Yoldaşlık örneği Ulaş Bardakçı’yı anıyoruz 

0
412

Lenin’in yazdığı gibi devrimci hareketin yükseldiği dönemde devrimci olmak kolaydır. Çok insan adeta modaya uyarak devrimci olur. Nasıl ki dostluklar en kötü zamanlarda sınanırlarsa devrimcilik de işler zora girdiğinde sınanır. Ulaş Bardakçı Türkiye’nin en kötü zamanlarından birinde kendisini ortaya koymuş bir devrimcidir. Bu yüzden ismi Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ile birlikte anılmaktadır. Aşağıda Türkiye işçi sınıfı hareketi önderlerinden Sırrı Öztürk’ün Ulaş hakkında yazdığı yazıyı yayınlıyoruz. ODAK Dergisi

ULAŞ BARDAKÇI

Ulaş (namı diğer “fukara”), sadece cezaevinin değil, devrimci gençlik kesiminden gelen militanların en yeteneklilerinden biriydi. Onun genç militanlar arasında çok saygın ve çok sevimli bir etkisi vardı. Kibirlilik yanından geçmemişti Ulaş’ın. Onunla daha uzun bir cezaevi arkadaşlığımız olmuştu. Böylelikle Ulaş’ı bütün nitelikleriyle tanımak fırsatını bulmuştum. 

Siyasi tutsaklar arasında aranması mutlaka şart olan “siyasi kimlik-kişilik” sorununa olumlu işaretler verenler hemen seçilirdi. Bizlere dışımızdan bir gözlemci olarak bakanlar dahi kimin siyasi tutsaklığa yaraşır düşünce-davranış içinde olduğunu hemen fark ederdi. Ulaş’da olan bu türden nitelikler Mahir Cayan, Cihan Alptekin vb.’lerinde de seçilirdi. Siyasi tutsaklık kimliği, her şeyden önce devrimci ahlak, siyasi terbiye olgunluğunda aranıyor ve anlaşılıyordu. Ulaş bu ölçütlere uyan ve sevilen bir siyasi tutsaktı. Devrimci direngenliğini, özverisini kimi zigzaglara düşmeden koruyor ve sürdürüyordu… 

Cezaevine getirildiğinde üzerinde işkence izleri hala geçmemişti. İlkin F Koğuşu’nda kalıyordu. Havalandırmaya çıktığında, bizim koğuşun penceresinden kendisiyle konuşmuştuk; getirildiği cezaevinin adını ve nerede bulunduğunu bir türlü çıkaramamıştı: 

-S.abi, burası neresi, şimdi biz İstanbul’un hangi semtindeyiz? Bu askeri birliğin arazisi nereye kadar uzanıyor? 

-Burası Kartal Maltepe Askeri Cezaevi, 2.Zırhlı Tugay’ın ortalarında, tepede bir cezaevi. 

-Sizin 16 Haziran’da kaldığınız cezaevi burası mı? 

-Evet ta kendisi. 

-Baksana, bizim yüzümüzden cezaevinin çevresine duvar örülüyor, galiba kuşu kaçırmak istemiyorlar! Tugay’ın giriş çıkış yollarını, şu tepenin arkasındaki yolları biliyor musun? 

Ulaş getirildiği cezaevi hakkında bütün bilgileri toplamayı, hal hatır sormanın önüne koymuştu. Adeta bir topoğraf gibi bulunduğu yöreyi tanımış, haritasını çıkarmıştı. O sıralarda yapılan Cezaevi duvarları yükselmeden Ulaş, bu işi tamamlamıştı. Onu en kötü koğuşa vermelerinin bir sebebi de daha önce emniyette, bir iki keşif ve tesbitlerde kaçmaya kalkışması yüzündendi. Ulaş’ın gündeminde cezaevinde yatmak gibi bir problem bulunmuyordu. Onun kaçmasını hiç bir güç önleyemezdi. Ulaş her haliyle bu niyetini saklamıyordu. Kimi kişiler çevrelerine ne düşündüğünü ve neleri yapacağının işaretini hemen verirdi. Tecrübeli bir cezaevi gardiyanı Ulaş’ın yüzüne ilk bakışta ona mutlaka bir mim koyardı; koymalıydı… 

Ulaş, her havalandırmaya çıktığında spor yapmaya başlamıştı. Kısa boylu, atletik yapılı Ulaş, cezaevinin en sağlıklı kişileri arasındaydı. Spor’un her türünden anlıyordu; futbol, kültür-fizik, karate, boks ve güreş üstüne onun yeteneklerini aşacak çok az kişi çıkardı. Yapışma bakanlar, onu bir militandan çok başka birine rahatça benzetebilirdi. 

Spor yapmak onu da eski formuna kavuşturmuştu. Temiz yüzü, gergin adaleleri ve gülüşüyle girdiği yerin havasını değiştirir, gündemine koyduğu bir konuyu hemen koparıp almasını bilirdi. Güreş antremanı adı altında yapılan boğuşmalarda üç kişi bir araya gelse onun sırtını yere getiremezdi. Tartışmalarda da, genel tutum ve davranışlarında da onu yere vurmanın imkanı yoktu. Ulaş, ağdaki balık, kafesteki panter gibi bir militandı. Acaba böylesine bitmez tükenmez bir enerjiyle dolu olmasının sırrı neredeydi? 

Evet bu işin bir sırrı bulunuyordu. Ondaki bu farklılığı ve yeteneği herkes kendi açısından görüyor ve değerlendiriyordu. Kimi arkadaşlar her insan topluluğunda mutlaka bulunan üstü çok açık hikaye ve takılmalarla da bu konu üstüne eğilmekteydi. 

Elbette bu takılmalar arasında ortak olan yan Ulaş’daki üstün yaradılışın takdir edilmesiydi. Ayrıca takılmalarda üstü açık bir yığın malzeme kullanılsa da seviyesiz ve cıvık bir yola asla sapılmıyordu. 

Ulaş dozajı bir hayli ilerilere götürülen takılmalar karşısında: 

-Ulan “hayta”lar, içinizde en bakir adem benim, dediğinde: 

-Hayda! Bak sen bakir ademe? Bakir mi, bakire mi? gibi karşılıklar alınırdı. 

O ise: 

-Abi sen onlara aldırma, inan Meryem anadan daha fazla bakir sayılırım. Bu “haytalar” yüzünden hayatımda inan bir kızın elini tutmuş değilim. Biçiminde bir özlemini de dile getirirdi. 

Ona bu yolda en üstü açık takılma Ömer Ayna tarafından yapılmıştı: 

-Bak Ulaş, isterik burjuva avratları seni bir keşfetseler, ne yapar eder seni ipten kurtarırlar ve Koca Yusuf Pehlivan gibi mutlaka senden döl almaya kalkışırlardı. Hem onların felsefesine de uygundur bu döllendirme işi… Kızma arkadaş topraksız tohumsuz asacaklar bizi, yalan söylemiyorum… Bari geriye tohum… 

Bu türden “yakası açık” takılmalar çoğu kez şakalaşma ve dalaşma talimleriyle kesilirdi. 

Gerçekten gençlerin basında çıkan resimleri çoğu genç kızın ince kaburgasını incitmiş, aralarında aşık olanlar dahi çıkmıştı. Hatta çocukların gazetelerden kesilmiş resimlerini saklayanlarının başlarına bazı hesapta olmayan işler de gelmişti. Ziyaretçilerimizden duymuştuk bunları… 

Gençlerin hayatı dolu bu sevimli dalaşmalarına duyarlı olmayan yoktu. Bir yolunu bulup onları ziyarete gelenler dahi vardı. Bir seferinde ilerici bacılarımızdan biri bizi ziyarete gelince onu Ulaş’la tanıştırmıştık. Kızcağız elindeki elma sepetini içtenlikle uzatırken sepetten önce kızın eli dostça kavranmış ve uzun süre bırakılmamıştı. Yalnızca bu sahne bile Ulaş’ı ne kadar etkilemiş ve günlerce sözünü etmiş durmuştu. 

Bazı gençlerin Ulaş’ın bu samimi “el sıkma” eylemini birazcık ucuza kapattığını görünce onları uyarmaktan kendimizi alamamıştık. Onlara aynen şunu söylemiştik: 

– Bakın çocuklar, o kız arkadaş (G.G), öyle sizin üniversitelerde “devrim nikahı” adıyla, kırk çarşambadan atlayıp, burjuva basınına kötü birer malzeme olmuş, ya da askeri savcılıkta, cezaevinde, hastahanede “özel” muameleler gördükten soma, duruşmalarda histeri krizleri geçiren (Ü.A vb.)’lerden değildir. O, işçi sınıfının yetiştirdiği bir militandır; grev ve direnişlerde büyümüştür; grev çadırlarında kalmıştır; barikatlarda dövüşmüştür; bildirilerimizi dağıtmış, sırlarımızı saklamıştır. Bu yüzden işinden-ekmeğinden olmuş, evi bizim yüzümüzden defalarca aranmış, çile çekmiş, ifadesinde kimseyi ele vermemiş bir bacımız ve yoldaşımızdır. Sakın ona dil uzatayım demeyin! Ayrıca, onun hayat arkadaşı da vardır! Sakın ha!… 

Ömer Ayna, bu uyarıdan sonra: 

– Anladın mı Ulaş! G.G. ODTÜ’deki çişlilerden değilmiş, diyerek daha “sevimli” bir şakalaşmayla boğuşma isteklerinin uvertürlerini yapardı… 

Üstü açık takılmalarla ya da ciddi olarak değinilen bu konu hakkında sınırlı bilgilerimizi zorluyor ve Ulaş üzerine düşünmek gerektiğinde; doğallıkla gen ve kromozomları hangi tarihsel ve sosyal şartlarda vücut bulmuş ve gelişme göstermiştir, sorusunu sorardık. Kimi insanlarda belirgin olarak göze gelen-görülen bu olgunun bilinmeyen bir yanı yoktu. Yetenek ve beceriler, üretim süreçlerinde toplumsal gelişmenin maddi ve manevi şartları hazırlanınca biçimleniyordu. 

Bu konuda daha tam bir yargıya kavuşabilmek amacıyla Ulaş’ın ana-babasını ve kardeşlerini tanımak fırsatını da bulmuştum. Fakat Ulaş Anadolu kilimlerindeki tek örnek gibiydi. Benzeri ve taklidi yoktu. 

Ulaş’a, devrimci genç militanlarda olan bazı özelliklerle, kahramanların yalnızca öğrenci gençler arasında içinde olmadığını, onlarınkinden daha değerli niteliklerin işçi sınıfı ve emekçi halk hareketlerine damgasını vuranlar içinden de çıktığını ve bulunduğunu anlatırdım. Fakat, şurası bir gerçekliktir ki, öğrenci gençliğin militanlığı, işçi sınıfının yetiştirdiği militanlardan daha fazla “üne” kavuşturuluyordu. Zonguldak, Kozlu, Eskişehir, Kocaeli, Aydın, İzmir, Bursa, İstanbul’daki sınıf bilinçli militanların destansı nitelikleriyle katledilişleri, küçük burjuva çevrelerde anılmıyordu bile… Ulaş, küçük burjuva “sof’ların “raiting” yapması olayını doğal karşılıyordu. Doğrusu, militanın, öğrencisi, öğretmeni, avukatı, doktoru, işçisi ve köylüsü yoktu: Militan her yönüyle, her yerde militandı! 

Ulaş’ı Cezaevi yaşamında gözlemlemeye çalıştığımız bazı görüntüleriyle tanımlamak kolay değildi. Böylesine yüksek moral ve sevimlilik bir dönemin kadrolarını öylesine etkilemişti ki, bu nedenle de onun adını çocuklarına verenler öteki adlardan daha çoğunluktaydı. 

Ulaş’ın F Koğuşu’nda kalışı, davalarının savunma safhasına kadar sürmüş, sonradan o da Mahir gibi bizim koğuşun çok sevimli bir parçası olmuştu. 

Bendeki izlenimlere göre o, cezaevinin en disiplinli ve tutarlı militanlarından biriydi. Yatması, kalkması, okuması, spor yapması, yemesi, içmesi ve çevresiyle kurduğu ilişkiler daima en öndeydi. Bir sanatı, yetenek isteyen bir işi, ya da bilgisi dışındaki bir beceriyi, görev anlayışıyla onun kadar kısa sürede öğrenen ve uygulayan kişi çok az bulunurdu. Bu niteliği ile üretimden gelen kadrolarca çok seviliyordu. 

Onun bu yeteneklerini cezaevine gelmeden de anlamıştım. Kendisini eskiden beri tanımaktaydım. Karşılaştığım zamanlarda, benden öğrenmesi gereken her şeyi bir film şeridi gibi hafızasına nakşeder, ya da aklının köşesine hemen kaydederdi: 

-S.abi, oto kilitleri seri numaralı mıdır, mekanizmasını çizebilir misin, metalinin alaşımı nedir, en küçük üçgen eğe kaç milimetredir, 0,5 mm çapındaki bir çeliğin 80 derece esneyebilmesi için hangi karbon çeliğinden yapılması gerekir, metrik vidayla, vitvort vida arasındaki farkları ve normları gösteren bir çizelgeyi nereden edinebilirim, fiberglasın alaşımı nedir, nasıl yapıştırılır, selülozik boya mı, sentetik boya mı fiberglas otolarda kullanılır, debriyaj balatası ayırma yapmayınca ilkin ne yapılmalıdır, sekromec kırılırsa, vites değiştirilebilinir mi, kışın marş motoru görev yapmayınca arızayı akü de mi aramalıyız. Akü suyunun halitası damıtık sudur değil mi, antifiriz hangi ayda radyatöre konur, süresi ne kadardır, hangi ayda radyatörden boşaltılmalıdır, radyatördeki soğutmayı yapan devri-daim pompası iş yapmazsa motor kaç kilometre yol yapmalıdır, motordaki tekleme nasıl giderilir, bu neyin işaretidir, yağ kaçıran silindir kapağı contasını tamirciye gitmeden değiştirmek mümkün müdür? 

Bilmem, böylesine ayrıntılı soruların doğru cevaplarını araştıran kaç oto sürücüsü vardır? Ulaş’ın bana sorduğu bu türden soruların ne anlama geldiğini hemen anlamak mümkündü. Anlaşılan; ona bir görev verilmiştir, o da verilen görevi, bilgisi ve yeteneği dışında da olsa öğrenecek ve yerine getirecektir. Hem de bütün öğrendiklerini uzmanlarından daha yetkin bir biçimde yaparak… Keşke Ulaş’la 12 Mart 1971’e varan köprüde değil de bir fabrikada karşılaşsaydık. Bu türden bir tarifle anlatamadığım zeka ve yetenekler işçi arkadaşlarıyla birlikte şekillenseydi. Sınıf bilinçli işçiler Ulaş’lan kendi sıcak potalarında niçin eritemediler? Birlikte yaşadığımız Ulaş’ların yüreklerinin nasıl attığını, militan niteliklerini, kararlı ve yürekliliğini yazmak benim açımdan da oldukça güçtür. Onların katledilmelerinde sanki çekilen tetiklerde bizim de kanlı elimiz varmışçasına kendimi eleştirmekte ve suçlamaktayım. Devrimci gençliğimizin böylesine katledilmesi ve kırılması karşısında bırakalım devrimciliği, insan olarak vicdanlarımız rahat olmamalıdır diye düşünüyorum. 

Ulaş cezaevinde de aynı özelliğini sürdürmekteydi; son nefesine kadar gündemine aldığı problemlerin çözümünü, elektronik bir aygıttan daha mükemmel çalışan beyniyle kavrar ve sanki 30 yıllık işçiymişcesine hünerli elleriyle iş’i doğrar atardı. Onun beyniyle elleri arasındaki dengeli uyum kaç insanda vardı? 

Kendisine takılmadan edemezdim: 

-Ulaş, yavrum sen hangi gezegenden buralara geldin, sendeki yeteneklerin kaynağı nereden geliyor, nerelisin, orijinin nedir, anan-babanın kökeni, çocukluğun… hele bir anlat da öğreneyim, tanıyalım seni? 

-Bizimkiler sizin oralı, yakın komşu ilinizden, “etrafı dağlıyam, ortası bağlıyam, ola desene Erzincan’lıyam…” Anladın mı? Anamgilin kökü köylü, sanırım kızılbaşlık geleneğimiz de var. Ben incelemedim, bilmem. Varlıklı bir aileden gelmiyorum. ODTÜ fizik bölümünde okudum. 

Ulaş daha derinlere inmez, soy, sop, milliyet vb. konulara asla girmez, hemencecik konuyu değiştirir, işi bitmez tükenmez kahkahasıyla başka alanlara çekerdi: 

-S.abi, senin bir de makina ressamlığın vardı galiba, inşaat ve elektrik projeleri çizdiğini dava dosyalarındaki bazı ifadelerden okumuştum; şu cezaevinin doğruya yakın, ölçekli bir projesini çizebilir misin? Şöyle bütün detaylarıyla, yani elektrik, su, kanalizasyon ve temelleriyle birlikte; farz et ki, bu proje ile belediyeye başvurulup ruhsat alınacak? Ne diyorsun? Yapabilir misin? 

Ulaş bir işin üzerindeydi. Aklınca bizi sınamış ve tartmıştı. Bu güvenle önümüze teklifsiz, diplomasisiz bir iş koyuyordu!… Anlaşılan büyük bir olayın gerçekleşmesi için bazı adımlar atmayı aklına koymuştu, kendisine: 

-Ulaş, şimdi de müteahhitliğe mi soyundun? 

-He!. 

-Hele bir F Koğuşu’ndan kurtul.. Dikkatli ve sabırlı ol… Bu konuda daha sonra konuşacaklarımız var… 

Ulaş F Koğuşu’nda “müteahhitliğe” soyuna dursun, onun kafasına yerleştirdiği büyük kaçma projesi, D Koğuşu’nda çoktan gerçekleştirilmişti bile. THKO’nun militanları kendi irade ve yetenekleriyle, projeler çizmiş, inşaatın ruhsatını almış, temel hafriyatına çoktan başlamışlardı… 

Ulaş’ın cezaevindeki hayatı düzenli ve planlıydı. O, bu özelliğiyle işçilere daha çok yakındı. İş ve emek sevgisi olağanüstü gelişkin biriydi. Dava arkadaşları ona savunma hazırlanması görevinin bütün sorumluluğunu vermişti. Ulaş kendisine verilen bu göreve ilkin büyük bir muhalefet göstermişti: 

-Ne!.. Savunma hazırlamak mı? Dünyada olmaz! Hayatımda yapamayacağım tek şey budur, diyordu; ve bu görevi kabul etmiyordu. 

Ziya, onun bu muhalefeti karşısında ağırlığını koymuş, kendisinin bu konudaki görev ve sorumluluklarından kaçınmış ve Ulaş’ı görev kabul etmeye ikna etmişti. 

Ulaş’ın “zorla” üstlendiği bu iş için de kağıt üzerinde plan yapmaya koyulmuş, yapacağı işin iskeletini ortaya çıkarmıştı. Gene soruyordu: 

-S.abi, buraya bir daktilo, yeterince kağıt, karbon ve bir kısım kitaplar gerekli, bunları içeri nasıl sokarız? 

Savunma için bulunması mümkün bütün malzemeyi Ulaş’a \ teslim etmekte bir güçlük çekilmedi. Öncü kitabevi sahibi kardeşim Zeki istenilen kitapları hemen göndermişti. Bu kez Ulaş kitap okumaya başlamış ve bizim küçük koğuş bu iş için hazırlanmıştı. Koğuş sakinleri onların rahat ve disiplinli çalışmaları için kolaylık sağlıyor ve ellerinden geleni esirgemiyordu. Kitaplar okunup notlar çıktıkça, işler ilerlemekteydi. Ulaş günde 300 sayfa kitap okuyor ve not çıkarıyordu. Bu yeni işini de sevmişti; arada bir şakasını yapıştırmaktan da geri durmuyordu: 

-Ulan şu teorisyenlik ne de rahat ve kolay bir şeymiş, niye başından beri beni “çorni” cilikte harcayıp durdunuz “hayta”lar?! Şimdi daha iyi anlıyorum kariyeristlerin hastalığını. Ben de kariyere soyunacağım; “evet., ne diyordum? Ben diyordum ki, bana göre, usta demiştir ki, anladığım kadarıyla…” 

Ulaş, işin böylesine sunuluşunda tıpkı bir aktör gibi, elini şakağına dayar, sonra elini çenesine getirir, kalemiyle başını kaşır, bir aşağı, bir yukarı anlamlı anlamlı yürümeye başlar, “teorisyen” taklidi yaparak ortalığı gülmekten kırıp geçirirdi. Böyle anlarda o, oynadığı tiyatro sahnesinin sonucunu daima bilirdi; tetikte durur, kendisine yapılacak fiili saldırıyı beklerdi. Ulaş, her “teorisyen” sahnesini oynarken bilirdi ki, birileri ona saldıracak, kucaklayıp sırtını yere getirmeye çalışacaktır. Yazı-çizi işlerinin ağır yükü ve yorgunluğu, ancak böyle çıkıyordu. Bu boğuşma eğlenceleri bir ihtiyaçtan doğuyordu ve çok sevimliydi. Ulaş sanki biyonik bir adamdı; bir kaç kişi birlik olsalar bile onu tuşa getirmenin imkanı yoktu. Demek Ulaş böyle işaretler vererek arkadaşlarına davetiye çıkarıyor, daracık koğuşlarda enerji sarfetmenin yolunu arıyordu. Ulaş harika bir çocuktu… Onu çok seviyorduk… 

Ulaş’ın “teorisyen”liği ilerledikçe, tartışmalar da renklenmişti. Artık o bütün yetenekleriyle, ülkenin yapısal özellikleri ve marksist tahlillere bütün ağırlığıyla girmişti. Mahir cezaevine geldiğinde savunmanın 240 sayfası yazılmış ve teksir edilmişti. Bu savunmayı, Ulaşların kaçmasından sonra, geride kalan arkadaşları duruşmalarda tadını çıkara çıkara okumuştu. 

Ulaş, Sinan Kazım Özüdoğru’nun nişanlısının serüvenine de çok üzülmüştü; (THKP-C’nin bayan sanığı Rüçhan Manas’ın cezaevinde görevli bir teğmenle (Fuzuli Yazıcı) olan ilişkisi, basında çirkin suçlamalara neden olmuştu.) “Ondan bir kız arkadaş istedik, esirgemedi nişanlısını bize teslim etti; şimdi ne cevap veririz çocukcağıza!?” Diyerek kahrını gizlemezdi. 

Gazetelere ve sıkıyönetim bildirilerine konu olan bu olayın kahramanı teğmen, cezaevindeki görevinden alınmış, başka bir yere tayin edilmişti. Bu teğmenin nöbetinde, bizzat tanığı olduğum bu diyalogda, Ulaş kendisine birçok çengel atmış, yerine getirilmesi zor bazı önerilerin kapısını aralamıştı. Fakat “kara sevdalı” teğmen ne bu çengele takılmış ne de konuyu üstlerine bildirmişti. Onun bu türden bir tavrını, devrimcilere duyduğu sempati ya da saygı yerine koymuştuk. 

R.M ile “kara sevdalı..” teğmenin serüvenini herkes alabildiğine sömürdü. Oysa ileri sürülenler yakıştırmaydı. Devrimciler bayan arkadaşlarını, iddia edildiği gibi, asla kullanmamıştı. Bu “ilişki” cezaevi koşullarında kimi kişisel ve ideolojik donanım yoksunluğundan kaynaklanmıştı; kendiliğinden -insiyaki- güdülerle oluşmuştu. THKP-C sanıkları, bayan arkadaşlarını kullanmamıştı!.. Ulaş da, iddialar bir yana, son derece onurlu ve gururlu bir kimlik taşıyordu!.. 

Bu olayda karşı devrim, “psikolojik savaş”ın bütün iğrenç silahlarını kullanmıştı (Sonradan, “bizim taş gibi oğlanlarımız var, isteseydik…” türünden bayağı sataşmalara da neden olacaktı…). Devrimcilerin ise, ellerinde karşı propogandayı kıracak hiçbir etkili aracı yoktu. Bu nedenle olay herkese şunu öğretmişti: Devrimciler çileli hayatlarında, evleneceklerse, eşlerini çok dikkatli biçimde seçmeliydiler. Doğulu gelenekler arasında, “uçkuruna sahip olamayan” bir devrimcinin başarılı olma “şansı” yoktu. Kadın ve para konusunda “zaafı” olanların arasına eloğlu çok rahatlıkla girebiliyordu… 

Ulaş’la koğuş arkadaşlığımızın artık sonu gelmişti; o da büyük yolculuğa hazırlanan diğer arkadaşları gibi bizim koğuştan ayrılmıştı. Gitmeden bir gün önce, pencereden; “senin şu yeşil kazağı istiyorum, Mahir’e 41 numara bir ayakkabı gerek, biraz büyükçe bir de naylon… Mahir’le benim elbiseleri senin oğlanlara veriyoruz; bizi hatırlasınlar, haydi eyvallah!..” 

Onunla vedalaşmamız böyle olmuştu. İstediklerinin çoğu yerine getirilmişti. Sadece 41 numara ayakkabı bulmakta güçlük çekildi. Onu da Atilla Sarp’dan bir bahane ile almak gerekmişti. Çünkü, kaçma olayı bu arkadaşlara bilgi verilmeden gerçekleşmeliydi; onların konumu, yani “Cunta” Davası sanıklarının ilişkileri hiç kimseye güven vermiyordu; bir tedbir olarak kaçma eylemi A koğuşu sakinlerinden de saklı tutulmuştu. (Bizim delikanlılar, cezaevinde bir hayli kirlenen ve eşim tarafından onarılıp temizlenen bu elbiselerin içinde bir hayli “gösteri” yapmıştı: “Bak bu ceket Mahir’in bu da Ulaş’ın..” diyerek fiyaka ve caka satmıştı.)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.