergi satışları, dönemin en militan eylemidir. Toplu halde dergi veya gazete satışlarına çıkmak apayrı bir özelliği ve güzelliği olan (buna ara sıra sopalı kavgalar eşlik etse de) dönemin başlıca eylem biçimidir. 

2-) İkinci Dönem: DEĞNEKÇİLİK dönemi. Bu dönemde; dergi satışlarının devam etmesine rağmen, sopa-zincir-molotof kokteyli vb. araçlarla kavgaların olduğu, devletin ara sıra suikastlar yaptırdığı, okullarda kitlesel mücadelenin (grev-işgal) devreye girdiği ve “Milli Demokratik Devrim” tezlerinin gençliğe hâkim olduğu bir dönemdir. 1968 sonu, 1969 tarihini de kapsar. 

3-) Üçüncü Dönem: SİLAHŞÖRLÜK dönemi. Dar kadroların iş yaptığı ve dönemi belirleyen bir evreyi kapsar. 1969 sonlarında başlayan bu evre, 1970 yılında etkili olup bir önceki dönemle iç içe yürür. İşçi sınıfı hareketinin ve köy çalışmasının zirveye çıktığı, kendine ülkücü adını veren fakat devletin talimatlarına göre hareket edip kanlı suikastlar yapan, pusu kuran, devletin milis güçleriyle 1970’lerdeki mücadelemiz, bu döneme damgasını vurur. Silaha sarılışımızın bir zorunluluk olduğu dönem! 1971 yılı ile başlayan gerillacılık hareketini hazırlayan işte bu son dönemdir. 

Özetle; 1970 yılı, hem gerillacılık hem de kitle çalışmasının provasının yapıldığı tarihi dönemin kendisidir. Gençler olarak bizler, kitlesel mücadele konusunda önceden önümüze konan (bu tarihi moment de 1969 yılıdır) herhangi bir tedbir-öneri-plan ve örgütlenme olmadığı için, kendi örgütlerimizi yaratarak kendi yolumuza devam ettik. Bu yol ise; devrimci değerler açısından muhteşem ve inanılmaz boyutlarda iken, teorik ve siyasi olarak aynı performans ve etkinlikte değildi. Yenildik! 

Dersler alarak yeniden yola çıkmak isteyenlere selam olsun! 

Umarım bu selamımı alanlar çıkacaktır! 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.