Müslüm Yalçın
Devrimci sanat ve devrimci edebiyat, devrimci düşüncenin, devrimci duruşun, devrimci mücadelenin başka; estetik bir biçimde anlatımıdır. Devrimci sanat, yığınları devrimci düşüncelerle buluşturur, tanıştırır. Onların sorunlarını dile getirir; ezilmişliği, soygunu, sömürüyü anlatır. Henüz sosyalizmin, kapitalizmin, faşizmin ne olduğunu bilmeyen insanlar devrimci sanat ve edebiyat yoluyla toplumsal-siyasal gerçekleri öğrenirler. Devrimci sanat ve edebiyat, toplumsal sorunlara karşı toplumun ilgilerini uyandırır; duyarlılıklarını artırır. Kitaplar, filmler, müzikler bu işlevi görür; yığınlara gerçekleri gösterir; onların duyarlılıklarını açığa çıkarır; onlarla deyim yerindeyse sohbet eder. Onların önlerine gerçekleri serer. Böylece kafasındaki muğlak-anlaşılmaz çelişkilerin günlük yaşamdan örneklerle ete kemiğe kavuşmasına imkan oluşturur.
Yılmaz Güney işte bu mücadelenin en önemli isimlerinden biridir, devrimci sanat cephesinin kalesidir adeta. Bütün ömrü, hayatı bunun mücadelesiyle geçmiştir. Sinema dünyasının kralıdır o. “Çirkin Kral”ı! Bu lakabı alması da kolay olmamıştır. Dişle, tırnakla verilmiş bir hayat mücadelesinin sonucudur.
Yılmaz Güney’in arkasında ne elinden tutup oraya taşıyan ne de sermayesi ile paralar saçarak onu üne kavuşturan biri vardır. Tamamen kendi mücadelesinin sonucudur başarısı. O bir burjuva sanatçısı değildir, devrimci sanatçıdır. Burjuva düzeni içinde, yalnızca burjuvalara ve burjuva düzenine hizmet edeceklere o şans tanınır, diğerleri kendi çabalarıyla, zor süreçlerden geçerek, zorluklarla mücadele ederek bir yerlere gelirler. Burjuvazi arada bir çelme takar; önlerini kesmek, önlerine set çekmek ister ama buna rağmen kazanmak istiyorsan zorlu mücadelelerden geçmek zorundasındır. Yılmaz Güney bunu başarmıştır. Onu oraya getiren devrimci bilinci, devrimci çabası, bitip-tükenmez umudu, direnci ve halka olan sevgisi olmuştur.
O pek çok emekçi halk çocuklarının yaşadığı yaşamdan, belki çok daha zor bir yaşamdan gelmiştir. Eşitsiz bir mücadelenin içinden direnerek, hayatı öğrenerek kendine yol aramış, yolunu bulmuştur. Yılmaz Güney, çocukluğunu büyükler gibi çalışarak geçirmiştir. Çocukluğunu neredeyse hiç yaşamamıştır, desek yerinde olur. Şimdi kısaca hayatını aktaralım:
Yılmaz Güney, 1937 Adana Yüreğir doğumludur. Ailesi Siverek’ten kaçıp gelmiş Adana’ya yerleşmiştir. “Kürt asıllı topraksız iki çocuklu bir ailenin çocuğuyum” der kendi yaşamından bahsederken. Topraksızdırlar; hayatlarını, ırgatçılıkla, hizmetçilik yaparak, gündelik işlerde, başkalarının işlerinde çalışarak idame ettirmeye çalışırlar. Dolayısıyla da geçinmek için herkesten daha çok çalışmak zorundadırlar
Yılmaz Güney, babasının yeniden evlenmesinden, halk deyimiyle, annesinin üzerine kuma getirmesinden sonra annesiyle beraber ayrı yaşamaya başlamıştır. Annesi okuma yazma bilmeyen, emekçi bir kadındır, babasının onlara büyük katkısı olmaz. İşler onun zayıf çocuk omuzlarında bitmiştir. Hem çalışacaktır, hem de okuyacaktır. Okumak için günde 6 kilometre yol yürür. Okul dışındaki bütün işi çalışmaktır neredeyse. Çocukluğu, yoksulluk içinde ve çalışmakla geçer. Yaşayarak, ezilerek ufalarak öğrenir her şeyi.
Daha 9 yaşında iken çalışmaya başlamıştır ve günde 16 saat çalışır. Öyle zor koşullarda çalışır ki kırılmadan, eğilip bükülmeden büyümek, olgunlaşmak neredeyse imkansız gibidir. Ama o bunu başarmıştır. Hani zorluklar seni yıldırmaz ise çelikleştirir, derler ya… Yılmaz Güney’de öyle olmuştur. O, çekirdekten yetişme bir emekçi, devrimci ve sanatçıdır.
Öyle zor süreçlerden geçerek, mücadeleler vererek devrimci sanatçı kimliğini kazanmıştır ki… Çocukluğundaki, ilk gençliğindeki o sağlam duruşuna baktığımızda onun devrimcilikle buluşması hiç yadırganmaz, hayatın doğal bir süreci gibidir.
Devrimcilik, devrimci sanat sanki Yılmaz Güney’in hücrelerinde, etinde-kemiğinde vardır. Daha dokuz yaşında ağır koşullarda çalışırken sorar kendisine: “Bunun, insanca yaşamanın başka bir yolu yok mu?” Ve hep bu soruyu sormaya devam eder. İşte, sokakta, okulda, yolda… “Başka bir biçimde yaşamanın yolu yok mudur?” Çünkü hayat mutsuzluklarla, çilelerle doludur; toplum “zenginler” ve “yoksullar” diye ikiye bölünmüştür; zenginler daha zenginleşirken, yoksullar da daha yoksullaşmaktadırlar. Yasalar yoksulları korumamakta, onların ezilmesinin, köleleşmesinin önüne geçmemektedir.
Düzen, içinde ayrıcalıklı sınıfları barındırmaktadır ve yasaları her şeyi bunlar belirlemektedirler. Yoksulların ezilmesine, sömürülmesine, köleleşmesine olanak tanımaktadır.
Devrimci Sanatı ve Edebiyat Alanında Yılmaz Güney
Biz her ne kadar onu sinema sanatıyla tanısak da Yılmaz Güney başarılı bir öykü-roman yazarıdır aynı zamanda.
Yılmaz Güney 18 yaşındayken başlamıştır yazmaya ve 19 yaşında bir dergiye yazdığı yazıdan dolayı bir buçuk yıl ve 6 ay hapis cezaları almıştır. Komünizm propagandası sayılıp hapis cezası almasına neden olan yazı ise deyim yerindeyse öküz altına buzağı aramayı andırır: Para karşılığında erkeklere bedenini satan bir kadının sarfettiği cümlede geçen, “Ah domuzlar, sizi domuzlar, hepinizin topunu attıracaklar ya, dur bakalım” sözleridir “siyasi propaganda”, “komünizm propagandası” sayılan!
1955 yılında verilen cezası 1961 senesinde uygulamaya sokuldu ve hapse yollandı Yılmaz Güney. Böylece üniversite eğitimini de (İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi) yarıda bırakmak zorunda kaldı. Hapishanede kaldığı 18 ay boyunca cezaevinde bir yazar olarak çalışmasını sürdürdü. Kitaplarındaki anlatımın sade, yalın ve sürükleyici olmasına dikkat etti. Genellikle kırsal alanlarda yaşayan köylülerin ezilmişliklerini, ağaların köylülere uyguladıkları zulmü ve buna karşı köylülerin mücadelesini konu edindi.
“Sanık” kitabı onun devrimci düşüncelerini daha açık biçimde ortaya koyduğu eseri oldu. Sanık, üniversite öğrencisi Yaşar Yılmaz’ın gözaltına alınmasını, sorgu ve direnişini uzun uzun anlatır. Yılmaz Güney burada açık seçik bir biçimde işkenceci polis devletini sorgular. Polis tezgahından geçmiş hiçbir kimsenin yabancısı olmadığı işkence ve sorgu biçimleri, Yılmaz Güney tarafından profesyonelce anlatılmıştır.
Yılmaz Güney direnişi yüceltir. Yaşar Yılmaz’ın zaman zaman içine düştüğü yılgınlığı, kendine güvensizliği, korkuyu konu alır. Çözülmenin eşiğinde yeniden kendisini toparlamasını, direnmenin güzelliğini, yüceliğini döker cümlelere. Hücrede yazılı olan, “Kahrolsun Faşizm”, “Arkadaş sakın paniğe kapılma” ve “Bu zulüm mutlaka yenilecek” sözleri Yaşar’ın direnişini odaklaştırdığı yerdir. İşkence altındaki bir kişinin duygu ve düşüncelerini çok güzel anlatılır. Zaman zaman işkenceli sorgulardan kopan Yaşar, gerilere döner; yolculuklara, köylerine, ailesine döner. O günleri düşünür, hayal eder. Yolda karşılaştığı insanları, sokakları, yolculukları düşünür. Düşüceleri insanidir, güzeldir. İşkencesiz, baskısız, sıradan yaşamın çekiciliğinin hayallerini kurar, gözaltına alınırken, sokakta bakışlarının karşılaştığı eli fileli şişman kadını unutamaz. Oysa o nereye gideceği, sonunun ne olacağını bilemediği karanlık bir dehlizdedir ve kadın özgürdür. Kadının yerinde olmak, yani özgür olma duygusu ona çekici gelir. Sorgu, bu düzenin kendisidir. İlerici, devrimci düşüncelerin, özgürlüğün yasaklanması baskıcı düzenin sömürü ve işkence ile hayatı kontrol etme biçimidir. İlerici olan ne varsa yasaklanmıştır, düzen kendi düşüncelerinden, siyasetinden, kültüründen başka hiç bir şeye yaşama hakkı tanımamaktadır.
Sorgu odasındaki, “Komünizm Türk milletinin düşmanıdır, her görüldüğü yerde ezilmelidir” yazısı işkencelere dönüşen, devletin acımasız katı halini göstermektedir. Açıkça sorguladığı kişileri tehdit etmekte, oraya düşeni korkutmayı-yıldırmayı amaçlamaktadır. Yaşar Yılmaz, “komünist” diye çağrılır. Aslında onun oraya getirilmesinin tek nedeni üniversite öğrencisi olması ve demokratik öğrenci derneğine üye olması ile demokratik haklarını kullanarak mitinglere katılmasıdır. Onun sol düşüncelere sahip olmasına tahammül edememektedirler. Amaçları o düşünceleri kişilerden kazımak, kişileri yıldırmaktır. Onlara göre herkes onlar gibi düşünmek zorundadır, kimse onların düzenine karşı çıkmamalıdır .
Bütün kitaplarında emeğin sömürüsüne, baskıya karşıdır Yılmaz Güney. Kitaplarında ve filmlerinde baskıyı zulmü anlatmakla kalmaz; bunun isyancılarını anlatır; bu zulme, köleliğe direnenleri, kahramanları da yaratır. 1960 sonrası, Yılmaz Güney’in filmlerinde bir dönüşüm yaşanır, aksiyon, kavga ağırlığının yerini sosyal, siyasal ağırlık alır.
Yılmaz Güney filmlerinde toplumsal-siyasal sorunları işlemeye, emekçilerin, işçi ve köylülerin, mazlumların kavgasını anlatmaya koyulur. Zaman zaman toplumsal atmosferi, o günün toplumsal atmosferini anlatırken “Sürü” filminde olduğu gibi kan davalarını, tutuculuğu, geri gelenekleri ve göreneklerini anlatır. “Yol” filminde, aynı zamanda kendisinin hapishanede kaçışını kurguladığı söylenir. Çok başarılı bir film olduğu kuşku götürmez. Yılmaz Güney bu filmde nerdeyse Kürt halkının toplumsal yaşamını tahlil etmiştir. Kaçakçılık, kan davaları, gelenek ve görenekler, yaşam kavgaları, umutlar….
1970’li-1980′ li yıllarda Yılmaz Güney’in bütün filmleri neredeyse gişe rekorları kırmaktadır. Yılmaz Güney, filmleriyle o dönemde yığınların duygularına, düşüncelerine kılavuz olmuştur. Güney, 114 filmde oyunculuk, 26 filmde yönetmenlik, 15 filmde yapımcılık, 64 filmde ise senaristlik yapmıştır. Özellikle sinema alanında, toplumsal gerçekleri halka göstermek, devrimci sanat yoluyla yığınları bilinçlendirmek yönünden büyük bir çığır açmıştır.
Devrimci oluşunun; devrimci çizgisinden taviz vermemenin; devrimci sanatın korkusuz, usanmaz bir militanlığını üstlenmenin de bedelini kuşkusuz yıllarca hapisle, sürgünle, işkencelerle ödemiştir. Firarından sonra Fransa’ya geçen Yılmaz Güney, ülkesinden uzak bir şekilde ve yurduna duyduğu devrimci hasret ile 9 Eylül 1984’de Paris’te hayata veda etmiştir.