Sözüyle pratiği örtüşen devrimci: Che

0
983

Doğan Baran

21. yüzyılın belki de en tanınmış ve bilinen devrimcisi, bundan tam 55 yıl önce, 1967’de Bolivya’da savaşarak ölümsüzleşti. Geride, mirasların en güzelini; onurlu ve özgür bir yaşam mücadelesini tüm dünya halklarına bıraktı. Yaşamı, insanlığı, cesareti, özverisi ve inancı sayısız insan tarafından örnek alındı. 

Che hakkında bu zamana kadar çokça yazı yazıldı, çeşitli kitaplar yayınlandı. Filmler-belgeseller çekildi, şarkılar bestelendi. İlgilisi, küçücük bir araştırma ile öyle çok şeye ulaşabilir ki… Bu sebeple bizim bu yazıda anlatacağımız şey, onun yaşamına dair biyografik bir aktarım veya düşüncelerine ilişkin etraflı bir tartışma olmayacak, baştan belirtelim. Kişiliğinde örnek almamız gereken birkaç noktayı işleyeceğiz. 

O ve onun gibilerin atıldığı “serüvenler” büyük anlatılar ve hedefler ile yüklü oldu. Şimdi egemenlerin küçümsemeye çalışmasına, “çağ dışı” şeklinde tarifleme gayretlerine bakmayalım, onlar bu hayallerine sımsıkı bağlı kaldılar. Öyle ki, canlarını ortaya koyacak kadar… 

Küba devrimi önderlerinin, bugün de birçok insan tarafından bilinen, “Ya özgür vatan, ya ölüm”1 şiarı, işte böyle bir anlatı ve hedef idi. Yaşamlarını, büyük insanlığın yaşamına adamış devrimcilerin bu iddialı sloganı, devrimciliğin, sosyalizmin bir duygu, bir ruh, bir eylem halinden2 çıkarılıp kalıplara sıkıştırıldığı, içinin boşaltıldığı ve “akademikleştirildiği” günümüzde, belki de tekrardan üzerine düşünülmesi gereken en önemli şeylerden birisidir, diyebiliriz. 

İnsanlığın büyük idealleri, hayalleri ve bu yoğun duygu durumu kapitalistler tarafından sürekli tahrif edilmeye de çalışıldı. Özellikle de, 80’ler ve yoğun olarak 90’lar ile birlikte. Örneğin, Francis Fukuyama’nın, “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabı, 1992 yılında, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı o ilk yıllarda, tam da böyle bir istekle yayınlanmıştı. Neo-con3 siyaset bilimci Fukuyama gibilerinin görüşleri, “muazzam fikirler yumağı”4 gibi yorumlarla abartılıyor ve emperyalizmin apolitizm yüklü propagandası, toplumun dört bir yanında, Fukuyama gibi “düşünürler” vasıtasıyla temellendirilmeye çalışılıyordu. Hepsinin ortak noktası ise; “büyük anlatıların”, ideolojilerin sonunun geldiği, yeniden bir Ekim Devrimi’nin olmayacağı, “liberal dünya”nın tarihin son noktası olduğu görüşü idi. 

Egemenler, kavramları eğip bükmeyi, lehlerine yontmayı, içini boşaltmayı ve bu sayede toplum kesimlerini manipüle etmeyi iyi bilir. Yeni-liberal anlatı da tam olarak bunu yaptı. Çok özgürlükçülerdi! Propaganda ettikleri “özgürlük” ise aslında tutsaklıktan öte bir yaşamı nitelemiyordu. 

Siyaset, bilim, politika, felsefe, sanat bu uğurda araçsallaştırıldı. Liberalizmin “kendi yaşamına, kendi kararlarına yön verebilen”, “özgür” bireyleri yaratılmaya çalışıldı. Her koyunun kendi bacağından asıldığı bu “öğreti”, yaşama dikte edilerek toplum parçalanmaya, bireyler sürüsü haline getirilmeye çalışıldı. Tek kutuplu dünya, kutupların olmadığı bir dünyaymışçasına pazarlandı. Kapitalizm, kendi kullanışlı gündelik hayatını, yeniden ve yeniden kurmaya çalıştı. 

Bu dünyada ne Che’ye, ne öteki devrimcilere ne de devrimciliğe yer bırakılmaya çalışıldı. Varlığını dünya halklarına, ezilenlere armağan etmek “enayilik”; bireyci bir yaşam, şahsi kurtuluş ise “akıllılık” şeklinde tariflendi. Haliyle, “gemisini kurtarmaya çalışan” insandan başka bir şey bırakılmadı insana dair. Toplumsal çürüme, bu süreçte alabildiğine gelişti. Toplum, aslında birey olduğunu zanneden bir sürü haline getirildi. Haklar, özgürlükler törpülendikçe törpülendi. Mücadelenin eksikliği, yıllar geçtikçe güç dengesinin egemenlerden yana döndüğü bir dünya yarattı. Ve işte günümüz…

Aslında tüm yaşananlar, “tarihin sonunun” hiç de söz edildiği gibi gelmediğinin de göstergesi oldu. “Vampirlerin”5 yarattığı dünya, halkların cehennemi halini aldı: Savaşlar, açlık, sefalet, sömürü… İdeolojilerin yok olduğu dünya anlatısı, sermayenin ideolojisinden başka bir şey değildi. 

Kübalı devrimcilerin başta belirttiğimiz, “Ya özgür vatan, ya ölüm” sloganı büyük bir iddiaydı. Büyüklüğü, abartısından yahut gerçekleştirilemez oluşundan değil, insanın insanlaşma mücadelesine katkısı itibariyledir. Şimdi o insanlaşma mücadelesine, daha büyük bir şekilde sarılmaya ihtiyacımız var. Çünkü sistemin bireyinin, kof bir birey olduğu; kimsenin kendi seçimlerini yapabilecek kadar özgür olmadığı ortaya çıkarken; Che ve onun gibilerinin ortaya koyduğu kişilik ve ideallerin gerçek bir bireyi yaratabileceği, bir kez daha doğrulandı. 

Ölümünün üzerinden çok zaman geçti. Che, yaşarken, kurduğu büyük hayalleri gerçekleştirmek için canhıraş şekilde çalışan bir devrimci idi. Gerçek bir Marksist’di. Marksizmin, eylemek için düşünmek, yapmak için söylemek tarafına yani praksis yönüne oldukça uyuyordu. Onun ve onun gibilerin yaşamını incelemek, belki de eksik kaldığımız bu noktayı görebilmemizi sağlayacaktır. 

Che, devrimciyi, “bir başkasına atılmış tokadı, kendi yüzünde hissedendir” şeklinde tarifler. Bu duygu yüklü sözler belki de toplumculuğun, dayanışmanın en sade fakat en net ifadelerinden birisidir. Bu açıdan Che, gerçek bir insandı. Tutarlı bir hayat yaşadı. Bu yaşamı ile de milyonların gönlünde yer etti. 

Ülkemizin, dünyamızın, insanlığın her açıdan karanlığa doğru sürüklendiği bir süreçten geçiyoruz. Bu bizi mutlak bir umutsuzluğa düşürmesin! Aksine, nasıl bir zamanın içerisinde olduğumuzun bilincinde olalım ki, zorunluluğumuzu yani mücadele etme gerekliliğimizi kavrayalım. Bizlere kanıksatılan apolitizmin ruhumuzdan sökülüp atılmasını, dünyayı değiştirebileceğimiz hayalini tekrardan yüklenebilelim. Hayalleri olmayanın, umudu da olmaz.

Che’nin yaşamı ve pratiği oldukça öğreticidir. Ne yazık ki insanlık onu çok erken kaybetti. O kısacık yaşamında dahi, öyle büyük hazineler bıraktı ki bizlere. Babası Ernesto Rafael Guevara Lync, onu tariflerken şu sözleri etmişti: “Oğlumun nasıl ‘Komutan Che’ olduğunu anlamak için aile tarihimize bakmanız gerekir. Oğlumun damarlarındaki kan İrlanda isyancılarının, İspanyol fetihçilerinin ve Arjantin vatanseverlerinin kanıdır. Bu açıdan Che bizim huzursuz ve yurtsuz geçmişimizin izlerinin mirasçısıdır…” Evet, Che böyle bir isyancı idi. Bu büyük isyancıdan alacağımız çok şey var. Sonsuza dek komutan! 

D i p n o t l a r :

  1. “Patria o muerte” aslında “Ya vatan, ya ölüm” manasına gelmektedir ancak Türkçe’de çok zaman, “Ya özgür vatan, ya ölüm” çevirisiyle kullanılmaktadır. Biz de bu ikincisini tercih ettik.
  2. Mahir Çayan, “Kültür sorunu üzerine” isimli yazısında devrimciliği şu şekliyle tanımlar: Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir coşku, bir yurtseverlik duygusu olduğu çıkmayacak bir biçimde kafamıza kazınmalı. 
  3. Neo-conservatism, yeni-muhafazakarlık anlamına gelir. Fukuyama, ilgili kitabı yazdığında “neo-con” çevrenin önemli temsilcileri arasında yer alıyordu. Ancak 2000’li yıllarla birlikte, özellikle de Irak savaşının hemen ardından bu çevreden uzaklaşmış, Amerikan liberallerinin savunduğu görüşe yaklaşmıştı.
  4. Fukuyama’nın “kıymetli” eserini kamuoyuna takdim eden kişilerden birisi de NY Times yazarı William H. McNeill idi. Yazıdaki bu ifadeyi, 26 Ocak 1992 tarihli yazısında kullanmıştı.
  5. Marx, Kapital isimli eserinde sermayenin kendisi için bu metaforu kullanır. Bu kelime ile sermayedarları anlayabiliriz.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.