“Dünya Çevre Günü” söyleminin yeşile boyanan kapitalist çevreciliğin bir parçası olduğunun farkında olarak “ekolojik yıkımla” sınıfsal mücadele etmeliyiz. Mendes’in tam da yeşil kapitalizmin yükselmeye başladığı 1980’li yıllarda söylediği sözü hatırlamakta fayda var: Sınıf mücadelesi olmaksızın, çevrecilik bahçeciliktir.
Doç. Dr. Yelda ERÇANDIRLI – Leeds Üniversitesi
2021 Mayıs ayında, çevreci bir grup, Almanya’nın Berlin kentindeki Tesla Gigafactory şantiyesinin elektrik kaynağına saldırarak 110.000 voltluk altı ana kabloyu ateşe verdi. Daha sonrasında bir bildiri yayınlayarak Tesla Gigafactory’nin “sözde ‘temiz, iklim dostu’ pille çalışan araçlar üreterek gezegenin daha fazla tahrip edilmesine yeni bir katkıda” bulunduğunu iddia ettiler. Oysaki her yıl olduğu gibi 5 Haziran’da Berlin’de ya da dünyanın başka bir metropolünde “Dünya Çevre Günü” kutlamalarında düzenlenecek etkinliklere sponsor olan dev-şirketlerden biriydi Tesla.
Çevrecilerin, elektrik arabalar üretimiyle bildiğimiz Tesla’yı, kapitalizmin yeşillenmesi, eko-modernizm adı altında iklim değişikliğini ve diğer sosyo-ekolojik krizleri kâr amaçlı ve yeniden markalaşma fırsatları sunan ekstraktivist, yeşile boyanmış, sözde temiz, karbondan arındırılmış, sürdürülebilir bir geçiş sürecinin sembolü olarak tanımlaması -tıpkı dünya çevre günü gibi- kapitalist araçlar ve amaçlarla donatılıyor; Tesla örneği, eko-modernist söylemler aracılığı ile kapitalist-ekstraktivist sınıfsal ilişkilerin, yeryüzünün kontrolünü nasıl meşrulaştırıldığını gösteriyor.
ÇEVRECİLİK NE DEĞİLDİR?
Çevrecilik, genellikle 1960’larda feminist, queer ve sivil haklar hareketleriyle birlikte ortaya çıkan ve kendilerini beyaz, erkek, mavi yakalı endüstrilere dayanan sosyalist-emekçi soldan ayıran bir toplumsal hareket olarak görüldü. 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başlarında ekolojik yıkımın derinleşmeye başlaması ile kapitalistlerin ortaya çıkan yıkımın farkına varması ile özellikle Amerikan üniversitelerinde, kapitalizmin yeşillendirilmesi tartışılmaya başlanmış ve varlığını devam ettirmenin meşru bir dayanağı olarak yeşil kapitalizm (serbest piyasa çevreciliği, ekolojik modernizm ya da neoliberal çevrecilik) ortaya çıkmıştır.
Yeşil kapitalizm, en genelleştirilmiş ifade ile ekosistemlerin ve biyolojik çeşitliliğinin ekonomik değerini vurgulayan, kökleri klasik ve neoklasik iktisatta, “sınırlı kaynaklar, sonsuz ihtiyaçlar” bulunan, doğal varlıkların sürdürülemezliğini bir tür “piyasa başarısızlığı” olarak gören bir yaklaşım. Yeşil kapitalizme göre içinde bulunduğumuz ekolojik yıkım, kapitalist birikimin sonucu olsa bile çözüm, sınıfsal ilişkilerin ortadan kaldırılmasında değildir. Tüketicilerin tercihlerinde ve bilinç düzeylerinde değişiklikler yaratmak, eko-etiketleme yani “çevre dostu” ya da “yeşil tüketime” teşvik yeşil kapitalizmde en sık karşılaştığımız stratejilerdir.
Yeşil kapitalizmin doğal sermayeye verdiği önem, daha önce hiçbir zaman meta olmamış maddi varlıkları ve süreçleri, örneğin karbondioksit ve karbon tutmayı fiyatlandırmayı ve ticarileştirmeyi gerektirir. Kapitalizmin rekabet, mülkiyet, sermayenin sürekli artması ve eşitsiz dağılımı gibi toplumsal sorunla ile doğanın tahakkümü arasında bir ilişki kurmadan sosyo-ekolojik sorunları basitçe etiketleyerek, yeşile boyayarak doğanın metalaşmasına yeni boyutlar kazanması ile sonuçlanır.
Basit bir şekilde ifade edecek olursam sermaye, işçiyi sömürürken toprağı da sömürür. Ekolojik yıkımın nedenleri bu nedenle kapitalizmin doğasında yatmaktadır. O’Connor’ın ekolojik Marksizm çağrısı, çevreciliğe dair taze ve özgürleştirici bir vizyon olarak ele alınabilir: Çevrecilik, kendisinin “ikinci çelişki” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, “burjuva natüralizminden, neo-Malthusçuluktan, teknokratçılıktan, romantik derin ekolojizmden ve Birleşmiş Milletler tek dünyacılığından” farklı bir toplumsal hareket olarak görülmelidir. Son yıllarda ise kapitalist-emperyalist blokta ekolojik yıkımın yeniden siyasallaştığını görüyoruz. Bu sürecin baş aktörleri öncelikle toplumsal hareketler değil, devlet aygıtları, bilimsel kurumlar ve özel şirketlerdir. Kuşkusuz bunların çeşitli girişimleri, toplumsal hareketlerin argümanlarıyla hazırlanan yeşil bir zemin üzerinde gerçekleşiyor.
İKLİM İNKARCILIĞI YERİNE YEŞİL BADANACILIK
Günümüzde neredeyse hiçbir “ciddi gözlemcinin” iklim değişikliğinin ciddiyetini inkâr etmediğini; ancak, insanların çoğunun bu yıkımı kapitalist bir kriz, yani sermayenin egemenliğinden kaynaklanan ve bu egemenlik tarafından sürdürülen ve dolayısıyla kapitalist sınıfsal ilişkilere yerleşik bir sorun olarak görmediğini söyleyebiliriz.
Yeşil kapitalizm, eko-kapitalist modernleşme tarafından yaşamın doğal temelinin bozulmasını durdurma çağrısıyla birleştiğinde, kendi başına bir kavramsal alan oluşturmaktadır. Yirmi yıl önceki “sürdürülebilir kalkınma” teması gibi, “ekstraktivist yeşil dönüşüm” de politik olarak mümkün ve makul olanın normu haline gelmiştir; aynı zamanda, sürdürülebilir kalkınma örneğinde olduğu gibi, alternatifleri ya belirsizleştirmeye ya da onları uygulanamaz ve mantıksız göstermeye çalışmaktadır.
İklim sorunu ekonomik kalkınma hedeflerine ulaşmak için gereken enerjinin nasıl sağlanacağına ilişkin bir sorun olarak görülürken, kapitalizmin yeşile boyanması ile önerilen ana çözüm, “tüm insanlığın” teknoloji ve piyasa sinyallerinin “izin verdiği” ölçüde hızlı bir şekilde yenilenebilir enerjiye geçiş yapmalarıdır. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, elbette sera gazı emisyonlarının azaltılması için büyük önem arz etmektedir ancak ekolojik yıkımın altında yatan yapısal-toplumsal faktör olarak kapitalizmin sürekli biriktirme dürdü tüsü, kapitalizmi yeniden canlandırmak için bir fırsat olarak görülüyor.
Egemen sınıfların endişesi enerji maliyetlerinin- fiyatlarının yükselmesi, felaket niteliğindeki iklim olaylarından kaynaklanan kayıplar ve kitlesel yerinden edilme, göç, iklim mülteciliği gibi doğrudan kendi egemenliklerine yönelik tehditlerden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan geç kapitalizmin ayırt edici özelliklerinden biri yenilenebilir enerjinin ön plana çıkması, ancak bunun da toprak minerallerine ve tehlikeli teknolojilere bağlı sürdürülmesi olarak karşımıza çıkıyor.
Dahası, jeomühendislik projeleri ile karbondioksit emisyonlarını izole etmek ve bunları uzak yerlere pompalamak mümkün olsa da belirsizdir. Bu tür girişimlerin yaratacağı potansiyel geri tepebilir ve felaketle sonuçlanabilme ihtimali çok yüksektir.
Yeşil kapitalizm tam anlamıyla bir kapitalist sınıf projesidir, ekosistemleri (yeterince) rehabilite etmek ve gezegeni tehdit eden yapısal sosyo-ekolojik sorunları ele almak için kolektif öz-düşünüm ve eylemi engellemektedir, böylece devlet ve sermayenin hizmetindedir. Ekolojik ikilemleri çözmeye yönelik tüm çabalara rağmen, sosyo-ekolojik felaket daha da şiddetlenmiştir. Birçok ekolojik Marksist perspektiften yazan kuramcı, sermayenin çoğu zaman devlet ile iş birliği içerisinde kendi krizini yeni bir birikim stratejisine dönüştürebileceğini ve bunu yaparken ortaya çıkan toplumsal hareketleri yatıştırabileceğini öngörememektedir. Oldukça açık bir şekilde bugün kapitalist- emperyalist blokta olduğu gibi görmezden gelmektense yeşile boyanmış yanıtlar üretmek kapitalistler açısından çok daha kolaydır. Yeşil kapitalizm, ekolojik ve iklimsel felaket karşısında, kapitalist politik ekonomi ve devletçi yönetişimin küresel projesini sürdürmek için insanların zihnine yanıltıcı imgeler, fikirler ve ekolojik modernist ideolojiler yansıtan bir psikolojik savaş aygıtı olarak ortaya çıkarabilmektedir. Elektrikli otomobiller, tarımsal yakıtlar ve diğer ekstraktivizme dayalı yenilenebilir enerji kaynakları, hepsi de iş dünyası için gelecek vaat eden alanlarda kapitalist tüketimciliği ve yönetişim sistemlerini genişletirken, diğer yandan da maden çıkarma endüstrilerine karşı direnişi pasifize etmektedir.
TEK YOL SINIF MÜCADELESİ!
Tesla’nın yukarıda bahsettiğim yeşil anlatısı, yalnızca Elon Musk’ın hesaplanamaz sermaye birikimini oluşturmakla kalmadı, aynı zamanda yeşil tüketim seviyelerini metalaştırdı. Tesla’nın başarısı ve kârlılığı, diğer otomobil üreticilerinin çoğunu elektrikli araçlara yönelmeye itti; bu hareket, tüm yeni araçların elektrikli olmasını gerektiren yeşil yeni dönüşümler tarafından hızlandırıldı. Geç kapitalizmin yeşil büyümesi, iklim krizine verilen yanıtın yarattığı benzeri görülmemiş servet birikiminden faydalanan birkaç ultra kapitalist tarafından domine edilmektedir. Yeşil yeni anlaşmalar ve kritik mineral politikaları uygulanmasıyla, kapitalist devletler ve sınıfları, düşük karbonlu bir dünya ekonomisine geçişi ilerletmek ve bu ekonomide hegemonik bir konum elde etmek için mineral yatakları ve kaynakları üzerindeki iddialarını ileri sürüyorlar. Kapitalist sınıflar, dayanılmaz derecede sıcak bir gezegene bizleri hazırlarken, projeleri yeryüzünün çöküşünün merkezinde yer alan sermaye birikimlerine güvenmektedirler. McAfee, “zenginler aynı fırtınalarla karşılaşabilir ama onların cankurtaran botları var” derken oldukça haklı görünüyor.
Çevresel adalet ve politik ekoloji alanında yapılan geniş̧ çaplı araştırmaların da gösterdiği gibi, iklim değişikliği ile ilgili olsun ya da olmasın, ekolojik risklerin yükü̈ sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet ve etnik kökene bağlı olarak farklı sosyal gruplara eşit olmayan bir şekilde düşmektedir. Bunun karşılığında sadece 100 şirket 1988’den bu yana sera gazı emisyonlarının yüzde 71’inden sorumludur. Öyleyse, başka hangi yol seçilebilir? Kısa bir cevap, radikal bir sistemsel değişimin gerekli olduğudur. İklim değişikliğinin şiddeti Kevin Anderson gibi iklim bilimcileri de “enerji sistemimizde tam bir devrim” dışında hiçbir şeyin bizi gezegensel yıkımdan kurtaramayacağını açıkça ifade etmektedir. Ancak bunu kabul etmekle, bunu başarmak için gerekli çoğunluğu mücadeleye çekmek bambaşka bir şeydir. Mevcut görüşlerden biri kolektif çıkarları somutlaştırabilecek ve uygulayabilecek bir siyasi mekanizma, yani bir siyasi güç geliştirmek olduğunu belirtir. Bir diğeri ise, tehlikeli çevresel eğilimleri yavaşlatmak ve mümkünse tersine çevirmek için gerekli tüm önlemleri keşfetmek, açıklamak, savunmak ve uygulamaktır.
Mesele, sadece mülksüzleştirme rejimlerindeki çelişkileri tespit etmek değil, aynı zamanda, acilen, eylem halindeki radikal bilincin nasıl özgürleştirilmiş yaşam yollarına dönüştüğünü göstermektir. Farklı düzeylerde sömürü ilişkilerine karşı mücadeleleri ve ekstraktivist kapitalizme karşı özgürleştirici yaşam yollarının oluşturulmasıdır. Kimi düşünürler cevabı, “siyaseti değiştirmek için devleti, devleti değiştirmek için de siyaseti değiştirmek” şeklindeki Gramsciyan bulmacayı çözmekte bulmaktadır. Kapitalist devletin her yönüyle derinlerine inme, meşruiyetini gündelik dehşeti normalleştirmek için kullandığı ideolojik aygıtları sorgulamamız gerektiğini vurgulamaktadır. Gramsci ile derin kriz anlarını anlayabilir ve analiz edebilir, krizin köklerini, egemen sınıf tepkisi için açık yolları ve ileride gizlenen jeopolitik tehlikeleri ana hatlarıyla belirleyebiliriz. Tüm bunlar hegemonik güce karşı strateji geliştirmek ve emek mücadelelerini, anti-emperyalizmi, toprağı geri almayı, kapitalist sınıf ilişkilerinin ortadan kaldırılmasını ve iklim adaleti için radikal hareketleri örgütlemeyi ve bunları başarabilmek için işçi sınıfını yeniden tanımlamayı ve birleştirmeyi gerektirir.
AMA NASIL?
Öncelikle ekolojik-işçi sınıfının kimlerden oluşacağı sorununu ele alalım. Ajl’in işçi sınıfını ekolojik politika konusunda dar anlamda tanımlayan “Avrupa-merkezli bir kibri” reddetmesindeki kaygıları paylaşıyorum: Hindistan’daki pamuk çiftçileri, İran’daki nar çiftçileri, Tunus’taki fosfat madencileri diyor Ajl, bu görüşe göre işçi sınıfı olarak görülmüyor, oysa onlar “bir şekilde dünya kapitalist sisteminin ve fiyatlarının bir parçası değiller.”
Yalnızca ekolojik yıkımın değil, aynı zamanda sınıfsal farklılıkların aşırı derinleşmesi ve emek sömürüsünün yoğunluğu nedeniyle kapitalizme karşı ciddi bir memnuniyetsizliğin arttığı bir süreç içerisindeyiz. Emek ve ekoloji mücadelesini nasıl birleştirebileceğimizi keşfetmek için yakın tarihteki örneklere bakabiliriz. Nitekim İngiltere’de 1970’lerdeki ekonomik krizin ortasında İngiliz silah üreticisi Lucas Aerospace’deki işçiler, Lucas Planı neoliberalizme karşı örgütlendiğinde yalnızca sözde işten çıkarılmalara itiraz etmediler; aynı zamanda güneş ve rüzgâr gücüne dayalı alternatif enerji kaynaklarıyla çalışan tıbbi makineler, rüzgâr türbinleri, sosyal konutlarda kullanılmak üzere kombine ısı ve güç sistemi önerildi.
Projenin amacı “kamu fonlarını kullanarak halka hizmet etmek” olduğunu belirtiliyor, planda iklim değişikliği “toplum karşıtı şirketler tarafından çevrenin kirletilmesi olarak tanımlanıyordu ve İngiliz endüstriyel tarihinde şimdiye kadar gerçekleşen en dikkat çekici uygulamalardan biri” anlamına geliyordu. İşçiler, şirketin 17 fabrikasından çalışanları temsil eden Combine olarak bilinen resmi olmayan bir sendika organı kurdular. Temel amaçları, dönemin hükümetini silah/ölüm yerine yaşam için ekipman yatırımı yapmaya zorlayarak iş kaybını durdurmaktı. 1974’te, becerilerini ve ekipmanlarını böbrek diyaliz makinelerinin yanı sıra rüzgâr türbinleri, güneş panelleri, hibrit araç motorları ve hafif trenler de dahil olmak üzere toplumsal açıdan yararlı fikirlerini ayrıntılı olarak açıklayan 1200 sayfalık bir belge hazırladılar.
Tribune gazetesi yazarı Jamie Medwell’in cümleleri ile ifade edecek olursam kısaca plan, “yöneticilerin emek gücünü zayıflatma ve kapitalizmin kutsal inancı olan kar güdüsüne yönelik saldırıyı durdurma girişimlerine karşı koymak için gerekli olan türden bir aşağıdan yukarıya örgütlenme içeriyordu.” Günümüz açısından Amelia Horgan gibi yazarlar da “üretimi silahlardan ve ekolojik bozulmadan uzaklaştırıp toplumsal açıdan değerli yaşamı sürdüren faaliyetlere doğru yeniden yönetmek için devrimci bir fırsat” olarak tanımlar. Lucas planı, yeşil kapitalizm ya da ektraktivist yeşil dönüşüm çağında doğayı yıkıma uğratmak suretiyle endüstriyel faaliyetlerde bulunan şirketlerde çalışan işçilere “her zamanki işler” yerine “yeşil işler garantisi” aşılaması ve ekoloji hareketi ile emek hareketinin nasıl iç içe geçtiğini göstermesi açısından önem arz ediyor.
Öyleyse “Dünya Çevre Günü” söyleminin yeşile boyanan kapitalist çevreciliğin bir parçası olduğunun farkında olarak “ekolojik yıkımla mücadele” için daha yüksek sesle Chico Mendes’in, 1980’li yıllarda – tam da yeşil kapitalizmin yükselmeye başladığı yıllarda- söylediği sözü hatırlamakta fayda var: “Sınıf mücadelesi olmaksızın, çevrecilik bahçeciliktir.”
(*) Bu yazı 4 Haziran 2025 tarihli BirGün gazetesinden alınmıştır.