“Ferman Sizinse Dersim Bizimdir”

0
351
Kapak Fotoğrafı: İlke Tv

Zübeyir Karakaya 

2025 Munzur Festivali dolayısıyla yaptığım Dersim ziyaretinde yerel bir dergide, bir eylemden alınmış fotoğraftaki “Ferman Sizinse Dersim Bizimdir” yazılı pankartı gördüm. Bu yazı bana Dersim halkının mücadeleci ruhunu, doğasını ve kültürünü sahiplenişini çarpıcı şekilde anlatıyordu. O yüzden bu ifadeyi başlığa taşımak istedim.

Bu yazıda, festival dolayısıyla bulunduğum Dersim’deki gözlemlerimi aktaracağım. Dersimin doğal alanlarının öneminden bahsedecek, güzel coğrafyasının ve insanlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri anlatmaya çalışacağım. 

Dersim’e ilk girdiğiniz anda bu bölgenin siyasi atmosferini hissedebiliyorsunuz. Şehre girdiğinizi ilk anladığınız yer jandarma kontrol noktası! Dersim buradan sonra başlıyor. Sokaklarının ve insanlarının hafızası var. Yıllardan beri verilmiş ve verilmekte olan mücadelelerin bıraktığı bir his var sanki insanlarında ve sokaklarında. Şehrin hangi ilçesine giderseniz gidin Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi devrimci önderlerin figürleri ile karşılaşıyorsunuz. Ya bir duvarda isimleriyle, ya dükkanlardaki poster ve resimleriyle ya da parklarda, merkezlerde, caddelerde…

Dersim halkının sıcakkanlılığı ve misafirperverliğinin yanında politik bilincinin gelişmiş olduğu; doğasına, kültürüne ve tarihine sahip çıkan bir halk olduğu anlaşılmaktadır. Dersim’in sokaklarının ve dağlarının bir toplumsal hafıza ve direniş ruhunu barındırdığı görülmektedir. Munzur gözeleri, dağları ve ormanları Dersim’in sadece doğal varlıkları değil. Aynı zamanda kültürel, tarihsel ve kutsal alanlarıdır.

Fakat Dersim’in bu eşsiz doğasına, kültürel mirasına ve değerli insanlarına uzun zamandır çok yönlü bir saldırı da başlatılmış halde. Bu saldırının temelinde kâr hırsıyla doğayı sömürmek ve doğa üzerinde tahakküm kurma isteği yatmaktadır. Bu zamana kadar sömürülmeye, yok edilmeye çalışılan bu güzel coğrafya, uygulanmak istenen yeni maden yasası ile şimdi çok daha derinlikli bir biçimde yok edilme riski ile karşı karşıya kalmıştır.

Dersim topraklarının üçte ikisi maden şirketleri için tescillenmiştir. Maden şirketleri bölgeye “kalkınma” vaadiyle geliyor. Elbette bu tamamen yalan. İliç’te yaşananlar hala hafızalarımızda. Çevremizin, doğamızın ve insanlarımızın canının kâr odaklı neo-liberal politikalar ile sermayeye nasıl peşkeş çekildiğine dair derin örnekler bulabileceğimiz İliç’te, Kanada-ABD ortaklığında kurulan Anagold Madencilik’in yerli işbirlikçi Çalık Holding ile ortaklığı sonucunda doğamız acımasızca katledilmiş, mera alanları yok olmuş, Fırat Nehri’nin suları kirlenmiş, yöre halkının hayvancılık ve tarımsal üretim faaliyetleri sona ermiştir. Patronların kâr hırsı nedeniyle, güvenlik önlemleri alınmadan çalıştırılan 9 işçimiz, oluşan heyelan sonucunda toprak altında kalarak yaşamlarını yitirmişti. Şimdi benzer vakaların Dersim’de ya da öteki yerlerde yaşanmaması için hangi önlemler alınmıştır?

Şirketler adına tescillenen Dersim’in Munzur coğrafyasında bulunan, 1500 bitki türünden yüzde 18’i endemiktir. Yani yalnızca Munzur coğrafyasına özgüdür. Karşılaştırdığımızda bu oran Avrupa’da yüzde 1 veya yüzde 2 civarlarındadır. Munzur, Avrupa’daki en yüksek endemizm oranına sahip olan doğal alanlardan biridir. Yapılan iklim değişikliği çalışmalarında Munzur dağlarının, kapitalizmin getirdiği iklim krizi veya kuraklık gibi çevresel kriz dönemlerinde canlı türlerinin hayatta kalmasını sağlayan iklim dirençli türlerin barındığı “refugia” alanlarından olduğu görülüyor. 

Bu nedenlerle Dersim, Avrupa’daki doğa koruma çalışmalarında öncelikli korunması gereken sıcak bölgeler içerisinde yer alıyor. Bunlar Dersim’in ekolojik açıdan ne kadar zengin olduğunun bir göstergesidir.

Dersim’de gerçekleşecek bir doğa tahribatının önlenmesinin ekoloji açısından önemi bilimsel veriler ile sabittir. Bunun haricinde Munzur gözeleri ve dağları da yöre halkının kutsal ziyaret yerlerindendir. Dersim coğrafyası doğayla kurulan bir inanç sisteminin yeri olmasından dolayı, kültür mirasının korunması için de ayrıca önem arz eder.

Doğa, hayvan ve insan bütünleşiktir. İnsanın doğayla olan ilişkisi yalnız maddi değil, ruhsal derinliğe sahip bir ilişkidir. Doğa bozulduğunda insan kendine yabancılaşır. Yabancılaşma yalnız bireysel kalmayarak toplumsal bir kimlik kaybına dönüşebilir. 

Marks bunu 1844 Elyazmaları’nda şöyle ifade eder: 

“İnsan, doğadan yabancılaşır; çünkü doğal nesneler, tüm çeşitliliğiyle, artık onun kendini tatmin etmesinin veya kültürel olarak gelişmesinin aracı olarak değil, yalnızca kâr amaçlı üretimin maddi araçları olarak işlev görür.” 

Dersim doğası bozulduğunda da insanların içindeki bir parça kaybedilecektir. Yöre halkının tümünde ama özellikle gençlerinde, kendi öz kültürüne ve kendine yabancılaşma meydana gelecektir.

Marksist düşüncenin bize kazandırdığı bilgi birikimiyle ekolojik tahribatı analiz ettiğimizde, bu yıkıcı faaliyetlerin sistemin kendisi değişmeden son bulmayacağını ve düzelmeyeceğini biliyoruz. Yaşadığımız ekolojik yıkımların sebebi kötü niyetli kişilerin davranışlarıyla açıklanamaz. Yaşadığımız yıkımlar bir sistemin yapısal sorunlarının çıktısıdır. Kâr odaklı ekonomik yapının insanı ve doğayı önemsememesine şaşılmaması gerekmektedir.

Bu tahribatı Marks Kapital isimli eserinin birinci cildinde şu sözlerle ortaya koyar:

“Kapitalist üretim tarzı, insan ile toprak arasındaki metabolik ilişkileri, yani hayatı sürdürmenin doğa yasasınca belirlenmiş sürecini bozar; bu bozulma, toprağın verimini tahrip ederken aynı zamanda büyük şehirlerin dışladığı atıkların kıra geri dönüşünü de engeller. Bu, kapitalizmin insan ile doğa arasında yarattığı onarılamaz bir yaradır.” 

Marks’ın konuya dair düşüncelerinden yola çıkılarak geliştirilen, Marks’ın az önceki yazısında da geçen “metabolic rift” kavramı kapitalist üretim tarzının doğa ile insan arasındaki madde ve enerji alışverişini (metabolizmayı) nasıl bozduğunu gösterir. Kapitalizmin üretimi azami karı için oluşturması, doğayla kurulan doğal döngünün kırılmasına yol açar. Bu kırılma doğanın kendini yenileme hızının üstüne geçerek ekolojik krizlere sebebiyet verir.

Marks doğayla insanın uzlaşamaz karşıt ilişkileri olmadığını; tersine, tarihsel ve maddi süreçlerde birbiriyle etkileşime girerek beraber evrildiğini savunur. Ona göre doğa, “insanın inorganik bedenidir” (Kapital, Cilt 1) ya da “İnsan, doğanın bir parçasıdır ve doğayı dönüştürerek kendini gerçekleştirir” (1844 Elyazmaları). 

Marksist perspektiften; doğa ile insan arasındaki ilişki karşılıklı etkileşim içerisinde olduğundan, doğayı hiç bozulmadan korunacak bir kutsallıkta görmek yerine onu tarihsel ve maddi temeller üzerinde değerlendirmek gerekir. Fakat bugün doğayla insan arasındaki karşılıklı ilişki, doğayı sadece sermaye kaynağı olarak gören yıkıcı bir kapitalist üretim tarzı tarafından tahrip edilmektedir. Kapitalist üretim tarzı, sermaye lehine doğayla uzlaşmaz bir çelişki yaratır. Engels bunu Doğa’nın Diyalektiği isimli eserinde de şöyle belirtir:

 “Doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkiler yaratır.”

Günümüzde kapitalizmin doğa üzerinde yarattığı tahribatın boyutu yalnız teorik değil pratik açıdan oldukça görünür hale gelmiştir. Kapitalist üretim doğa ve toplum arasındaki denge ilişkisini neredeyse geri dönülemeyecek biçimde bozmaktadır. Bu noktada günümüz kapitalist düzeninde doğa için (yani aynı zamanda insan için) verilen mücadelenin çok önemli bir konuma yerleştiğini açıkça görebiliriz. 

Bizler de kapitalist sistemin yurdumuzda kolayca işletilmesine izin verir, kalıcı çözüm önerilerine mesafe koyarsak bu sadece yaşama zarar verecektir. 

Maden ocaklarının Dersim’e girmesine müsaade edersek; kısa vadede yalnız küçük bir grup için getirilecek olan istihdama ve refaha kanar ve bunun toplumun geneli için getireceği yıkımı öngörmezsek; Dersim’in suyu içilemez, havası solunamaz hale gelecek; halkı ve özellikle gençleri kültürünü kaybedecek, kendine yabancılaşacak, ekonomik bağımlılık ilişkileriyle sömürülecektir. 

Sistemsel sorunlar kavrandığında, yeni maden yasasının derin ve geri dönülemez ekolojik yıkımlara neden olacağı ve doğa tahribatında bir domino etkisi yaratacağı görülecektir.

Meclis 24 Temmuz 2025 tarihinde yürürlüğe giren 7554 sayılı maden yasası değişikliğiyle: Doğaya, insana, yaşama, köylünün çıkarlarına aykırı, işbirlikçi kapitalistler ve emperyalist çok uluslu şirketlerin çıkarlarına hizmet eden yeni maden yasasını kabul etti.

Doğal ve kültürel alanlarda maden ve enerji tesisi gibi tesislere verilen izinler çarpıcı biçimde arttırıldı. Son yıllarda çıkan yangın sayısının bu denli çoğalmasında başta ormanlara verilen enerji nakil hattı izinleri gelmektedir. Maden ocaklarının neredeyse tamamının yeniden ormanlaştırılmasıysa mümkün değil. Yurdun dört bir yanında çıkan orman yangınları sebebiyle ekolojik varlığımız tehdit altındayken, bu yasa yangın riskini arttıracak. Var olan ormanlarımızı yok edecek ve maden alanlarında tekrar ağaçlandırma yapmayı imkânsız hale getirecektir.

Bu sorunlara karşı yalnızca tepkisel kalmayarak sistemsel ve kökten kalıcı bir çözüm arayışında olmak ise zorunluluktur. Bu çözüm yolu ise insana ve doğaya bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşan sosyalist düşünceden geçmektedir. 

Bugünkü üretim ve kaynak kullanımına dair veriler kapitalist sistemin israfını açıkça gösteriyor. İstatistiki verilere göre 8,5 milyar insanın refah içinde yaşayabilmesi için gereken kaynak ve enerji kullanımı şu an aktif küresel kaynak kullanımının yüzde 30’una tekabül etmektedir. Yani bunu daha açık bir şekilde ifade edecek olursak, küresel kaynakların sadece yüzde 30’luk kullanımıyla dahi yeryüzündeki tüm insanların evsizlik ve açlık gibi dertleri kalmayabilir. Temel sağlık, eğitim, su, yiyecek ve barınma ihtiyacı karşılanabilir.

Bu ifade ettiğimiz ise bir anlayış farklılığıdır. Kapitalist bakış açısı ile sosyalist bir perspektifin arasındaki fark doğanın, hayvanların, insanların refah ve mutluluk ve uyum içerisinde mi yaşayacağını yoksa bir avuç zenginin lehine tüm canlılığın yok edilmesi riskinin mi söz konusu olacağını ortaya koyacaktır. Sosyalizm, insan dahil tüm canlılığın ve doğanın merkeze alındığı bir üretim ve bölüşüm tarzını ifade eder. 

Bu yıkım ve zulme sessiz kalmamalı, bulunduğumuz her yerden tüm olanaklarımızla mücadeleye dahil olmalıyız. Onların sermayesine, hukukuna ve her türlü zor aygıtlarına karşı bizim irademiz, haklılığımızın bize sağladığı özgüvenimiz ve dayanışmamızdan doğan coşkumuz var. Bu sadece Dersim halkının değil, tüm Türkiye’nin ve insanlığın varlık sorunudur. Çünkü konu sadece ekoloji değildir. Aynı zamanda toplumsal adalet ve onur mücadelesidir.

Doğaya ve yaşama gerçekten önem veriyorsak amacımıza ulaşmak için örgütlenmeli ve sistematik bir biçimde bu mücadeleyi büyütmeliyiz. Örgütlenmeli ve örgütlemeliyiz. Düşmanımızı iyi tanımalı, sorumluluklarımız ve hedeflerimiz için çalışma alanları yaratmalıyız. Yerel direnişlerimizin genel sorunlarla bağını kuracak çalışma tarzları kurmalıyız. Halkın sürece katılımını sağlamalı, sorunları ve çözüm yollarını onlarla beraberce bulmalıyız. 

Bizi kurtaracak olan başkaları değil. Ancak dayanışmamız ve mücadelemizle kurtulacağız… 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.