Hatice Bozdağ
Türkiye’de iktidarın eğitim alanındaki politikaları yalnızca pedagojik anlamda bir niteliksizleştirme değil aynı zamanda sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda da bir dönüşümü amaçlamaktadır. Dinci, gerici bir bakış açısıyla hazırlanan ve niteliksizleştirilen müfredat, tarikatlara bağlı dernek ve vakıfların çıkarı gözetilerek hazırlanan protokoller, MESEM gibi ucuz iş gücü ve emek sömürüsünün önünü açan uygulamalar bu dönüşümü gözler önüne sermektedir.
Geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in AKP grup toplantısı öncesinde yaptığı açıklama, Türkiye’de eğitimin hangi ihtiyaçlara göre şekillendirildiği ile ilgili tartışmaları beraberinde getirdi. Tekin, dört yıllık zorunlu lise eğitiminin “isteğe bağlı” iki yıla düşürülmesine ilişkin tartışmaları doğrulayarak, “Türkiye’deki beklentilere bakıyoruz, kamuoyundaki tartışmaları izliyoruz. Bu konuda bir talep olursa biz de ilgili birimlerimizle beraber oturur değerlendiririz” ifadelerini kullandı.
Tekin’in sözleri, iktidarın eğitimi çocukların ve gençlerin gelişim aracı olmasından uzaklaştırarak onları güvencesiz ve ucuz iş gücü haline gelebilecekleri bir sistemde kullanmanın önünü açmaya çalıştığının sinyalini veriyor. “Talep olursa değerlendiririz” gibi sözleri Mesleki Eğitim Merkezi (MESEM) projesinde olduğu gibi bu konuda da sermayenin ihtiyaçlarına göre hareket edileceğini açıkça ortaya koyuyor.
Yaptıkları şeylerin, yapacaklarının da “teminatı” olduğunu bildiğimizden, MESEM’i yeniden hatırlatmakta fayda var… Çocukların emeğinin sermayeye teslim edildiği MESEM projesi 2016 yılında olarak yürürlüğe girmişti. “Gençlerin kendi geleceğini inşa etmesi” propagandası ile kamuoyunda benimsetilmeye çalışılan MESEM’ler aslında piyasaya ucuz ve örgütsüz işçi kazandırmak amacıyla yapılandırıldı. Bu programla öğrenciler haftada bir gün okula gidiyor kalan günlerde ise “staj” adı altında yalnızca asgari ücretin yüzde 30’u ücret karşılığında çalıştırılıyor ve bu program devlet tarafından teşvik ediliyordu.
Eski Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer’in çırak, kalfa ve usta ihtiyacını karşılayan; dolayısıyla ustayı çıraksız bırakmayan ve ona her zaman usta olduğunu hatırlatan bir eğitim merkezi olarak ifade ettiği MESEM uygulamasında İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG Meclisi) verilerine göre 2024 yılında 9 çocuk işçi hayatını kaybetti. Bakan Tekin ise 2024 yılında 9 iş kazasının meydana geldiğini ve dokuz öğrencinin yaralandığını belirtip hayat kaybıyla sonuçlanan kazaların olmadığını söyleyerek işlenen çocuk işçi cinayetlerinden bihaber olduğunu ortaya koymuştu.
MESEM’lerde yaşanan çocuk işçi cinayetlerinden habersiz olan Yusuf Tekin TÜSİAD’ın ev sahipliğinde gerçekleşen “Geleceğimiz İçin Eğitimi Birlikte Konuşmak” adlı konferansta Erdoğan’ın imzasıyla yayınlanan Mesleki ve Teknik Eğitim Politika Belgesi’ni “herkesin bir mesleği olmalı” şeklinde özetlemiş ve üretim sektörüne nitelikli eleman teminini mümkün kılacak bir dizi yeni uygulamanın da hayata geçirileceğini belirtmişti. Yapılan konuşma, iktidarın amacının nitelikli bireyler yetiştirmek değil patronlara ucuz iş gücü temin etmek olduğunu bir kez daha gösterdi.
Tıpkı 2016’dan beri yürürlükte olan MESEM gibi, bugün tartışılmaya açılarak topluma kanıksatılmaya çalışılan zorunlu dört senelik eğitimin iki seneye düşürülmesi uygulamasının gündeme getirilmesindeki ana neden de görüldüğü gibi ucuz iş gücüne duyulan ihtiyaçtır. Özellikle hizmet sektöründe vasıfsız eleman ihtiyacı eğitim politikalarının sermayeye göre düzenlenmesine sebep olmaktadır.
Toplumun artık çocuklar da dahil olmak üzere tüm kesimlerine “ekonomik nesneler” olarak bakan sistem ezberci-niteliksiz eğitim anlayışını derinleştirmekte, insanların kendi potansiyellerini ve yaratıcılıklarını açığa çıkarmaları için tüm olanakları engellemekte ve onları işgücü piyasasındaki rekabet içerisinde adeta insandışılaştırmaktadır. Yukarıda örneğini verdiğimiz MESEM’lerde meydana gelen iş cinayetleri dahi onlar için sıradan istatistiki bilgilerden öte bir şey değildir. Ölen çocuklar öyle değersizdir ki, haberlerinin yapılması bile “gereksiz” görülür.
Özetle iktidar, derin yoksulluk içerisinde sefalete itilen insanların bu çaresizliğini “fırsata” çevirme derdindedir. Zorunlu dört yıllık lise eğitiminin “isteğe bağlı” olarak iki yıla düşürülebileceği tartışması piyasanın ucuz, güvencesiz, örgütsüz işçi gücü ihtiyacının karşılanması anlamına gelecektir. Bu sefalet düzeni içerisinde geleceksizleştirilen çocuklar için “isteğe bağlı” olarak eğitim süresinin iki yıla düşürülmesi, bir seçim değil, doğal olarak adeta bir “zorunluluk” halini alacaktır.
Bugün iktidarın dinci-gerici, toplumsal eşitsizliğe dayanan ve sermayenin çıkarını gözeten düzenine karşı mücadele özellikle bu çelişkilerin derinleştiği alan olan eğitimde de kararlılıkla sürdürülmelidir. Bizler bir yandan laik, bilimsel ve nitelikli bir eğitimi savunurken bunu sadece bir hak talebi olarak değil aynı zamanda eğitimin toplumsal sorunları çözmeyi esas alan, kolektif çıkarları gözeten yönlerine vurgu yapmalı; dayanışmacı yapısıyla toplumu yeniden inşa etmenin aracı olarak geliştirilmesini savunmalıyız.