Türkiye’de Devrimci Mücadelede Kültürün Rolü ve 12 Eylül Sonrası Gelişmeler-2

0
1795

Sinan Tepe/ Kandıra F Tipi Hapishanesi

1970’lerde ülkemiz halen feodal toplum özellikleri gösteriyordu. İnsanlar ailelerinden, köyünden, toprağından, sokağından yani kökünden kopmamıştı. Bu köyünden kopmamışlık halinin kültürel şekillenişte çok önemli etkilerinin olduğunu görmek gerekir. Birey çevresiyle, ailesiyle ya da sülalesiyle, muhitiyle vardı ve her adımında çevresini gözetirdi. Onların sorumluluğunu üzerinde taşırdı. Bu, sol kültürün şekillenişinde de rol oynamıştır. Ayrıca belli bir çevrenin sayılan, sevilen bir üyesinin belli bir siyasal yönelimi benimsemesiyle o çevre bütünüyle aynı siyasal hareketin alanı haline geliyordu. Bu durumda isteyen istediği gibi hareket edemiyor, o bölgesenin kültürel dokusunu, değerlerini gözetiyordu. Bu da günümüzde yaygınlık kazanan lümpenvari serseriliğin önüne geçiyordu. Alan içindeki dayanışma ruhu, sevgi ve saygı ilişkileri böylesi çözülmemiş topluluklar içinde güçlü olurdu. 

Kapitalizmin toplumun yaşamına yeni yeni nüfuz etmeye başlaması, kültürel boyutta hakimiyetini henüz pekiştirememiş olması, “biz” olgusunu güçlü, “ben” ya da “birey” olgusunu zayıf kılan etmenlerdendi. Bu bir yönüyle olumluluk iken; grupçuluğu, bireyciliğe, yerelciliğe zemin oluşturduğu ölçüde de olumsuzdu. Bu içe kapanıklık hali, köy kültürü etkilerini, dayanışma, bağlılık, fedakarlık gibi olumlu insani özellikleri taşır, ancak değişime, yenilenmeye, otoritenin sorgulanmasına kapalıdır. 

1970’lerde her şeyden önce umut vardı. Farklı bir dünya yaratılabilineceğine dair inanç vardı. Küba devrimi, Avrupa’da esen 68 rüzgarı, Vietnam direnişi ve dünyanın üçte birinin kapitalizmden kopmuş olması kitlelerin ruh halini, güvenini güçlendiriyordu. Umut ne derece güçlüyse, coşku, heyecan ve kendini mücadeleye adamak o derece yüksek olur. Bugün yaşadığımız sorunların birçoğunun nedeni sosyalizm pratiklerinin hüsranla sonuçlanmasıyla beraber umudun yitirilmesi, geleceğe dair inancın zayıflamasıdır. 

1970’lerdeki solun en büyük sıkıntısı ise kendi toplumunun dinamiklerinden, gerçekliğinden, tarihsel birikiminden kopuk şekillenmesidir. Kapitalizmin bireyci, çıkarcı kişiliğinden uzak, köylü toplumsal özellikleri gösteren gençliğin kültürel şekillenişi muhaliflerin taban bulması açısından iyi bir ortam oluşturuyordu. Ancak böylesi bir toplumsal gerçeklik içinde kurtarıcılara bel bağlama, güçlü olana tabi olma kültürü baskındır. Bu durum sol örgütleri hedefleriyle tezat ilişkiler içine, kurtarıcılık rolüne sokmuştur. Kendi toplumunu yeterince tanımayan, anlamayan, gelenekten (toplumun tarihsel direniş ruhundan) yeterince beslenmeyen gençlik, dışarıdaki devrim rüzgarının coşkusuna kapılmış, onlara eklemlenmiş, başka ülkelerdeki devrim pratiklerini, teorik hattını olduğu gibi buraya uyarlamaya çalışmıştır. Uluslar arası komünist hareketteki kampların birer uzantıları olmanın çok ilerisine geçememişlerdir. Bu durum toplumdaki sol potansiyelin bu kamplar arasında (Rusya, Çin, Küba ve Arnavutluk, Troçkizm…) parçalanmasına yol açmıştır. Yürütülen mücadele esas olarak ideolojik mücadele adı altında birbiriyle rekabet ve çatışma üzerine oturmuştur. Aynı toplumsal cephede olan bu sol hareketler birbirlerini olumsuzlama üzerinden kendilerine alan açmaya çalışmış ve bu da solda çatışmaya, kirlenmeye neden olmuştur. Bu rekabet, çatışma hali devrim hedefini bile bulanıklaştırmış, dernekte, sokakta hakimiyet yarışına girerek enerji tüketilmiş, toplumsal destek ve güven de gittikçe zayıflamaya yüz tutmuştur. 

Sanayileşme, makineleşme köylülüğü hedef alırken durumu sarsılan, geleceğe dair güvensizlik duyan insanların sisteme tepkisini arkalayan devrimci güçler, ne yeterli deneyime ne de birikime sahipti. Bu durum 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle net bir şekilde ortaya çıktı. 12 Eylül 1980 darbesini 24 Ocak 1980 kararlarından ayrı ele almak doğru bir değerlendirme olmayacaktır. O kararları yaşama geçirmek için var olan anayasayı rafa kaldırmaları, toplumun da gözünü korkutmaları, direnç noktalarını ezmeliydiler. Darbeyle birlikte bunu da yaptılar. Tepkiler, karşı koyuş çok cılız oldu. Bunda 12 Eylül öncesi yaratılan kaos ortamının toplumda yarattığı güvensizlik, belirsizlik ortamınının payı büyüktür. Solun deneyimsizliği, yetersizliği durumu tersine çeviremediği gibi yaratılan ortama düşmekten de kaçınamaması sonucunu doğurmuştur. Bundan dolayı toplumun büyük çoğunluğu terörize edilen, can güvenliklerini riske eden ortamın bitmesi için içten içe darbeyi desteklemiştir. 

24 Ocak kararlarını darbe yapmadan yaşama geçirmeleri zordu. Çünkü toplumun anayasayla güvence altına alınan haklarına yönelik bir saldırıydı. Bu saldırılara toplumun sessiz kalmayacağı da açıktı. Darbenin koşulları egemen güçlerce yaratıldı. Sol bu durumu görüp uyanık davranamadı. İstemeseler de kendini kısır, yıpratıcı sokak çatışmalarının içinde buldu. 

1970’ler devrimciliğinin esas olumlu yönü, gençliğin özverili, paylaşımcı, ortaklaşmacı, feda ve siper yoldaşlığı ruhuydu. Günümüzün bireyci, çıkarcı, yoz kültürü henüz onların ruhuna işlememişti. Ancak teorik duruşları dışa bağıntılı, kendi topraklarından kopuk, grupçu, kendi yaşadığı toplumsal yapı üzerinden çözüm üretmek yerine dünya komünist hareketindeki parçalar arasındaki soyut tartışmalarla meşgullerdi ve bu da birbirine karşı şiddete dönüşebilecek kadar ileri giderdi.  Ufukları dar ve deneyimsizlerdi. Ozamanki grupçu dar zihniyetin, aşiretçilik gibi şekillenen kültürel darlığın yansımalarını bugün de görüyoruz. O zaman var olan gelenekler sıkışmış oldukları o dar zihniyetin çeperinin dışına çıkmakta zorlanıyor, bir türlü çıkamıyor. Yani 1970’lerin dönem ruhunu yansıtan dar grupçu zihniyeti, dışarıdan alınıp yama gibi ülkeye giydirilen teorik biçimleniş aşılamamıştır. 

12 Eylül 1980 darbe dönemine gelelim. Darbeciler, 24 Ocak kararlarının toplumda yaratacağı alt üst oluşun farkındaydı. İnsanların yaşamı tarumar olacak, ailelerinden, köylerinden, alışılagelen toplumsal ilişkilerden kopacaklardı. Şehire göç yeni sorunlar demektir. İnsanların içine düştüğü boşluk duygusu, güvensizlik, yalnızlık iktidar sahiplerince doldurulmazsa o iktidarı ellerinde tutma olanakları yoktu. Bir yandan da baskı, korku ortamının insanlarda yarattığı ruhsal çöküntüyü de hesaba katmak zorundaydılar. İnsanların kendilerini güvende ve güçlü hissetmeleri için onlara sığınacak limanlar oluşturulmalıydı. Kuran kursları, imam hatipler yaygın bir şekilde devreye sokuldu, dini grupların önü açıldı, yardımlaşma dernekleri adı altında dinsel motivasyon güçlendirildi. Körfez ülkelerinden akan para dini cemaatlere aktarılarak şehirlere doluşan kitlelere başını sokacakları, kendilerini güvende hissedebilecekleri sığınaklar oluşturuldu. Bunlar var olan düzen için toplumsal dayanak zemini yapıldı. Günümüzde ortaya çıkan toplumsal tablo da o zamanların sonuçlarıdır. Darbe ve darbe sonrası gelişmeler ABD ve Batı’dan bağımsız değiildi. Sovyetlere karşı hayata geçirilen yeşil kuşak projesinin de atılan adımlarla doğrudan ilişkileri vardı. Hem dünyada hem de ülkemizde komünizm tehdidini ortadan kaldırma veya daraltma projesi olarak dini cemaatlerin dernekleşmesi esas alınıyordu. Pakistan, Afganistan, Türkiye derken Taliban, El-Kaide, Işid, Nusra vb gibi, bu süreçte radikal İslamcı hareketler körüklendi. 

Herkesi böyle bir alana sıkıştırsalar irtica sistemleri için tehdit olacaktı. Bunu dengelemek için tersi bir kültür pompalandı. Bir yandan muhafazakarlık belli bölgelerde özellikle desteklenirken diğer yandan porno filmleri el altından satılmaya, açıktan sinemalarda, kahvehane köşelerinde gösterilmeye başlandı. Buna ek olarak futbol, popüler-yoz-tüketici eğlence kültürü yaygınlaştırıldı. Varoşlarda uyuşturucu gözönünde satılmaya başlandı. Köyünden, yaşadığı coğrafyadan kopmuş insanlar kendi kültüründen uzaklaşırken kimliksizliğin, şekilsizliğin, popülizmin içine sürüklenerek kültürel yozluğun içine hapsedilerek apolitize edildi. Böylece toplumun direnç noktaları iki yönlü bir yönlendirmeyle kırıldı. Laik yaşam adı altında şehirlerde oluşturulan “modern” yaşam alanı da muhafazakarlaşma önünde, daha doğrusu irtica karşısında bir güç olarak desteklendi. Aynı sistem birbirine zıt şeylerin önünü açarak toplumsal zeminini güçlendirmekten de geri durmadı. 

1970’lerde dünyadaki devrimlerin etkisiyle umutlanan, yeni bir dünya hayaliyle dolan gençlik, 1980’lerde emperyal kültüre özendirildi. Muhafazakarlıkla da bu durum dengelendi. Sol ise halen 1970’lerdeydi, ayakta kalma savaşı veriyor, gençlik romantizminin rüzgarında ajitatif söylemlere tutunuyordu. Farkında bile olmadan günbegün marjinalleştirildi, oluşturulan gündemin peşine sürüklendi, kendini değişen ülke ve dünya koşullarına uyarlayamadı. Kendini tekrar etmekten kurtaramadı. 

İnsanların korku çemberiyle otorite aramay sürüklendiği, kadının daha çok ezildiği, toplumun büyük kesiminin kimliğine yabancılaştırıldığı bir ortamda, kadın da erkek de ve bir bütün olarak toplum da sakatlanmış demektir. İçinde bulunulan bu girdap 12 Eylül ile daha da büyüdü. Sistemli bir hale getirildi. 

Sol bu durumdan nasıl etkilendi? 1970’lerdeki sol zaten sağlıklı bir zeminde şekillenmemişti. Kendini yetiştirme, dönüştürme, toprağıyla buluşturma şansı yakalayamadan 12 Eylül darbesiyle ezildi. Bu ezilmişlik hali kendini dönüştürme zeminini daha çok kaybetmesine yol açtı. İçe kapandı, değişime kapılarını daha çok kapattı, geçmişe tutunarak ayakta kalmaya çalıştı. Değişime yönelenlerin çabası da yeterli olmadı ve kendi gerçekliklerini görmekten uzak kaldılar. Bu durum sağ ve sol savruluşları beraberinde getirdi. 

12 Eylül’ün yarattığı yenilgi psikolojisi kendini gösterme, ayakta olduklarını ispatlama yönlü tavrı öne çıkardı. 1970’lerden devranınan rekabet, çatışma kültürü zaman zaman tekrarlanan nükseden hastalıklardan oldu. 1980’lerin ikinci yarısında toplumsal muhalefetin biraz canlamnması sola can suyu oldu. Ne var ki sol ne kendini ne de yaşadığı toplumu anlayacak birikime ve ufka sahip değildi. Böylesi bir dönemde Sovyetlerin dağılması tuz biber oldu. Bazı yapılar dünki savunu(cu)larına daha sıkı sarılsa da 12 Eylül’le çatlayan umut, Sovyetlerin dağılmasıyla kırıldı. Bu durumun yansımalarını sol ağır yaşadı. Sorunlara çözüm üretemediği ölçüde de daralma, içe kapanma yaşadı, bu da kültürel dejenarasyonu büyüttü. 

Cuntanın ezip güçten düşürdüğü sol, Kürt ulusal hareketinin 1984 atılımıyla toparlanma hamleleri yapsa da tekrar başa dönmekten kurtulamadı. Darbenin açığa çıkardığı boşluğu dolduran Kürt hareketi oldu. Cuntadan zarar görmüş kesimlerin desteğini ve sempatisini arkasına alarak iyi bir başlangıç yaptı. Otuz beş senedir yürütülen mücadelede her iki taraftan on binlerce insan öldü. Hayalet köyler, kasabalar oluştu. İnsanlar, dilini, kültürünü bilmediği alanlara sürüldü. Doğup büyüdükleri topraklardan, köyünden, kasabasından kopartılan yüz binlerce insan, açlığın, yoksulluğun, yürüme ve yozluğun kültürel erezyon çukurunun içine itildi. 

Sonuç Yerine

Ekonomik yapının çarpık şekillenişi solun yapısına da sirayet etti ve sol bir türlü kendini bulamadı.  Kendini dönüştürüp mevcut gerçekliğe uygun biçimlendiremedi. Sistemin toplum üzerindeki kültürel empozesinden sol da nasibini almıştır. 

Sovyetlerin dağılması, köylerin şehirlere akması, kır gerilla savaşının etkileri solun düşün ve duygu dünyasındaki yenilenme dinamiklerini de tahrip etmiştir. Yenilgi psikolojisi, umutsuzluk ve savruluşlara yol açarken, yeniden kendini toparlama adına güçlü adımlar atılamamıştır. Sol çekim merkezi olma özelliğini yitirmiştir. Varoş gençliğinin 90’larda tuttunma noktası olan sol, bünyesinde taşıdığı lümpen kültürün etkisiyle daha da ucubeleşmiştir. Toplumu yozlaştırma yönlü sistemin çabası sola kadar nüfuz etmiştir. Sol adına yapılanların, oluşturulan ilişkilerin bazı boyutlarıyla çetevari olduğunu görürüz. Her kesim bu lümpenleşmeden farklı biçimlerde etkilenmiştir. 

Günümüzde içine düşülen, yozlaşmanın ayrımında olanlar var ve bu konuda ciddi çaba sarfedildiği görüşüyor. Ancak sorunun temeline inilmediği için atılan adımlar yüzeysel kalıyor, güçlü kültürel dönüşümler sağlanamıyor. İnsanı sakatlayan iktidarcı, lümpen, grupçu zihniyetten ve kültürden sıyrılmadığımız ölçüde karşısında olduğumuz sisteme benziyor, onun bir parçası olmaktan kurtulamıyor, benzer ilişkiler üretiyoruz. Bu anlamda düşünme biçimimizi, kitlelerle ve kendi aramızda kurduğumuz ilişkileri gözden geçirmek zorundayız. Kitlelerin içine atıldığı yoz kültürel ortamın, bunun bizdeki yansımalarının farkında olarak kitlelerle yeni tarzda ilişkilenmeli, güçlü alternatifler sunmalıyız. Kitleleri merkeze alan, içine sıkıştırıldıkları düşünsel kalıpları kırmanın yolunu açan, kültürel yozlaşmanın temelini oluşturan tüketici, ötekileştirici, itaatçi kültürü yıkan bir yaklaşım oluşturmalıyız. 2

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.