(SÖYLEŞİ) Sinan Dervişoğlu: “20. yüzyıl reel sosyalizmi devrimci bir eleştiriyle ele alınmalı, bu deformasyonlara yol açan tüm temel ideolojik ve teorik ön kabulleri de sorgulayarak sağlıklı, sürdürülebilir bir sosyalizmin teorik-programatik çerçevesi oluşturulmalıdır”

0
353

ODAK Dergisi olarak sosyalist hareket içerisindeki grup ve kişilerle çeşitli konularda söyleşiler yapmaya; kurduğumuz bu diyalog ile ortak bir eleştirel düşünceye varmaya değer veriyoruz. Aşağıda, kısa bir süre önce Canut Yayınevi’nden “Sovyet Deneyi ve Yarının Sosyalizmi” isimli 2 ciltlik eseri yayımlanan Sinan Dervişoğlu ile söyleştik. Dervişoğlu eserinde yaşanan sosyalizm deneyimleri üzerinden, “Sosyalizm nedir ve nasıl inşa edilmelidir?” tartışmasına yeni bir bakış açısı kazandırmaya çalışırken bugünün ve yarının sosyalizmine de bir perspektif kazandırmaya gayret ediyor. Aşağıda onunla reel sosyalizm deneyimleri; bu deneyimlerde yaşanan sol içi ilişkileri; bugün de çok tartışılan Çin, Vietnam ve Küba deneyimlerini ve son olarak tüm bu deneyimlerden yola çıkarak Türkiye solunda birlik konusunu konuştuk. İyi okumalar…

ODAK: Gerçekleşen (reel) sosyalizm Marks ve Lenin’in öngördüğü sosyalizmle nerelerde ortak çizgilere sahipti, nerelerde farklılaşıyordu?

Sinan Dervişoğlu: Öncelikle bu soruyu yeniden formüle ederek sormak gerekir, çünkü Marx, Engels ve Lenin’in öngördüğü “doğru” sosyalizm” ile “ondan sapan reel sosyalizm” ikilemi, kitapta da uzun uzun anlattığımız gibi sorgulanması gereken, çok doğru olmayan bir ikilemdir. Tekrarlamak gerekirse:

  • Marx, kapitalizmin devrimci ve bilimsel bir analizini yaptıktan sonra onun yerine gelecek sosyalist ve komünist toplum için çok genel ifadeler dışında bir hiçbir tanım yapmamıştır. Marx geleceğin sosyalist toplumunun ekonomisi için “özgür üreticilerin birliği” (“association of free producers”) ifadesinin ötesinde hiçbir plan, proje üretmemiştir. Engels bazı yazılarında piyasa anarşisi yerine planlı bir ekonominin üstünlüğünden bahsetmiş, ancak bu planın nasıl ve hangi süreçlerle gerçekleşebileceğine dair bir öngörüde bulunmamıştır. Aynı olgu siyasal yapı için de geçerlidir. “Gotha Programının Eleştirisi”nde yer alan “kapitalizm ile komünizm arasındaki dönemin proletarya diktatörlüğü” olarak formüle edilmesine rağmen bu proletarya diktatörlüğünün nasıl, hangi mekanizmalar ve kurumlar tarafından icra edileceği, bu siyasal yapıda partilerin, kitle örgütlerinin, yerel inisiyatiflerin yerinin ne olacağına ilişkin tek bir kelime dahi yoktur. Marx ve Engels biraz da bilinçli bir şekilde, geleceğin toplumunu ayrıntılarıyla tasvir eden ütopik sosyalistlerle paralel düşmemek için ayrıntılı bir öngörüden kaçınmış, bu toplumun mekanizmalarının mevcut mücadelenin dinamikleri içinde somutlaşacağını belirtmekle yetinmiştir. 
  • Lenin bir adım daha ileri giderek “Devlet ve İhtilal” kitabında sosyalist bir iktidarın yapısı üzerine genel öngörülerde bulunmuş, ancak bu değerli çalışma bir yandan son derece genel tanımlarla sınırlı kalmış (örneğin bu kitapta Partinin adı dahi geçmemekte, onun yeri ve fonksiyonuna dair tek bir kelime dahi bulunmamaktadır), öte yandan yazıldıktan 2 yıl sonra ortaya çıkan çok ağır koşullarda bu kitaptaki ilkelerin bir kısmı (uzmanlara işçi maaşı verme, seçilenleri geri çağırma gibi) bizzat Lenin döneminde dahi uygulanmamış, askıya alınmıştır.
  • Lenin ve Bolşevikler, hiçbir teorik çerçevenin olmadığı bir alan olan sosyalizmin inşası konusunda karanlığın içinde yürüyerek, yer yer kafalarını vurarak bir dizi adım atmış, çok değerli dönüşümlerle birlikte yanlışları da içeren bir pratiği hayata geçirmiş, bu pratik bir istikrar ve başarı kazandığında gerçekleşen pratiğin teorisi 1980’lere kadar “sosyalizmin teorisi” olarak algılanmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü, olumlu yönlerin yanı sıra tüm bu “kendiliğinden” teorinin de sorgulanmasını gerekli kılmaktadır.

Dolayısıyla önümüzdeki adım 20. yüzyıl reel sosyalizmini Marx-Engels ve Lenin’in eserini olduğu gibi baz alarak sorgulamak değil, bizzat bu 72 yıllık deneylerin ışığında Marx, Engels ve Lenin’in (ve diğer Marksist düşünürlerin) teorik eserlerini geliştirmek, sosyalizmin siyasal ve ekonomik teorisini bu olguların ışığında ve Marksizmin bilimsel, devrimci özüne uygun biçimde inşa etmektir.

Gene de bu yapıların genel bir değerlendirmesini yapmak gerekirse, Reel Sosyalist iktidarlar:

  • Ülkelerinde eskiden mevcut burjuva ve feodal sınıfları fiziksel olarak tasfiye etmekle kalmamış, onların siyasal aygıt ve kurumlarını da ortadan kaldırmıştır.
  • Yıkılan eski devlet aygıtı yerine işçi sınıfının içinden çıkmış kadrolardan oluşan birer emekçi devleti kurmuştur.
  • İnsanlık tarihinde asla olmadığı şekilde en temel insan hakları olan eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçları bedava kılmakla kalmamış, beslenme, tatil, kendini geliştirme gibi alanlarda emekçiler için tüm olanakları seferber etmiştir.
  • Siyaset, bilim, sanat, spor gibi alanları birer zengin uğraşı, hali vakti yerinde olanların faaliyeti olmaktan çıkarmış, en fakir emekçilere dahi bu konularda büyük olanaklar sunarak milyonların yaratıcılığını harekete geçirmiş, bu sayede bilim, sanat ve sporda dünya çapında başarılar kazanmıştır.
  • Tüm eksiklere ve yetersizliklere rağmen yıkıldıkları güne kadar emperyalizme karşı savaşan halkların mücadelesini şu veya bu oranda (her zaman ideal seviyede olmamakla birlikte) desteklemiş, bu ülkelerin varlığı ezilen halklar ve emekçiler için bir tür güvence olmuştur.

20. yüzyıl reel sosyalizmi, insanlık tarihinde bu yönleriyle onurlu bir sosyalist deney olarak saygıyı ve sahiplenilmeyi hak etmektedir.

Öte yandan bu iktidarlar:

  • Siyasal karar mekanizmalarını alabildiğine merkezîleştirerek emekçilerin taban inisiyatifini köreltmiş,
  • Birer “parti devleti” kurarak, sosyalist çok sesliliği hayata geçirmeyerek bir “komünizm savaşçıları birliği” olması gereken Komünist Partileri devlette yükselmenin aracı, bir ikbal kapısı haline getirmiş,
  • Sadece kurmak için değil, korumak ve ayakta tutmak için milyonlarca emekçinin canını verdiği iktidarlar, bu eleştiriye ve değişime kapalı yönleriyle özellikle 1950 sonrasında kitlelere yabancılaşmış, halkın özlem ve eleştirilerine karşı sağır kalmış,
  • Bu eleştiriye kapalı ve proleter demokrasisinden uzaklaşmış yapı içinde yozlaşması kaçınılmaz olan yönetici ekip, rejimde bir siyasal ve ekonomik kriz oluştuğunda kendi konum ve ayrıcalıklarını korumak için sosyalizm dışı formüllere yönelmekte beis görmeyerek yapıyı parçalamış, siyasal açıdan yıllardır pasif bırakılmış emekçiler 70 yıldır yararlandıkları sosyalist kazanımların yok edilmesini seyretmek zorunda kalmıştır.

Bu yönleriyle de 20. yüzyıl reel sosyalizmi devrimci bir eleştiriyle ele alınmalı, bu deformasyonlara yol açan tüm temel ideolojik ve teorik ön kabulleri de sorgulayarak sağlıklı, sürdürülebilir bir sosyalizmin teorik-programatik çerçevesi oluşturulmalıdır.

ODAK: Reel-sosyalizm solda birlik ya da başka bir deyişle sol içi ilişkiler konusunda nasıl bir miras bıraktı?

Sinan Dervişoğlu: Reel sosyalizm sol içi ilişkilerde oldukça karmaşık ve giderek olumsuz yönü öne çıkan bir miras bıraktı. Tüm dünyada sosyalist hareketler uzun süre bu ülkeleri gerçekleşmiş birer pozitif referans olarak gösterdiler. Gerçekten de ekonominin kâr için değil ihtiyaçlar için yönetildiği, enflasyon ve işsizliğin olmadığı, eğitim, sağlık ve konutun bedava olduğu bu ülkeler, “böyle bir dünya mümkündür” diyen tüm devrimciler için kendi mücadelelerinde somut ve güçlü bir dayanak noktası oldu. Ancak bu ülkelerde oluşan ve giderek açığa çıkan olumsuzluklar sosyalist harekette de tartışma konusu olunca “reel sosyalizme karşı tavır” eksenli bölünmeler kaçınılmaz oldu. Bir yandan bu ülkelerin başarılarına sahip çıkma adına olumsuzluklara gözünü yuman (benim de içinden çıktığım) sovyetik akımlar, bir yanda emperyalizm karşısında bu ülkelere sahip çıkan, ama ideolojik planda buradaki olumsuzlukları eleştiren akımlar, öte yandan bu olumsuzlukları “kapitalizm” olarak değerlendirip bu ülkeleri ABD emperyalizmi ile aynı kefeye koyan akımlar ve bunların değişik varyantları, sol için ilişkileri ciddi bir kaosa dönüştürdü. Ayrıca örneğin SBKP-ÇKP çatışmasının, tarafların birbirine şiddet uygulayacak kadar keskin biçimde yansıdığı sayılı ülkelerden birinin Türkiye olması da ayrıca ilginç ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Sonuç olarak sadece siyasal strateji ve taktikler değil, bizzat bu ülkelere karşı takınılan “sahip çıkma-eleştirme” ikilisinin değişen dozları, sol içindeki bölünmelerin temel eksenlerinden ve kriterlerinden biri haline geldi.

Bugün reel sosyalizmin yıkılması tüm taraflar için temel paradigmalarını sorgulatan bir sarsıntı yarattı. Reel sosyalizme ilişkin hiçbir olguyu tartışmayan ve onu idealleştiren akımlar ciddi bir hayal kırıklığı yaşadılar ve mensuplarının bir kısmı ters noktaya savrularak liberalleştiler. Reel sosyalizmi ABD emperyalizmi ile aynı kefeye koyan akımlar, bu yıkımdan sonra emperyalizmin dünya çapında yarattığı devasa yıkım karşısında yaptıkları aymazlığın bilincine varmaya başladılar. Ülkemizde “orta yolcu” diye tabir edilen ve nispeten en doğru tavrı takınan (eleştirerek sahip çıkma) akımlar ise bu yıkımı açıklamakta yetersiz kaldılar ve Türkiye için yeni, ama dünyada eskimiş ve çözümsüz paradigmalar (“dünya devrimi olamadan olmaz” vs…) öne çıkmaya başladı.

Reel sosyalist deneyin sağlıklı, cesur ve devrimci bir değerlendirmesi geçmişte bizleri bölen ve hayatta karşılığı olmayan ayrım noktalarının da aşılmasını sağlayacaktır. Çalışmamın bir amacı da budur. Geçmişe yönelik “A dönemini kabul ediyorum, B dönemin reddediyorum” tavırlarının temelsizliğinin altını çizdik; örneğin “baskı ve vahşet dönemi” olarak zikredilen Stalin dönemine ilişkin burjuva iddiaları çürütürken, o dönemde oluşan trajedinin tüm boyutlarını ve gerçek sebeplerini ortaya koyduk. Bunun yanında “kutsal” kabul edilen Lenin döneminde de yapılan ciddi hataların varlığını açığa çıkardık ve analiz ettik. Bu yaklaşımla, reel sosyalizm pratiğine tüm geleneklerden gelen eleştirilerin hakkını vererek, hiçbir eleştiriye sağır kalmayarak bu eleştirilerde neyin ne ölçüde anlamlı olduğunu (ve hayatın gerçeklerine denk düştüğünü), öte yandan neyin yanlış ve gerçek dışı olduğunu tek tek irdeleyerek üzerinde tüm sosyalistlerin ön yargılardan sıyrılarak ve etiketleme yapmadan tartışabilecekleri ve ortak sonuçlara varabileceği bir zemin yaratmayı hedefledik. Umarız yararlı olur.

ODAK: Bugün sosyalizm iddialı Çin, Küba ve Vietnam yönetimlerine nasıl bakıyorsunuz?

Sinan Dervişoğlu: Kitapta da belirttiğimiz gibi, 1917 ile başlayan sürecin bir parçası olan bu 3 ülkede de reel sosyalizmi yıkıma götüren dinamiklerin bazıları geçerli olmaya devam etmektedir; buna karşılık bu ülkeler kendi devrimci geçmişlerinin ve geleneklerinin yarattığı özgün bir birikimle yıkıma direnmeyi başardılar ve kendilerine özel birer yol tarif ettiler. Çin ve Vietnam piyasa mekanizmalarına açılarak ülkede belirli bir etki alanını aşmayan kapitalist bir sınıfa ve kapitalist ilişkilere göz yumdular; bunun sonucunda her ikisi de büyüme ve modernleşme yönünde olağanüstü büyük bir ekonomik başarı elde ettiler. Küba ise ABD’nin burnunun dibinde kendi var olma-yok olma savaşını yönetimin içe kapanıp baskıyı artırması ile değil kitlelere daha fazla açılarak, taban demokrasisini güçlendirerek aştı ve (ekonomide gerilik sürmekle beraber) dünya sosyalist iktidar deneyleri tarihinde en demokratik ve katılımcı sosyalizmi kurmayı başardı. Bunlar bardağın dolu taraflarıdır.

Öte yandan bu ülkelerin sorunları da farklı ele alınmalıdır. Çin ve Vietnam yarattıkları kapitalist sınıf ve ilişkileri, güçlü ve gerektiğinde sert bir parti iktidarı ile dengelemekte, bu kesimlerin ekonomik güçlerini siyasi ve ideolojik güce (medya, TV…) çevirmelerine kesin olarak mani olmaktadır. Piyasa ilişkileri ile yaratılan zenginliğin halka yansıtılması alanında her iki ülkenin de elde ettiği başarılar etkileyicidir. Her iki ülkede de siyasi iktidarın halkçı, kamucu ve emekçiden yana olan kimliği ve hassasiyeti kesindir; bu açıdan bu ülkelere “kapitalist” denilmesini doğru bulmuyorum. Ancak bu resimde siyasi iktidarın ve partinin ideolojik netliği, siyasi kararlılığı, parti inşası, kadro politikası ve en önemlisi sosyalizmin toplumdaki ideolojik hegemonyası hayati önem taşımaktadır. Bu alanlarda oluşabilecek zaaflar ve çatlaklar sonucunda “su kendi yolunu bulabilir”, Çinli ya da Vietnamlı bir ”Gorbaçov” SSCB’de olduğu gibi trajik gelişmelere yol açabilir. Bu gözden uzak tutulmaması gereken bir olasılıktır. Dünyada ABD’yi dengeleyen ve barış ve işbirliğinden yana bir tavır, ülke içinde de büyümenin sonuçlarının emekçilere yansıtılması ve sosyalist demokrasinin geliştirilmesi sürdükçe bu 2 ülkenin desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Küba ise sosyalist siyasetteki başarısını henüz ekonomiye yansıtabilmiş değildir. Halkın temel ihtiyaçları başarıyla karşılanmakla ve Küba sağlık gibi belirli alanlarda büyük başarılara imza atıyor olmakla birlikte ekonomi hala fakir, tüketim mallarının miktarı ve kalitesi yetersizdir. Küba da son Parti kongresinde kontrollü bir şekilde piyasa reformlarına başlamaya karar vermiştir. Küba’nın siyasi başarısını ekonomik bir başarı ile tamamlaması umuduyla bu sürecin de gene Küba sosyalizmine sahip çıkan bir titizlikle izlenmesi gerekir.

ODAK: Yaşanan sosyalizm tecrübelerinden hareketle Türkiye solunda birlik hakkında ne önerirsiniz?

Sinan Dervişoğlu: Yukarda da belirttiğimiz gibi, geçmişte “bölünmeye” yol açan unsurların büyük bir kısmı şu anda ortadan kalkmış ve anlamını yitirmiş durumdadır; ancak bu durum, elbette otomatik olarak birliği sağlamamaktadır. Burada iki temel engel vardır.

Birincisi tüm dünyada sosyalist harekette hala şu ya da bu ölçüde etkili olan tutucu ve doktriner tavırdır. Pratikteki başarısızlık, birçok kadroyu teoriye “sığınmaya”, sorunun çözümünü püriten bir saflıkta ve doktriner bir “ilk formüllere dönmekte” aramaya itti. Bugün gerekli ve güncel olan görev teoriyi sadece kavramak değil, aynı zamanda onu geliştirmektir. Sadece 1917’yi değil Çin, Küba, Vietnam, Latin Amerika ve Doğu Avrupa devrim deneylerini yorumlamak ve hem siyaset, hem de sosyalist inşa konusunda elimizdeki teorik malzemeyi geliştirmek zorunlu görevdir.  Burada en ciddi sorun “teorik planda her konuda anlaşmış parti birliği” illüzyonudur. Geçmiş sosyalizmin tarihinde Bolşevik Parti dahil bu tarzda “detaylarda %100 anlaşmış” bir parti söz konusu olmamıştır. Asıl olan devrimci politikada, topluma devrimci müdahale konusunda, izlenecek yol, çalışma tarzı, mücadele anlayışı, örgütlenme biçimleri gibi konularda toplumda sosyalist bir başarıyı hayata geçirecek bir politik hat konusunda anlaşmaktır. Bu da bizi ikinci soruna götürmektedir.

İkinci sorun, kadrosal tutuculuktur. Bugün, birkaç hareket dışında sosyalist solda mücadele eden yapıların aralarında ne fark kaldığı, niye birbirlerinden ayrı durdukları sorusu büyük ölçüde cevapsızdır. Sadece Türkiye solunun farklı geleneklerinden gelmenin, kendi aralarında iyi anlaşan (ve diğer önderliklere kuşkuyla bakan) lider kadrolara sahip olmanın dışında anlamlı bir ayrım pek yoktur. Türkiye Devrimci hareketinin tüm gelenekleri, 1920 Mustafa Suphi’nin TKP’si ile başlayarak 1920-51 tarihsel TKP, 1961-71 TİP, THKO, THKP-C, TİKKO, 1973 sonrası TKP, Devrimci Yol, Devrimci Sol, Kurtuluş gibi geleneklerin hepsi ciddi devrimci değerleri, aynı zamanda zamanın bize gösterdiği gibi belli hataları içermektedir. Bunların hepsinin devrimci değerlerine sahip çıkarak yeni bir çıkış ve sosyalist bir kimlik ve siyaset tanımlamak pekala mümkündür. Bunun için başarılı bir sosyalist siyasetin ne olması gerektiğine odaklanmak, bunu örmek, birliği de bu tarz bir başarı etrafında örgütlemek gerekmektedir. Solda birlik, değişik sosyalist grupların MK’ları arasında ikili veya çoklu görüşmelere ve imzalanacak protokollerle değil, toplumsal bir başarı üzerinden sağlanacaktır. Bir oluşum belli ve sağlıklı bir başarıyı yakaladığında, onunla blok halinde davranmak, ve gerektiğinde ona katılmak devrimci bir tavırdır; yeter ki katılınan yapı, kendine katılanlara hem enerjilerini ortak mücadeleye katmanın, hem de belli bir uyum ve disiplin çerçevesinde siyaset yapmanın kanallarını açık tutsun, iç şeffaflığı ve katılımcı mekanizmaları hayata geçirmeyi başarsın. Türkiye sosyalist hareketinde birlik, tarihimizdeki tüm devrimci değerlere sahip çıkarak, sağlıklı bir eleştiri süzgecinden geçirerek, ama esas olarak Türkiye halklarını kapitalizme ve emperyalizme karşı güçlü bir biçimde harekete geçirecek bir pratik başarı çizgisine odaklanmak, buna yoğunlaşmak ve bunu hayata geçirmekle mümkün olacaktır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.