Hepimize çip takacaklar! – Fatih Yaşlı (soL)

0
852

Sadece bizde değil tüm dünyada, son kırk yıldır, insanlık bir gericilik döneminden geçiyor, gericilik şiddetli bir dalga halinde insanlığı yutuyor, boğuyor.

Gericiliğin yükselişiyle piyasacılığın yükselişi arasında doğrusal bir bağlantı var. 

Kapitalizmin insanı mutlak bir boyunduruk altına alma hayalinin ürünü olan neoliberalizm, tam kırk yıldır, her şeyi metalaştırırken, her şeye bir fiyat biçerken, kolektif olanın karşısına bireyciliği, kamusal olanın karşısına özeli, yurttaşın karşısına girişimciyi koyarken, eşitlik ve özgürlük fikrine savaş açmışken, en çok gericiliğe ihtiyaç duyuyor.

Kapitalizmin gericiliğe ihtiyacı var; çünkü kapitalizm varlığını devam ettirmek için insan aklını felç etmeye, insanın akla dayalı bir kurtuluş fikrine inanmasını, akla dayalı bir kurtuluş projesine sarılmasını daha baştan engellemeye mecbur olduğunu biliyor. 

Kapitalizm bütün bir toplumsal, siyasal, kamusal alanı piyasanın mantığına tabi kılmak için bir vampir misali ve fütursuzca, insan aklına, insanı insan yapan her şeye saldırıyor; insana, kafasına vura vura, içine düştüğü bu durumdan aklını kullanarak çıkamayacağını, bu düzenin karşısına akla dayalı bir düzen koyamayacağını, bunun imkânsız olduğunu, yani çaresizliği öğretiyor. 

Kapitalizm insanı sürüleştirmek, robotlaştırmak, makineleştirmek için gericiliğe, dinciliğe, hurafeye, büyüye, sihre ihtiyacı olduğunu biliyor. Aşı karşıtlığı da, “maske takmama özgürlüğü” de, Kovid 19’un insan eliyle üretilip yeryüzüne yayıldığı iddiası da, “kafamıza çip takacaklar” palavrası da, düz dünyacılık da, Trump da, Macron da, bizdekiler de, buradan, bu ihtiyaçtan türüyor, buradan ortaya çıkıyor. 

Sınıfsız anti-emperyalizm 

Emperyalizm nedir? En veciz yanıtı Lenin veriyor: “Kapitalizmin en yüksek aşamasıdır.” 

Bu tanımı kabul etmeyen, yani kapitalizmle emperyalizm arasındaki ilişkiyi görmeyen, anti-emperyalist olmak için önce anti-kapitalist olmak gerektiği gerçeğini kabullenmeyen ya da görmezden gelen hiç kimseyi, hiç kimsenin anti-emperyalizmini ciddiye almamak gerekiyor; o anti-emperyalizm gerçek bir anti-emperyalizm olmuyor, sözde olmaktan öteye gitmiyor.

Liberallerin emperyalizmle bir derdi olmadığını biliyoruz; bilakis emperyalizmden demokrasi ve özgürlük bekliyorlar, şimdilik geçiyoruz. Bizim, yani sosyalistlerin dışında, söylemlerinde anti-emperyalizme yer veren iki kesim biliyoruz: İslamcılar ve ulusalcılar. Kendilerince “anti-emperyalist” oluyorlar, tırnak içine almak gerekiyor. 

İslamcıların anti-emperyalizmi, herhangi bir pratiğe değil, söylemsel düzeydeki bir tür “gavur düşmanlığı”na dayanıyor ve Yahudilerin, Masonların, Tapınak Şövalyeleri’nin dünyayı yönettiğine dair birtakım komplo teorileri üzerinde yükseliyor. Türkiye tarihine bakıldığında gerçek anlamda emperyalizm karşıtı tek bir İslamcı eyleme rastlamak mümkün olmuyor. Bilakis, Cumhuriyet dönemi İslamcılığını Soğuk Savaş’ın ve emperyalizmin bir ürünü olarak görmek gerekiyor. Sola karşı emperyalizm tarafından besleniyor ve büyütülüyorlar, sermaye düzenine hizmet ediyorlar ve sola karşı kendilerine devletin kapılarını açan sermaye ile ordu sayesinde iktidar oluyorlar. 

Ulusalcılar mı? “sınıf körlüğü” ile malul olduklarını hepimiz biliyoruz; bazen bilerek, bazen de bilmeden, hakikati görmüyorlar; “görmemekte ısrar ediyorlar” da diyebiliriz. Ve bunun sonucu, ya Perinçek tarikatı gibi doğrudan, ya da birkaç istisna bir kenara bırakılırsa, Ergenekon/Balyoz mağduru subaylar gibi mahcup bir şekilde iktidarın arkasına takılmak, Sözcü gazetesi kafasıyla, Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de iktidardan anti-emperyalizm beklemek oluyor. 

Emperyalizme bakış “sınıfsız” olunca, komplo teorilerine kapılmak ve orada ortaklaşmak da kolaylaşıyor. Bu, bir kısım İslamcıyı ve bir kısım ulusalcıyı aşı karşıtlığında ve  “bize çip takacaklar, kısırlaştıracaklar, genlerimizle oynayacaklar” deliliğinde birleştirebiliyor. 

Eğer sınıf yoksa, asıl görmeniz gerekeni, yani uluslararası ilaç tekellerini, sağlığın piyasalaşmasını, özelleştirmeleri, kamuculuğun yıkımını, salgının en çok alt sınıfları, yoksulları vuruyor oluşunu değil, gavurları, çipleri, kısırlaştırmayı, genlerle oynamayı, Bill Gates’i görüyorsunuz. Emperyalizm karşıtlığınız kolaylıkla akıl ve bilim düşmanlığına dönüşüveriyor, bunlara düşmanlıkta ve hurafecilikte yan yana düşüyorsunuz. 

Mitoslar, hikâyeler ve gerçekler 

Bir kısım İslamcı ile bir kısım ulusalcının “bize çip takacaklar” paydasında ortaklaştığını gördük, şimdi başka bir “ortak payda”ya, liberallerle milliyetçilerin ve İslamcıların buluştukları yere bir bakalım.

Türk milliyetçiliğinin önemli isimlerinden Nihal Atsız, 1940’lı yıllarda “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” adlı iki tarihi roman yazdı. Milliyetçiliğin eninde sonunda bir “mitos yaratma” işi olduğunu biliyordu ve bunda da başarılı oldu. Kürşad diye mitolojik bir karakter yaratması, 40 kişiyle Çin sarayı basma diye mitolojik bir hikâye uydurmuş olması ve milyonları buna inandırması, başarısıdır. Bugün milliyetçilerin, ülkücülerin tamamı bu hikâyeye inanıyor.

Türk sağının “Çin düşmanlığı”nın kurucu unsuru, tarihsel dayanağı budur: Orta Asya Türkleri’nin kadim düşmanı Çin’dir. Ne Osmanlı ne Cumhuriyet döneminde yani yüzlerce yıldır Çin’le karşı karşıya gelinmemiştir ama 2000 yıl önceki Orta Asya tarihini mitolojiyle soslayıp bugün Uygur Türkleri meselesiyle taçlandırdığınızda tablo tamamlanır, Çin’e bakışınız bellidir.

Türk sağının diğer bir kutsal kitabı, İslamcı Necip Fazıl tarafından yazılan “Moskof”tur; kitapta Ruslar “Türklüğün ve İslam’ın varoluşsal düşmanı” olarak anlatılır, Türkler ve Ruslar tarih boyunca birbiriyle savaşan iki millettir ve günümüzde de hala savaşmaya devam etmektedir. Necip Fazıl’ın amacı antikomünizme ve Sovyet düşmanlığına tarihsel-ontolojik bir boyut kazandırmak, meselenin basitçe komünizm düşmanlığından ibaret olmadığı iddiasını güçlendirmektir. 

Bugün Sovyetler Birliği dağılalı, reel sosyalizm çözüleli çok olmuştur ama milliyetçisi, İslamcısı fark etmez, bütün bir Türk sağı için Ruslar hala “Moskof”tur, hala “düşman”dır, hala Türkiye’yi kuşatmaya, çevrelemeye çalışmaktadır vesaire. 

İşte liberallerle milliyetçi ve İslamcıların ortaklığı bu düşmanlıktadır. Milliyetçiler ve İslamcılar Rusya ve Çin’e Türklük ve din adına düşmanlık beslerken, liberaller bu iki ülkede “hür dünya”nın antitezini görürler. Serbest piyasa düşmanlığı, planlı ekonomi, tek parti rejimi, anti-demokratik uygulamalar, insan hakları ihlalleri vs. bunların hepsi çarpıtılmış bir şekilde ama “antikomünizm”in belirleyiciliğinde, tek sepete doldurulur ve “hikmetinden sual olunmayan” Batının tam karşısına yerleştirilir. 

Bizim, yani sosyalistlerin, Putin’in kapitalist Rusya’sına bakışımız da, Çin sosyalizmine mesafemiz de bellidir, bunu söylemeye dahi gerek yok. Ama ortada apaçık bir düşünsel sahtekârlık vardır: Liberaller Rusya ve Çin’i şeytanlaştırır ve hatta neredeyse dünyadaki bütün kötülüklerin sorumlusu gibi gösterirken, esas sorumluyu yani ABD’yi, Batıyı ve bunların dünya üzerindeki tahakkümünü gizler, bunun üzerini örterler.

Oysa bugün dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğinin de, yoksulluğun da, insan hayatının piyasanın ve devasa şirketlerin insafına terk edilmesinin de, silahlanma çılgınlığının da, dünyadaki irili ufaklı savaşların da, milyonlarca kişilik mülteci dalgasının da esas sorumlusu ABD ve Batı’dır, bunların kurduğu uluslararası sistemdir, kapitalizmdir ama liberaller buna dair tek kelime etmezler.

İslamcı ve milliyetçilere gelince, tarihlerinde hiçbir zaman Amerikan karşıtı, anti-emperyalist bir pozisyon almamışlardır yukarıda anlattığım üzere ve düşmanlıklarını da mitoslar, hikâyeler belirler. Oysa Türkiye’yi azgelişmişliğe, yoksulluğa mahkûm eden, kalkınmadan ve sanayileşmeden uzak politikalar izlemeye mecbur bırakan, toplumsal ilerlemesini engelleyen ve demokrasisini cılız bırakan şey, ABD’nin/Batı’nın Türkiye’ye uluslararası işbölümü içerisinde biçtiği rol ve bu rolü kabul eden içerideki işbirlikçileridir, hikâyeye değil gerçeğe baktığımızda bunu görürüz.  

Türkiye’de ne etkili anlamda bir Sovyetçilik/Rusçuluk ne de Çincilik olmuştur ama Türkiye’de adıyla sanıyla bir Amerikancılık olmuştur, hala da vardır; Türkiye yönetici sınıfı ve düzen partileri, dereceleri farklı olmakla birlikte Amerikancıdır. IMF’si, Dünya Bankası, NATO’su, askeri üsleri, işbirliği anlaşmaları, burs programlarıyla, yani yapısal olarak ABD Türkiye’nin içindedir,  Amerikancılık içselleştirilmiştir.  

Tüm bunları niye anlatıyorum peki, nedir tüm bunların bağlamı? 

Bağlam şudur: Nasıl ki İslamcılarla ulusalcıların sınıfsız anti-emperyalizmi onları akıl ve bilim düşmanlığında ortaklaştırabiliyor ve bu ortaklık güncelliğin içinde aşı karşıtlığı olarak karşımıza çıkabiliyorsa, liberallerle İslamcılar ve milliyetçiler de emperyalizme bakışlarından kaynaklı olarak Rusya ve Çin düşmanlığı ortak paydasında buluşabilmektedirler. 

Tam da bu nedenle, holding üniversitelerinin liberal akademisyenleri ile ülkücülüğün ve İslamcılığın muhalefetteki fraksiyonları, Çin ve Rus aşısı karşıtlığında yan yana gelip aynı şeyleri söyleyebilmektedir. 

Tam da bu nedenle, Çin aşısını üreten şirketin geçmişte karıştığı rüşvet ve yolsuzluk olayları haber olabiliyorken, ki olmalıdır da zaten, Pfizer’ın özellikle azgelişmiş ülkelerde bulaştığı kirli işlere dair tek bir kelime dahi edilmemektedir. 

Sola sürekli “her şeye siyaset karıştırıyorsunuz” diyen liberallerin, herhangi bir bilimsel kanıta dayanmayan bir şekilde ve sırf siyasi nedenlerle, içlerindeki ABD/Batı aşkıyla, bu aşıları güvensiz ilan etmeleri, hem düşünsel bir riyakârlıktır hem de Türkiye’de zaten yaygın olan aşı karşıtlığına yapılmış bir katkıdır. İslamcılar ve milliyetçiler ise hemen her konuda olduğu gibi burada da hamasetten başka bir şey üretmemektedir. 

Oysa mesele gayet basittir: Salgın için üretilen aşılardan işe yararlılığı kanıtlanmış olanlar, bilimsel prosedürü yerine getirenler, gerekli testleri ve aşamaları geçenler, ülkesine, menşeine bakılmadan kullanılmalı, herkes için ücretsiz aşı hakkı mutlak surette savunulmalıdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da elbette ki iktidara güvenmemek, ondan şüphe duymak gerekir ama Türk Tabipler Birliği başta olmak üzere hala bağımsızlığını koruyan kurumlar ve halk sağlığı için çalışan bilim insanları eğer onay verirlerse, yapılacak olan şey bellidir: Gidip aşıyı yaptırmak! 

Kafadaki çipi çıkarmak

Tekrar söylemekte fayda var: Dünya bir gericilik döneminin içinden geçiyor. Düz dünyacılıktan aşı karşıtlığına, “hepimize çip takacaklar”dan “bizi kısırlaştırmak istiyorlar”a uzanan bir genişlikte, çok büyük bir akıl tutulması yaşanıyor ve bunun da gerisinde bizzat insan hayatını piyasalaştıran, özelleştiren, metalaştıran kapitalist sistem yer alıyor.

Tam da bu nedenle kimseye çip takılmasına gerek bulunmuyor; tüketimle, medyayla, reklamla, modayla, bireycilikle, bencillikle, eğitim sistemiyle, dinle, milliyetçilikle, herkese o çip çoktan takılmış durumda zaten. Eğer bu durumdan çıkmak, o çipi fırlatıp atmak isteniyorsa, yapılması gereken şey belli: Sistemle, yani kapitalizmle, cepheden, gerçek bir yüzleşmeye girişmek ve kapitalizmin yerine, insan aklı aracılığıyla başka bir sistemin, eşitlikçi, özgürlükçü, adaletli bir sistemin konulabileceğine, kolektif bir kurtuluşun mümkün olduğuna inanmak… 

Aksi, “hepimize çip takacaklar” palavrasının gölgesinde, kapitalizmin taktığı çiple yaşamaya devam etmek anlamına geliyor çünkü.         

Kaynak: soL

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.