Odak’ın notu: Aşağıdaki yazı, arkadaşımız Berke Bozkurt tarafından, 19 Mart öncesinde kaleme alınmıştı. Berke, 19 Mart’ta ülkesine, halkına ve geleceğine sahip çıkan milyonlarca insan gibi demokratik haklarını kullanarak protesto gösterilerine katıldı. Bu gösterilerde binlerce insan gözaltına alındı, yüzlerce öğrenci tutuklandı. Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi Berke de tutuklanan gençler arasında. Kendisi halen İzmir Menemen 1 No’lu T Tipi Cezaevi’nde kalmaktadır. Berkenin ve onunla aynı kaderi paylaşan gurur kaynağımız arkadaşlarımızın bir an önce serbest bırakılması için mücadele etmeye devam ediyoruz. İyi okumalar…
Berke Bozkurt
Ülkemizin ve dünyamızın artan savaşlar, gelişen krizler ve felaketler; bunlara bağlı bir şekilde derinleşen yoksulluk ile karanlığa sürüklendiği bu günlerde, emperyalizm ve onunla mücadele edecek güçlü bir anti-emperyalist hareketin yaratılması gerekliliği daha fazla tartışılmaya ihtiyaç duymaktadır. Yeni-sömürgecilik ilişkileri ile emperyalizme kökten bağlı bizim gibi ülkelerde halkın ekonomik koşullar ile beraber refah ve güvenlik sorunları gittikçe derinleşmekte, öte taraftan sermaye güçleri ise zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar.
Önce emperyalizmi tanımlamak gerekir. Lenin emperyalizmi “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak ifade eder. Marx’ın betimlemesiyle sermaye ise bir vampire benzer; sömürücü niteliğini “kan emerek” devam ettirir, bu onun varlığının gerekliliğidir. Haliyle emperyalizm de kapitalizmin bu sömürü ilişkilerinin en ileri aşaması, kan emiciliğinin doruğu olan “tekelci” dönemine has bir kavramsallaştırmadır. Çeşitli sermayeler arasındaki rekabet ilişkileri, zaman içerisinde büyük olanların küçük olanları yutmasına, “oyunun dışına” atmasına; kendi zamansal ve mekânsal yayılımı da dahil olmak üzere her şekilde genişlemesine olanak tanır.
Sermayenin mekânsal genişlemesi, meta üretimine gerekli olan hammaddelerin sağlanması ve bu metaların satılması için yeni pazarlara doğru yayılımı anlamına gelir. Örneğin bugünün emperyalistleri açısından petrol, birçok ürünün hem hammaddesi olması ve yakıt olarak da kullanılması bakımından “ele geçirilmesi”, “kontrol altına alınması” gerekli olan bir şeydir. Demir, bakır, nikel, uranyum gibi elementler de ele geçirilmesi gereken doğal kaynaklar arasındadır. Ortadoğu hem pazar ihtiyacı hem de hammadde bakımından olanakları ile emperyalistlerin yayılmaya ihtiyaç duyduğu coğrafi alanların başında gelir. Bu sebeple on yıllardır, bütün oklar bu bölgeyi gösterir. Tam da bu sebeple Ortadoğu, dikkat edilirse emperyalistlerin en çok “demokrasi götürmek istedikleri” bölgedir!
Türkiye de emperyalistler açısından hem pazar ihtiyacını karşılaması, hem zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, hem de jeostratejik konumu bakımından emperyalistlerin on yıllardır ilgisi dahilinde olan bir ülkedir. Bu nedenlerle, NATO’ya dahil edildiği tarihten bugüne Türkiye, emperyalistler tarafından kuşatılmış, etki altına alınarak emperyalizmin “ileri karakolu” haline getirilmiştir.
Türkiye’nin emperyalistler açısından kuşatılmışlığı gerçekliğinin yanında ülkemiz direniş ve yurtseverlik duyguları ağır basan halkı ve öncü devrimcileri sayesinde anti-emperyalist mücadelenin de sembol ülkeleri arasında yer almıştır. 20. yüzyılın ilk anti emperyalist zaferi Kurtuluş Savaşı’nın galibi olan yurdumuz, bu zaferi daha ileriye taşımak isteyen Mustafa Suphilerin, Şefik Hüsnülerin, Hikmet Kıvılcımlıların, Mihri Bellilerin ve bu direnişçiliğin devamcısı olan Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin ülkesidir. Haliyle ülkemizin devrimci mirasının özünde anti-emperyalist mücadelenin de güçlü bir yer tuttuğu rahatlıkla söylenebilir.
Emperyalizm, bir ülkenin kaynaklarını-halkını sömürmek isterken doğal olarak, bu sömürüye direnme potansiyelindeki tüm güçleri de sindirmek, yok etmek ya da ele geçirmek gayretindedir. Çünkü o, kendisine karşı hiçbir itirazın gelişmesini, hiçbir gücün toplumsallaşmasını istemez. Bu nedenle bizim gibi anti-emperyalist, yurtsever bir devrimci geleneğin etkin olduğu ülkelerde ilk hedefi, bu devrimci çizginin yok edilmesi, bu devrimcilikten etkilenen kitlelerin ise manipüle edilerek yönlendirilmesidir. Biz, sosyalist solda köklendirilmeye çalışılan liberal, kimlikçi ve “Türkofobik” eğilimlerin bu açıdan tartışılmasını devrimciler açısından gereklilik olarak görüyoruz.
Sosyalist hareketin halkına, yurduna ve tarihine “yabancılaşmış” bir eğilimde hareket etmesi, özellikle de emperyalistlerin güdümündeki liberal çizgi tarafından çokça desteklenmiştir. Köklerinden koparılmaya çalışılan sol, tüm etki kitlesinden uzaklaştırılmaktadır. Özellikle AKP-Cemaat ittifakının liberaller eliyle sol cenahta da etkili olduğu 2007-2013 arasındaki yıllar incelendiğinde, bu ifade etmeye çalıştıklarımız açık bir biçimde görülecektir. Sosyalist hareketin anti-emperyalist mücadele ruhundan, yurtsever bilinçten koparılmaya çalışılmasını boşuna görmemek gerekir.
Türkiye solu 60’lı, 70’li yıllardaki gücü ve kitleselliğini yurtsever, anti-emperyalist geleneğine borçludur. Tüm bu süreç, Amerikan Büyükelçisi Komer’in arabasının ODTÜ’de ters çevrilerek yakılmasından tutun, 6. Filo ile gelen ABD askerlerinin denize dökülmesi gibi eylemlerle doludur. Yurtsever gençlik, halkına ve ülkesine duyduğu bağlılıkla gecekondu semtlerinde, fabrikalarda, köylerde emekçilerin hayatlarına doğrudan etki edecek, onlarla güçlü dayanışma bağları kuracak çalışmalar geliştirebilmiştir. Örneğin, 68 gençliğinin, Hakkari’de bulunan Zap Suyu’nun üzerine kurduğu “Devrimci Gençlik Köprüsü” dikkat çekmeye çalıştığımız yurtseverlik ve dayanışma duygusunun ürünüdür. Örnekler kitaplara sığmayacak kadar fazladır. Hatta Türk Bayrağı gibi bir sembolün, 70’li yıllarda katledilen çeşitli devrimcilerin cenaze törenlerinde mücadelenin bir sembolü olarak dahi kullanıldığını, o dönemi incelediğimizde görebiliriz. Kurtuluş Hareketi’nin önemli isimlerinden olarak bildiğimiz Zeki Erginbay’ın ve daha nicesinin cenazesine bakıldığında bunu görebiliriz.
Başta ifade ettiğimiz gibi, emperyalizmin dünyadaki tüm yoksulluğun, yoksunluğun ve savaşların-ölümlerin sorumlusu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Emperyalistler bir yandan derinleştirmeye çalıştıkları sömürünün boyutunu her geçen gün artırma peşindeyken, öbür yandansa bu sömürüye itiraz edecek, ülkesini ve halkını savunacak tüm güçleri etkisiz hale getirmeye çalışır. Gerekirse demokratların en “demokratını”, solcuların en “solcusunu” yaratır, gerçek devrimciliği-solculuğu ise tasfiye etmeye çalışır!
Bugün, emperyalistlerin yaşadığı büyük krizlere karşı geliştirilmesi gereken mücadele çizgisi anti-emperyalist bir karaktere sahip olmak zorundadır. Solun etki altına alınmaya, emperyalist politikaların güdümüne sokulmaya çalışıldığı bu günlerde, yurtseverliğe çağrı yapan gençlik hareketinin büyütülmesi bir zorunluluktur.
Sosyalist hareketimiz her defasında, gençliğin ifade ettiğimiz şekilde, anti-emperyalist yurtsever mücadele çizgisine sahip olduğu anlarında halkın içerisinde kök salmış; işçilerle, emekçilerle, ezilenlerle güçlü bağlar kurabilmeyi başarmıştır. Bu kadar etkili bir geçmişe sahip olup, bu geçmişi, bu birikimi kullanamayışımız oldukça üzücüdür. Bugün direnişçi gençliğin yeniden etkin olabilmesinin yolu, anti-emperyalist bir devrimciliğin tekrardan inşa edilmesi çabası ile mümkündür. Anti emperyalist mücadele çizgisi, 68 gençlik hareketinin yurtsever devrimciliği ve dayanışmacı ruhu ile doğrudan ilişkilidir. Biz Genç Direnişçiler tam da buraya talibiz! Mustafa Suphilerin, Şefik Hüsnülerin, Mihri Bellilerin, Kıvılcımlıların, Mahirlerin, Denizlerin, İbrahimlerin, Cemalettinlerin ve Ömerlerin mücadele çizgisini tekrar tekrar hatırlayarak, “Geçmişine sahip çıkamayacaklar, gelecek hakkında konuşamazlar” diyoruz!