Pandemide Türkiye sağlık sistemi: Prof. Dr. Mehmet Zencir sorularımızı yanıtladı

0
473

Odak Dergisi olarak pandemi sürecini, pandemi sürecinde sağlık emekçilerinin yaşadığı sorunları Prof. Dr. Mehmet Zencir ile konuştuk. Kendisiyle yaptığımız röportajı aşağıda yayınlıyoruz:

Odak Dergisi: “Bu pandemi nereden çıktı” diye sormayacağım. Dünya için, daha doğrusu ekosistem için pandeminin çıkışı normal mi? Bekleniyor muydu?

Mehmet Zencir: Evet, pandemi bekleniyordu. Fakat hangi etken (virüs) pandemi yapar kesin değildi. Neden bekleniyordu sorusunun yanıtı daha kritik. Artık herkesin öğrendiği bir gerçek var. Pandemi herhangi bir bulaşıcı hastalığın, insanlarda ilk kez görülmesi, Covid-19 özelinde söylersek hayvanlardan insanlara geçmesi, daha sonra insandan insana bulaşması, daha sonra da yerelden başlayarak tüm kıtalara yayılması anlamı taşıyor. Hayvanlarda hastalık yapmadan da bulunabilen mikroorganizmaların, insanda hastalık yapabileceği gerçeği… Bu durum insanlarla hayvanların yakın temaslarının artması anlamını taşıyor. İster evcil olsun isterse yaban hayvanları (vahşi yaşam diye de biliniyor) olsun temasımızın artması gerçeği. Evcil hayvanlar daha kontrol altında, önlemleri daha rahat alabiliyoruz. Sayıca çok fazla değilse. Ama endüstriyel hayvancılıkta olduğu gibi binlerce, on binlerce hayvanı bir araya getirdiğimiz koşullarda yine bulaş, ardından salgınla karşılaşabiliyoruz. Burada sorun hayvanların doğal koşullarına müdahale edilmesi, çok sayıda hayvanın bir araya getirilmesi, tek tip beslenmesi, atıklarının içinde yaşaması, yoğun antibiyotik kullanılması vb. nedenler. Tahmin edeceğiniz gibi ilk akla gelen pandemi domuz gribi dediğimiz H5N1 salgını. On binlerce domuzu yukarda sıraladığımız koşullarda bir araya getirdiğinizde -kalabalık mekanlar diye düşünebiliriz- domuzlar arası virüs hareketliliği hızlanıyor, 50-60 yılda beklenen mutasyonlar çok daha kısa sürede karşımıza çıkabiliyor. Daha önce hastalık yapmayan virüs hastalık yapar hale gelebiliyor. Sonra hayvandan insana geçişin gerçekleşmesi gerekir. Bu da kritik. Kendi küçük çiftliğinde, köy evinde az sayıda hayvan yetiştiren köylüler değil endüstriyel hayvancılık yapan çiftliklerde çalışan işçilerde salgın başlıyor. Mülksüzleştirilen küçük köylünün işçileşmesi sonucu kapitalist çalışma rejimi ile günün büyük bir kısmında hayvanlarla bir araya gelen işçiler, işçi sağlığı ve iş güvenliği olmayan çiftliklerde, uzun süreli ve yoğun çalışma ile hastalığın bulaşması için riskli hale gelebiliyor.
Yaban hayatına müdahale de pandemilerin ardında yatan nedenlerden… Pandemi yapmasa da yaban hayvanlarından geçen zoonotik hastalıkların artışı görülüyor. Endemik, yani bölgesel artışın olduğu çok sayıda bulaşıcı hastalık var (Tularemi, Lassa, Nipah ateşi, KKKA gibi). Hava yolu ile bulaş devreye girdiğinde küresel yayılım öne çıkabiliyor. Bazıları daha çok kan yolu ile yiyeceklerden, temas ile bulaş nedeniyle daha sınırlı coğrafyalarda kalabiliyor. En son tanık olduğumuz salgın SARS, MersCo, Ebola, Zika olmuştu. Burada açılması gereken konu yaban hayatına müdahale nedir olmalı? İlk akla gelen ormansızlaştırma. Bu çok değişik nedenlerle karşımıza çıkabiliyor. Doğrudan orman ürünlerinin ticareti yanında madencilik, endüstriyel tarım, Türkiye örneğinde olduğu gibi güvenlik bahanesi ile… Sağlıksız gıdaların da salgınlar için büyük risk taşıdığını not etmeliyiz.

O.D: Bundan sonra da pandemilerle karşılaşma potansiyelimiz nedir? 

M.Z: Tabii ki, pandemiye zemin hazırlayan koşullar değişmediği sürece pandemileri göreceğiz. Yeri gelmiş iken insandan insana geçiş neden hızlı oluyor ve önlenemiyor sorusuna da yanıt vermeliyiz. Küresel insan, gıda ve hayvan dolaşımının (hareketliliğinin) arttığını, yoğunlaştığını ve hızlandığını biliyoruz. Bu nedenle herhangi bir coğrafyadaki bulaşıcı hastalık kısa sürede küreselleşebiliyor, pandemik hale gelebiliyor. Uluslararası ticaretin artması kritik. İkinci yanıtımız, metropolleşen kentler. Son Covid-19 salgınında gördüğümüz gibi dev kentlerde yaşıyoruz. Nüfus yoğunluğu çok fazla. Kent genelinde, fabrikalarda, ulaşım araçlarında, toplu yaşam alanlarında, binalarda, okullarda, şantiyelerde, ibadethanelerde, pazaryerlerinde, evlerde, özetle kentin her yerinde. Özellikle işçi sınıfının yaşadığı mekanlarda nüfusun daha yoğun olduğunu not etmeliyiz. Bununla birlikte bu kentlerde yeşil alanların yokluğu da kritik önemde. Açık alanda değil doğadan uzak kapalı alanlarda bir araya geliyoruz. Bu kapalı mekanlarda artmış temas virüs bulaşını tetikliyor.
Çalışma rejimin koşulları (uzun süreli ve yoğun çalışma, düşük ücret, olmayan işçi sağlığı hizmetleri, ulaşım koşulları vb.), güvencesizleştirme, derin emek sömürüsü ve yağması da enfeksiyon hastalıklarına karşı direnci azalan işçi sınıfı gerçeği ile bizi yüz yüze getiriyor. Bu da hastalıkların yayılması için ciddi tehdit oluşturuyor.

O.D: Türkiye ya da AKP iktidarı, pandemi sürecini nasıl yürüttü? Buna yönelik neler söylemek isterseniz?

M.Z: Tek kelime ile kötü. Tercihi neredeyse sermaye birikimini öncelemek oldu. Adı konulmamış sürü bağışıklığı stratejisi. Önlemlerin masrafına katlanmak istenilmedi. Toplumsal hareketliliğin kısıtlanması, çalışma rejiminde önlemler (daha az kişi ile daha az süreli çalışma, uygun havalandırma sistemi, nitelikli maske kullanımı, hijyen) oldukça yetersizdi. Dahası bulaş olan kişileri saptamaya  yönelik hızlı testler, erken vaka saptama, izolasyon, temaslı izlemesi ve ekonomik-sosyal destek, barın koşullarının düzenlemesi gibi önlemler yok sayıldı. Salgın hastanede karşılandı. Oysa sahada karşılanıp, kişilerin hasta olmasını önlemeye yönelik önlemler devreye sokulmalıydı. Yatırım yapılan hastaneler, özellikle şehir hastanelerinin şatafatına kapıldı, halk sağlığı perspektifi yok sayıldı. AKP hükümetinin tedaviyi önceleyen politikaları pandemide de karşımıza çıktı. Unutulmaması gereken neoliberal sağlık politikaları ile sağlık hizmetinin doğasının değiştiği, buraların işletmelere dönüştüğü gerçeği… Hal böyle olunca işletme tıpkı fabrikalar gibi salgın kontrol çalışmalarını yürüttü.  Pandemi bitmeden neredeyse 2020 mayıs ayı ile birlikte hastaneler eski düzenine (işletme haline) döndü. Devasa hastaneler, başta şehir hastaneleri salgını daha da büyüten mekanlar haline geldi. Hastanelerde salgın kontrolüne yönelik önlemler maske ve giysilerle sınırlı oldu. Havalandırma, hastane içi transfer, dönüşümlü çalışma vb. önlemler bir türlü devreye sokulmadı. Sağlık emekçileri ve hizmetten yararlanan hastalar birbirleri için bulaş kaynağı haline geldi.
Birinci basamaktaki Aile Hekimliği sistemi de salgın kontrolünü neredeyse imkansız hale getirdi. Aile Sağlığı Merkezleri’nde çalışan Aile Sağlığı Birimleri sadece listesinde bulunan kişilerin tedavi edici ve bireysel koruyucu hizmetlerinden sorumlu olup, bu görevi de bir aile hekimi ve bir aile sağlığı çalışanı yerine getiriyor. Toplumsal koruyucu hizmetler kapsam dışında. Covid-19 pandemisinde gördüğümüz gibi olmazsa olmaz özellik taşıyan filyasyon çalışması ne yazık ki görevler arasında yer almıyor. Yani enfeksiyon kaynağını saptamak için kişinin yaşam ortamı, çalışma ortamı ve toplumsal hareketliliğinin incelenmesi, hastalığı kimden kaptığı, başka temaslı kişiler var mı, bu kişilere hangi önlemeler alınacak vb. hizmetler görevleri değil. Yani toplumla, saha ile bağlantısı koparılmış bir hizmet. Çünkü hizmet bölge tabanlı değil, sadece liste ile sınırlı ve sadece tedavi ve bireysel korunmadan ibaret. Fark edeceğiniz gibi oldukça sınırlı bir sağlık çalışanı, artık buna ekip demek bile mümkün değil. Filyasyon örneğinde olduğu gibi toplumsal koruyucu hizmetler işlevi de Toplum Sağlığı Merkezleri ile İlçe Sağlık Müdürlüğü’ne bırakılmış. Bu birimler daha geniş nüfusa bakıyor ve kadrosunda çok az çalışan var. Dolayısıyla saha da aktif filyasyon hizmeti yapma olanaklarına sahip değiller. Bu sıkıntıyı aşma, ancak diğer kurumalardan sağlık çalışanı görevlendirme ile mümkün oldu. Pandemi dönemi boyunca diş hekimleri, diş teknisyenleri, sağlık çalışanı olmayan öğretmen, vb. bir çok kişi bu işlev için görevlendirildi. Sahadan bihaber kişilerle filyasyon yürütmeye çalışıldı. Tabii ki sadece etkili olup olmadığını bilmediğimiz ilaç dağıtma ile sınırlı kalındı. Erken vaka bulmaya yönelik risk gruplarına periyodik taramalar oldukça yetersiz oldu. Hızlı testleri devreye hale sokamadık. PCR tanısına dayalı test stratejisi mikrobiyoloji laboratuvarı çalışanlarının tükenmesine yol açtığı gibi, sağlık hizmetleri için kritik önemdeki diğer sağlık sorunlarıyla ilgili testleri de zora soktu. Daha da uzatılabilir, özetle neoliberal sağlık politikaları ile şekillenen sağlık hizmetleri pandemiyi önleyemedi, kontrol de edemedi. Tek adam rejimi de sermaye birikimini kesintiye uğratmayan stratejiyi benimsedi ve uyguladı diyebiliriz.

O.D: Bu süreçte sağlık emekçileri birçok sorun yaşadı. Salgından dolayı yaşamını kaybeden sağlık emekçileri oldu, fiziksel şiddete maruz kaldılar, mesaileri ödenmedi. Bütün bunlara yönelik değerlendirmeleriniz nedir?

M.Z: En özet haliyle tükendi, öldü! Kötü yönetilen salgının faturasını en ağır ödeyenlerden biri de sağlık emekçileri oldu. Pandemi boyunca 550’den fazla sağlık emekçisi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Hem de bunların büyük çoğunluğu bilgilerimizin daha az olduğu pandeminin erken döneminde değil! Pandemi bilinir hale geldiğinde, önlemler netleştiğinde sağlık emekçileri ölmeye devam etti, hem de daha çok. Oysa dünya örnekleri sağlık emekçisi ölümlerine erken dönem daha fazla tanıklık etmişti. Bu durum salgının kötü yönetildiğinin yansıması olarak anlaşılmalı. Başta hastaneler olmak üzere sağlık kurumlarının bile güvenli hale getirilmediğini, DSÖ, ILO ve OSHA tarafından dile getirilen önerilerin kağıt üzerinde kaldığını söyleyebiliriz. Kamuoyuna daha çok Kişisel Koruyucu Donanım (siperlik, maske, gözlük, önlük vb.) eksiklikler yansıdı. Bunlar doğruydu, ama dağıtılan KKD nitelik sorunu hiç tartışılmadı. Keza hasta başvuruları, hastane içi transfer, triaj, dönüşümlü çalışma düzeni, periyodik testler, temaslı izlenmesi, hasta ve temaslıların barınma koşullarının düzenlenmesi, temiz hastane vb. önemli önlemlerdi. Yine sağlık emekçilerinin salgın yönetiminde söz sahibi olması da mümkün kılınmadı. Hastanelerin İşçi Sağlığı hizmetleri için dahi antidemokratik yaklaşım öne çıktı. Üstüne üstlük 2012 yılında çıkan ‘İş Sağlığı ve İş Güvenliği’ Kanunu’nun kamu hizmetlerinde bütünüyle yaşama geçirilmesi Temmuz 2020’de bir kez daha ertelendi, hem de 3 yıllığına. Sağlık emekçilerine pandemi döneminde İşçi Sağlığı hizmetleri gerekli değil denmiş oldu, biline biline bu önlemlerin alınmaması , önlenebilir ölümlerin engellenmemesi en sade anlatımla yaşam hakkı ihlalidir. Daha politik dil ile söylersek işçi cinayetidir, sosyal cinayettir. Sorumlusu kolektif sermaye devlettir.

Covid-19’a bağlı sağlık emekçisi ölümleri aynı zamanda pandeminin kontrol edilemediğinin kanıtıdır. Covid-19 bulaşan on binlerce insanın erken aşamada saptanmaması toplu yaşam ortamlarında hastalığı yaymasının da göstergesidir. Nitekim hayatını kaybedenler arasında işyeri hekimlerinin fazla olmasını, fabrikalarda alınmayan önlemler, ölüme terk edilen işçi sınıfı diye de okumalıyız.
Fiziksel şiddet, mobbing, ödenmeyen ücretler, Covid-19’un meslek hastalığı olarak kabul edilmesi için illiyet bağının aranması, uzun süreli ve yoğun çalışma, baskılar ve işten çıkarmalar bu dönemin öne çıkan sorunları oldu.

O.D: Pandemi halkın düşünce ve davranışını, özel olarak da çalışma sistemini, nasıl etkiledi? 

M.Z: Pandeminin erken döneminde kaygılar daha fazlaydı. İlerleyen dönemlerde bu kaygı biraz daha azaldı. Pandemi yorgunluğu diye adlandırılan bir döneme girildi. Bulaş olduğu biline biline işçilerin çalışmaya zorlanması, önlemlerin alınmaması, ücretsiz maskenin dağıtılamaması, işten çıkarılma, ücretlerde kesinti, ücretsiz izinler, ekonomik ve sosyal destek verilmemesi vb. kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri görünür kıldı. Geçimi sağlamak amacıyla Covid-19 olma, temaslı olma saklanmak zorunda kalındı. Yaşanan güvencesizliğe bir de sağlık güvencesizliği eklendi. Öfke arttı. En önemli sorunlardan biri de güven sorunu idi. Toplumun hükümete, salgını yönetenlere, ilaç endüstrisine güvensizliği öne çıktı. Yalan-dolan haberler ile toplumun kafası çok karıştırıldı. Bu zor dönemde dayanışma yerine içe çekilme, yalnızlaşma hakim oldu. Fiziksel mesafe kavramı ‘sosyal mesafe’ olarak kullanılarak istismar edildi. İnsanlar birbirinden uzaklaştırıldı. Oysa derinleşen bu kriz döneminde daha çok bir araya gelmeye ve birlikte mücadeleye ihtiyaç vardı.

O.D: Pandemi dünyada ve Türkiye’de politik amaçlarla nasıl istismar edildi? 

M.Z: Dünyanın her yerinde pandemi toplumsal muhalefet güçlerinin baskılanması için bahane olarak kullanıldı. Kolombiya örneğinde olduğu gibi Barış süreci istismar edildi. Gerilla güçleri ve toplumsal hareketlere bağlı 250’den fazla aktivist katledildi. Sokağa çıkma yasakları bunun için fırsat olarak kullanıldı. İşçi sınıfının grevleri yasaklandı, sağlık krizi bahanesi ile ücretlerin ödenmesi, ücret artışları engellendi, uzun süreli ve yoğun çalışma dayatıldı. Durmak bilmeyen doğa talanını da bunlara eklemeliyiz. Türkiye’de de savaş ve çatışma ortamından vazgeçilmedi, operasyonlar dur durak bilmeden devam etti. LGBTQ+’ler damgalandı, pandemiden sorumlu tutuldu. Homofobik düşünceler toplumla paylaşıldı. Kadın özgürleşme mücadelesi ve kadın hareketinin kazanımları yerle bir edildi. Esnek çalışma rejimi dayatıldı.
 

O.D: Pandemi ticari amaçlarla nasıl istismar edildi?

M.Z: Pandemi dönemi kapitalizmin her şeyi nasıl fırsata çevirebileceği konusunda çok önemli örnek oldu. Salgının kontrolü için kritik önemde olan aşının üretimi ve dağıtımındaki eşitsizlikler ve ayrımcılıklar sermayeyi deşifre etti. Patentin kaldırılmaması, aşının hızla üretilmesi ve tüm insanlara hızla eriştirilmesi sağlanamadı. Bulaşın en yoğun olduğu dönemde üretim hiç hız kesmeden devam etti. İşçi sınıfı ölüme terk edildi.

O.D: Son süreçte Avrupa’ya ciddi bir hekim göçü yaşanıyor. Bunu sizler nasıl açıklıyorsunuz?

M.Z: Yukarıda kısmen sağlık hizmet üretiminin koşullarından bahsetmiştim. Buna birkaç şey daha eklemeliyim. Birincisi: OHAL-KHK dönemi nedeniyle atanmayan sağlık emekçileri gerçeği halen devam ediyor. Bu arkadaşlarımız iş bulsa da patronların iki dudağı arasında. İşini özgür bir şekilde, toplum yararına yapamaz halde. Kendi bildiği sağlık hizmet üretimini yaşama geçiremiyor. Patronun öncelikleri, daha çok para kazandırma baskısına maruz kalıyor. İkincisi, Sağlıkta Dönüşüm programı nedeniyle sağlık kurumları işletmeye dönmüş durumda. Bu işletmenin patronları ister devlet olsun isterse özel sağlık sektörü patronları olsun emek maliyetini düşürme yönlü ciddi baskı yapıyor. Kışkırtılmış talep ile iş yükü her geçen gün artıyor. Temel ücret yerini alan performans tüm sistemi kilitlemiş durumda. Buna bir de liyakatsiz yöneticileri eklediğinizde işin içinden çıkılmaz durumda. Üçüncüsü sağlık ortamında artan şiddet, SABİM şikayetleri, sürekli soruşturma geçirme ve malpraktis davaları (doktor hatasına bağlı tazminat davaları), yöneticilerin ayrımcı tutumu diyebiliriz. Dördüncüsü derinleşen krizin yansımaları. Ekonomik ve siyasal kriz, şiddet ortamı, ekolojik talan vb. gelecek kaygısını tetikliyor. Tıp eğitiminin oldukça uzun olduğunu düşündüğümüzde, verilen yoğun emeğe karşı geçim sorunun yaşanması, mesleki özerkliğin kaybı, ülkenin genel kaotik ortamı hekim göçü eğilimini artırıyor. Avrupa ülkelerinde istihdam edilebilme olanaklarının artması bu motivasyonu daha da artırıyor.
 

O.D: Son söz olarak neler söylemek istersiniz?

M.Z: Yeniden pandemiye dönersek, pandemi bizler için yaşanan birçok toplumsal ve ekolojik gerçeği görünür hale getirdi. Pandemiye zemin hazırlayan koşulların sadece Covid-19 yapmadığını, bir çok sağlık sorunlarının (bulaşıcı olmayan hastalıklar diye bilinen kanserler, kalp-damar sistemi hastalıkları, astım, KOAH, sindirim sistemi hastalıkları, nörolojik hastalıklar, psikolojik hastalıklar) da müsebbibi olduğunu gösterdi. Dahası bunca yatırıma karşı tıbbi hizmetlerin pandemiyi önleyemediği ve yayılmasını kontrol edemediğini de gösterdi. Pandemiler çağından çıkışın yolu daha net görüldü. Pandemilerle mücadele kapitalizm ile mücadeleden geçiyor. Toplumsal sağlık için tahakküm ve sömürünün olmadığı eşit ve özgür bir toplumsal düzen şart. Sağlık hizmetleri özelinde de kapitalistleşen tıp ve dayattığı neoliberal sağlık reformlarının alaşağı edilmesi, yerine sağlık emekçilerinin ve halkın sağlık hizmet üretiminin tüm aşamalarında (planlama, uygulama, değerlendirme, denetleme) özne olmasının yolunu açan bir sağlık sisteminin inşa edilmesi ertelenemez görev olarak önümüzde duruyor. Son dönem öne çıkan iki slogan ile özetleyebiliriz: ‘’Toplumsal Sağlık’’ ve ‘’Emek Bizim Söz Bizim’’

O.D: Bu güzel röportaj için size teşekkür ederiz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.