KÜBA DEVRİMİNE GİDEN YOL

0
2166

Karayibler’de küçük bir ada devleti olan Küba Kristof Kolomb’dan bu yana birçok sömürgeci gücün işgaline uğramış bir ülkedir. Sömürgecilere karşı Küba halkının tepkisi *”Zulmün topu var, güllesi var, kabası varsa/Hakkın da bükülmez kolu, gülmez yüzü vardır. / Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa / Sönmez ebedî; her gecenin gündüzü vardır.” şiarıyla savaşmak olmuştur.

Küba halkının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesindeki kararlılığını örs ve çekiç birlikteliğine benzetebiliriz. Bu anlamıyla Küba halkının nabzı, her daim kafalarının yanında ikinci bir yürek olmuştur.

Dünyanın en saldırgan ülkesi olan Amerikan emperyalizmine kafa tutmak ve bir de bunları burnunun dibinde yapıyor olmak gerçek anlamda cüret ve kararlılığa sahip olmayı gerektirir. Adaları küçük, yürekleri büyük olanların ülkesidir Küba.

 Mücadele tarihinde Küba halkı, eşine az rastlanır kahramanlıklara tanıklık ettiği gibi işbirlikçilik ve ihanete de tanıklık etmiştir. Onca olumsuzluğa ve kıt kanaat olanak ve imkana rağmen, faşist zorbalığa karşı mücadelesini ilmek ilmek örmesini bilmiş, işbirlikçi ve sömürgeci güçleri ülkelerinden def ederek insanlık mücadelesinde adını tarihe yazdırmıştır.

Küba Halkı Buraya Nereden ve Nasıl Gelmiştir?

Jose Marti ve Bağımsız Küba

“Yurdumuz tarihi uzak geçmişlere dayanmaz. Ama yiğitlik dolu devrim savaşımlarıyla zengin bir tarihtir bu… Özgürlük yolumuz bu yurdun yüz binlerce evladının kanıyla sulanmıştır. Onlar gelecek kuşaklara direngenlik ve yurtseverliğin ölümsüz örneğini bıraktılar” der Fidel Kastro.

Küba’nın tarihi çok uzak geçmişlere dayanmasa da; Kızılderili yerlilerinin ve Afrika’dan tütün ve şeker tarlalarında çalıştırılmak üzere getirilen köle ve zenginlerin İspanyol sömürgecilerine karşı savaşımlardan başlayan, Küba halkının “Bağımsızlık peygamberi” olarak adlandırdığı ve milli kahraman olarak ilan ettiği Jose Marti öncülüğünde köleliğin kaldırılması ve ulusal bağımsızlık için İspanyollara karşı verilen “On Yıl Savaşı” ile devam eden ve Kastro, Che ve arkadaşlarının faşist Batista rejimine ve onun destekçisi Amerikan emperyalizmine karşı verdikleri devimci savaş ile taçlanan uzun soluklu ve neredeyse kesintisiz devam eden direnişler, kazanımlar ve yenilgiler tarihidir.

 Küba devriminde Jose Marti’nin çok büyük bir yeri vardır.

Köleliğin kaldırılması İspanyol sömürgeciliğinin sona erdirilmesi savaşımının zaferle sonuçlanması, yeni arayışları da beraberinde getirmiştir. Küba Devrim Partisi kurularak, yeni oluşan Küba proletaryasının ve yurtsever güçlerin birliği asgari ölçülerde sağlanmıştır. Kastro, Jose Marti için şöyle der:  “Marti bize yurdunu canından çok sevmeyi, özgürlüğü ve insanlık onurunu tutkuyla savunmayı, despotizmden nefret etmeyi ve halkına sonsuz inanç duymayı öğretti. Onun devrimci eylemi, bizim moralimizin ve silahlı hareketimizin tarihsel haklılığının temellerini içerir. İşte biz bunun içindir ki, Jose Marti, 26 Temmuz Hareketi’nin çoşku ve esin kaynağıdır diyoruz.”

Jose Marti Küba halkı için o kadar değerliydi ki, Batista faşizminin saldırılarının acımasız bir noktaya ulaştığı, katliamların, tutuklamaların, yasaklamaların sıradanlaştığı ve zıvanadan çıktığı bir dönemde, 10 Şubat 1953’te birçok gençlik, kadın ve demokratik kitle örgütünün katılımı ile Jose Marti’nin100. yıldönümü kutlanmış, tutuklama öncesinde çok sayıda tutuklama olmasına karşın, kutlamalara çok sayıda insanın katılması engellenememiştir.

 Yine 1952 yılında Fidel Kastro öncülüğünde kurulan “Yüzyılın Gençlik Kuşağı” adlı örgüte adını veren, bir yıl sonra 1953’te 100. yıldönümü kutlanacak olan Jose Marti olacaktı. Küba halkı İspanyol sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı verirken, diğer taraftan ABD “olgun meyve” olarak gördüğü Küba’nın ağzına düşmesini bekliyordu. Nihayet 1899’da beklediği oldu ve Küba ABD’ye devredildi. Daha sonra 1901’de de “Platt düzeltmesi” olarak anılan karar ile bütünüyle ABD emperyalizmine bağımlı bir ülke haline getirildi. Bu süreçte Küba’da ABD sermayesi gitgide büyüyor ve sürekli yeni imtiyazlar kazanıyordu. Aynı zamanda da kendi çıkarlarına uygun ve ihtiyaçlarını karşılayacak işbirlikçi iktidarları işbaşına getiriyordu. Diğer yandan da yoksulluk, açlık artıyor, ülke emekçiler için yaşanamaz hale geliyordu. Buna karşılık işçi sınıfının, köylülüğün, üniversite gençliğinin ve kadınların örgütlülüğü de artıyor, büyük grevler yapılıyordu. Bu grevler hem emekçilerin, ezilenlerin birliğini sağlamakta hem de onların politikleşmesini sağlamakta önemli işlev görüyordu. Artan bu politik bilinç, kitlesel grev ve eylemlerle işbirlikçi hükümetler anayasal hakları askıya almak, baskı-zulüm ve zorbalığı artırarak karşılık veriyorlardı. 1924’te Maciada ile başlayan diktatörlük yönetimi 1933’te ABD destekli Batista askeri darbesiyle son buldu. 10 Mart 1952’de darbe ile iktidarı ele geçiren Batista’ya genç bir avukat olan Fidel Kasto bir mektup yazarak “10 Mart darbesi Küba’ya yeni yıkımlar, düzenbazlıklar, kıyım ve cinayetler getirecektir. Ama halk er ya da geç diktatörü devirecektir.” diyerek adeta özgürlük savaşını ilan ediyordu. Bu arada 1933’e gelmeden hemen önce büyük politik grevler düzenlenir. 1930-1940 yılları arasında siyasi partiler arasında birlik çalışmaları başarılı olur ve Küba Komünist Partisi ile Devrimci birlik Partisi birlikteliği yaşanır. B birliktelik önce, Devrimci Komünist Birlik adını alır, 1944’te ise Halk Sosyalist Partisi olacaktır.

Bütün bu gelişmeler devrim koşullarının iyiden iyiye olgunlaştığının işaretidir. Lenin devrim koşullarının ya da durumunun 3 ana göstergesini şöyle açıklar;

     “1-Aşağıdakilerin eski yaşam biçimlerini artık sürdürmek istemiyor olmaları ile beraber, yukarıdakilerin de bunu sürdüremeyecek duruma gelmeleri,

       2- Ezilen sınıfların yoksulluğunun  her zamankinden çok daha fazla artması,

     3-Ekonomik koşullar ve bizzat “üsttekiler” tarafından bağımsız bir tarihsel eyleme itilen yığınların etkinliğinin belirgin bir biçimde artması.”

      İşte karaderililerin ülkesi olana Küba, 1950’lerin ortasındaki bu koşullarda idi.     

Bu koşullar altında cevaplanması gereken soru; ardı arkası kesilmeyen demokratik mücadele mi?, yoksa gerilla savaşı mı? Kastro’nun buna cevabı netti, gerilla savaşıyla kırdan şehirler feth etmekten başka çare yoktu.

Fidel Kastro Moncada saldırısının 20. yıldönümünde şöyle diyordu: “10 Mart darbesi halkın hoşnutsuzluğunun ve umutsuzluğunun ne kertede olduğunu açıkça gösterdi. Öte yandan burjuva partilerin ve onların liderlerinin ihanete varan kararsızlığı gün gibi açığa çıktı. Bu durum bir yandan hareketimizi savaşın yükünü omuzlamak durumunda bırakırken, öte yandan düşüncelerimizi  hayata geçirmek yönünde uygun bir ortam yaratıyordu.”

Bu düşüncelerle diktatörlük rejimine karşı özgürlük savaşını başlatmak ve halkı da Batista’ya karşı savaşa çağırmak amacıyla, diktatörlüğün kalesi durumundaki Moncada kışlasına saldırı planladı. Amaç yığınların katılacağı bir devrimci savaşımı başlatmak, “düşmanı silahsızlandırıp, halkı silahlandırmaktı.”  Cüretkarca bu eyleme girişen gençlerin olanakları yoktu, Nuh-u Nebi’den kalma denilebilecek birkaç düzine çakaralmaz silahla iyinin doğrunun fethine çıkmışlardı. Silahları kıt, olanakları yok denecek kadar azdı ama onlarda, düşmanda olmayan yurtseverlik, vatan ve halk sevgisi, devrime olan sarsılmaz inançları vardı. Onların şiarı, Abel Santamaria’nın da özetlediği gibi “Ya özgürlük Ya ölüm” idi.

Bu inanç ve kararlılıkla daha sonra hem harekete adını verecek, hem de devrime giden sürecin başlangıcı olacak Moncada kışlası saldırısı tarihini 26 Temmuz 1953 olarak belirlediler.

Ancak işler istedikleri gibi gitmedi ve Moncada saldırısında büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar. Batista ülkede sıkı yönetim ilan etti. Saldırıya katılanlardan sağ kalıp yakalananlar işkenceli sorgularda katledildiler. Sağ kurtulan Kastro kısa süre sonra yakalanarak tutuklandı. Fidel Kastro ve arkadaşlarının direnişleri yargılanmalarında devem etti. Kastro “Tarih beni haklı çıkaracaktır” sözüyle biten o ünlü savunmasını yaptı. Bu savunma daha sonra “26 Temmuz Hareketi’nin programının temellerini oluşturacaktı. Yargılama sonunda Kastro 15 yıla mahkum edildi. Bu süreçte Batista rejimi “Komünizmle mücadele” adı altında ülkede terör estirirken, karşılığında da direnişler ve grevler yükseliyordu. Dalga dalga yayılan bu hareketlilik 1955 yılında şeker işçilerinin işaret fişeğiyle ülkenin pek çok kentinde karşılık bulmuş, hayat durmuş ve kentler “ölü kent” ilan edilmişti. Bu grevler işçi sınıfının bilinçlenmesine katkı sunduğu gibi nitelikte kazandırıyor ve siyasal talepler ileri sürmeyi zorunluk kılıyordu. Bu koşulların da etkisi ile Batista rejimi af ilan etti ve böylece Mayıs 1955’te Kastro ve arkadaşlarının serbest bıraktılar. Özgürlüklerine kavuşan Kastro ve arkadaşları Moncada baskınında şehir düşen arkadaşlarının silahlarını yerden kaldırıp, mücadeleyi örgütlemek ve gerekli hazırlıkları yapmak üzere Meksika’nın yolunu tuttular.

Meksika’da onları aşılması ve başa çıkmak zorunda oldukları pek çok zorluk bekliyordu. Silah ve cephane tedariği, askeri ve siyasi eğitim uygun konut, bunlar ve diğer ihtiyaçların karşılanması için para, hazırlıkların tamamlanmasından sonra yurda dönüş için gemi bulmaları gerekiyordu. Ayrıca Küba’da kalan devrimci güçlerle ve kendi politik yapılarıyla da ilişkiyi koparmamaları gerekiyordu. Tüm bunları yaparken Meksika polisini ve Batista rejiminin ajanlarını da dikkate almak zorundaydılar. İrade, inanç ve kararlılık galip gelir ve tüm bu zorlukların aşmayı başarırlar.

 Fidel Kastro ile Che’nin tanışması ve Che’nin özgürlük ordusuna dahil olması da bu döneme rastlar.

Tıp öğrenimine ara vermiş olan Che, biyokimya uzmanı olan arkadaşı Alberto Granadas’la birlikte altlarında “toplama” bir motorsikletle Latin Amerika ülkelerini keşfe çıktıkları sırada, Küba’da yaşanan Moncada saldırısıyla ilgili haberler duymuştur. Bir süre sonra da moncada saldırısından sağ kurtulan  ve ülkeyi terk etmek durumunda kalan bazı 26 Temmuz Hareketi üyeleriyle tesadüfen aynı pansiyonda karşılaşırlar ve ilk olarak 26 Temmuz Hareketi’ni bu sürgün Kübalılardan duyar. Che’nin Meksika’ya gelmesiyle sürgün Kübalılar ile ilişkisi artar ve Raul Kastro ile arkadaş olurlar. Böylece 26 Temmuz Hareketi’nin lideri Fidel Kastro ile tanışmalarının kapısı da aralanmış olur.

Zaman dardır, o nedenle kaybedecek zaman da yoktur. Ulaşabileceği insanlara ulaşmak ve bir an önce Küba seferine çıkmak istemektedir Fidel. Che ile tanışmaları uzun sürmez. 1955 Ağustosunda Maria Antonia Gonzoles’de Palama’nın Mexsico City’de Amparn sokağı, 49 nolu evde, Che Fidel Kastro ile tanışır. O geceyi Che şöyle anlatır: “Bütün gece Fidel ile konuştum. Güneş doğarken, gelecekteki seferin doktoru olmuştum. Tüm Latin Amerika’da edindiğim deneyimlerden ve Guatemala’daki darbeden sonra, zorbalığa karşı başlatılacak bir devrime katılmaya bende ilgi uyandırmak zor olmamıştı. Fidel’in üzerimde bıraktığı izlenim olağanüstüydü. En güç sorunları bile cesaretle ele alıp çözüyordu.  Meksika’dan ayrılıp Küba’ya gidince savaşacağına ve bu savaşın zaferle sonuçlanacağına sarsılmaz bir inancım vardı. Onun iyimserliğini paylaşıyordum. Bir şeyler yapmak, mücadele etmek, bir yerlere varmak zorunluydu. Ağlayıp sızlanmaktan vazgeçmek savaşmak zorunluydu” diyecektir.  O gecenin sabahında Che’nin eşi Hilda’nın da hayat akışı değişecektir. Hilda, daha sonra “Eşimi Küba devrimine kaptırdım” der.

 Kastro içinde bulunduğu durumu şöyle özetliyordu:  “1956 yılında ya özgür olacağız ya da kahramanlar gibi öleceğiz!”

 Yaşanan bir çok aksiliğe rağmen Küba’ya hareket etmek için kararlaştırılan gün geldiğinde 82 yiğit devrimci Granma adlı küçük tekne ile yola çıkarlar. Granma adlı tekne yüzmekten çok batmaya meyillidir. Çünkü her tarafı dökülmektedir. Bu da yetmezmiş gibi bir de kapasitesinin üstünde yükü vardır. 82 düş yolcusunu maceracı bir yolculuk beklemektedir. Hedefleri Sierra Maestra dağlarına çıkmak ve burada bir üs kurmaktı. Bu arada ülkede kalan arkadaşları gelecek olan teknenin yükünden haberdardırlar ve ne yapılması gerektiğini biliyorlardı. Kastro ve arkadaşlarının karaya çıkışını kolaylaştırmak için eş zamanlı eylemler ve baskınlar yapılacak ve böylece Batista güçlerinin dikkati dağıtılacak, karşı saldırı önlenecek, Granma yolcularının hedeflerine emin adımlarla yol almaları sağlanacaktı. Ancak işler istedikleri gibi gitmez ve aksilikler yaşanır. 2 aralık 1956 günü Küba kıyılarında bilinen yere yanaşılır ve yakınlarından geçmekte olan ticaret gemisi bunları fark eder ve telsizle Batista güçlerine bildirir. Batista güçleri kokuyu almıştır ve hiç vakit kaybetmezler. Pusuya düşürülmüştür Küba’nın kurtuluşunu ve geleceğini sırtında taşıyan Granma’nın düş yolcuları. Küba halkı, bu saldırıda 65 yiğit evladını kaybeder. Fidel Kastro 82 kişilik savaşçısının 65’ini bu pusuda yitirmiştir. Ancak hiçbir güç hedefine kilitlenmiş bu iradeyi yolundan alıkoymaz ve ölümün kıyısından 17 kişi üç-beş kişilik gruplar halinde, önceden belirlenen Ramon Peres’in çiftliğinde buluşurlar.  

Fidel ve 17 arkadaşı “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” düsturuyla yönlerini Sierra Maestra dağlarına çevirirler. Bundan sonraki karargahları olmuştur Sierra Maestra. Kırdan şehre kesintisiz yolculukları da böylelikle başlamıştır.

Hazırlık ve sıkı bir eğitimin ardından Ocak 1957’de ilk saldırılarını La Plata savaşı, Kastro ve arkadaşlarının yaptığı ilk başarılı saldırıdır. Zafer ve kazanımlar birbirinizler. Alan hakimiyeti ve kurtarılmış bölgeler yaratarak ilerleyişlerini sürdürürler.

Günden güne büyüyen gerilla ordusu kollara bölünerek farklı alanlara gönderilirler. “Dördüncü Kolon” adı verilen birliğe ise Ernersto Che Guevara komuta etmektedir.

Binbaşı Ernesto’nun Dördüncü Kolon’u Batista güçlerine ciddi darbeler vurur. Che’nin Dördüncü Kolon’u bununla yetinmez. En çok ihtiyaç duydukları ve bir türlü gerçekleştiremedikleri, Küba halkını doğrudan bilgilendirebilecekleri imkanı da böylece yakalamış olurlar. “Radyo Rebelde” (İsyan Radyosu) adına yakışır şekilde işlevine başlamıştır. Hiç susmayacak olan bu ses dağın zirvesindeki yerini almıştır.

Batista rejimi tarafından yalan, dolan ve demogojiyle zihinleri köreltilen Küba halkının yaşamına dupduru bir sesle girmiştir “Radio Rebelde”! Fidel Kastro’nun Radio Rebel’de konusundaki izlenimleri “…bize gerçekten halka seslenme veren tam bir yığın yığın haberleşme aracı oldu… Radyomuzu hiçbir konuda tek kelime yaşan söylemedi, hiçbir gerçeği olduğundan başka türlü göstermedi, şişirmedi, boyamadı… pek zorlu bir dönemde, bu radyo istasyonunu kurabilmek için olağanüstü güçlüklere katlanan Che Guevara’nın ileri görüşlülüğüne, zekasına pek çok şey borçluyuz.” diyecektir.

26 Temmuz Hareketi güçlenip Batista rejimini tehdit eder hale geldikçe, sömürgeci güçler kara propaganda da sınır tanımaz, her türlü yalan ve iftirayı sonuna kadar kullanır. Bunun böyle olmadığını sergiledikleri pratikte gösterecektir isyan ordusu. Fidel Kastro bu konuda şöyle diyecektir:…”tutsakları öldürmüyordu, çünkü katillerin, cellatların aşağılık ‘kahramanlık’larına karşı savaşçılarımız gelecek kuşaklara örnek olacak insanca davranışlar içinde olmalarını istiyorduk… tutsakları serbest bırakıyorduk, çünkü özgürlüğe kavuşturduğumuz her tutsak, tiranlığın propagandalarının ne kadar asılsız ve yalanla dolu olduğunu gösteren birer tanık oluyordu.” İsyan ordusu bu yaklaşımın karşılığını kısa süre sonra almaya başlayacaktır. Kışlalarda verilen eğitim ve sömürgeci güçlerin propagandasının da etkisiyle kafaları karışan Batista askerleri, durumun hiç de anlatıldığı gibi “kudurmuş, kan içici haydutlar” olmadıklarını, aksine ülkesine, halkına ve devrime inanmış,  ülkesi ve halkın çıkarlarından başka hiçbir çıkar gözetmeyen insanlar olduklarını görürler. Salıverildiklerinde ve birliklerine döndüklerinde gerilla ordusunun propagandasını yapar hale gelirler. Bu durum Batista ordusunda bozgun ve çözülmeyi kaçınılmaz hale getirir.

”Sen taşa, duvara, toprağa yaz, biz bulur okuruz” diyen Jose Marti’yi mahçup etmez köklerinden beslendiği kaynak. Ve sloganlarını ülkesinin ve dünyanın taşına, toprağına, yüreklere mıh gibi çakarak ilerler Fidel’in isyan ordusu. “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… /savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa/ ve silahlarımız elden ele geçecekse/ ve başkaları mitralyöz sesleriyle/ savaş ve zafer naralarıyla/ cenazemize ağıt yakacaksa ölüm hoş geldi safa geldi!” demektir bunun adı.

 Setler ve faşist barikatlar yıkılmış, su yatağını bulmuştur. İsyan ordusu kartopu gibi büyüyüp devleşerek kırdan şehirlere akar. “Anlatmanın en iyi yolu yapmaktır” diyen iradeyi boşa çıkartmaz Jose Marti’nin yoldaşları.

 “Hasta la viktoria siempre!” (Hep ileri, zafere kadar) Patria o muerte!” (Ya vatan, ya ölüm!) “Venceremos” (Yeneceğiz!) diyen Fidel Kastro’yu doğrulamıştır tarih.

 Ateşin, barutun ve aklın birlikteliğinden bir tarih yazdılar, adına da Küba Sosyalist Halk cumhuriyeti dediler.

 1 Ocak 1959 Küba devrimi ezilen, sömürülen büyük insanlık için umut olmaya ve yol gösteremeye devam ediyor.

Viva Küba! Yaşadın Küba!

Sinan Tepe, 2 No’lu F Tipi Cezaevi C8-91 KOCAELİ

15.08.2019

Girişteki şiir : Tevfik Fikret

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.