Mustafa Yılmaz
Türkiye ve Yunanistan hükümetleri arasında bugünlerde yaşanan gerginlik, her iki ülkenin halkları arasında bir savaş olasılığı tartışmasını da başlattı. Eylül ayına denk düşen bu sürtüşme 6-7 Eylül pogromunu da daha bir güncel yaptı.
6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da azınlıklara yönelik yaşanan şiddet, yok etme ve linç olaylarının üzerinden 65 yıl geçti.
6-7 Eylül pogromu sırasında Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevli olan Sabri Yirmibeşoğlu; ‘6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı’ demekteydi.
İstanbul Ekspres gazetesinin ‘Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldı’ iddialı haberinin ardından azınlıklara yönelik saldırılar başlatıldı.
Tertibin hemen ardından basınının kullandığı “halkın duygusal tepkisi”, “milli galeyan” gibi ifadeler bir süre sonra “komünistler”i suçlamaya yöneldi. Daha önceden mimlenmiş elli kadar solcu ve aydın hiç bir delil göstermeden tutuklandılar. Tutuklular beş ay sonra beraat ettiler.
Resmi verilere göre, “yalnızca İstanbul’da 73 kilise, 8 ayazma, 2 manastır, 3.584’ü Rumlara ait olmak üzere 5.538 ev ve işyeri yakılıp yıkılmış, yağmalanmıştır. Yine resmi kayıtlara göre, 60 kadın tecavüze uğramış, birçok kişi öldürülmüştür. On binlerce Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani yurttaş, baskılara ve can güvenliği tehdidine karşı ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.”
Evleri ve işyerleri yakılıp yıkılan gayrimüslimlerin geride bıraktığı sermaye, müslüman iş adamlarına verilerek, yeni zenginler yaratıldı.
İngiltere’nin Kıbrıs’taki Rum direnişinden rahatsızlığını fırsat gören DP yaptığı tertiplerle yarattığı Rumlara yönelik düşmanlık, hem kendinin hem de adadaki çıkarlarını gözeten İngiltere’nin işine geliyordu.
HDP Diyarbakır Milletvekili Garo Paylan, “yüzleşilmeyen suçlar tekrarlar” diyerek,
6 ve 7 Eylül’ün faillerinin ortaya çıkarılması için Meclis Başkanlığı’na bir araştırma önergesi sundu.
Paylan, önergesinde faillerinin ortaya çıkarılması, yaşanan can ve mal kayıplarının tespit edilmesi, mağdur olan kişilerin ve kurumların maddi ve manevi kayıplarının tazmin edilmesi çağrısında bulundu.
6- 7 Eylül’ü birde Aziz Nesin’in kaleminden okuyalım! Yazıyı sosyal medyadan paylaşan Sözer Murat’a teşekkür ederiz.
“İkinci gece için altımıza sermaye paramızla gazete almamıza izin verdiler. Paraları verdik askere. Geceleyin gazeteler geldi. Çok eski tarihli gazetelerdi. Çünkü gazete okumamız yasaktı. Altımıza ikişer üçer yaprak gazete serdik.. Hangi koşulda olursa olsun insan gülmeceyi ve gülmece duyarlığını elden bırakmamalı. Tuvalete gitmek isteyen, hücresinin kapısına vurarak, nöbetçi eri çağırıyordu. Nöbetçi erlerden biri gelip kapıyı açıyor, helaya götürüyor, hela kapısında bekliyor, helada işi biteni yeniden hücresine kapatıyordu. Erler hangi hücreden kimi aldıklarını akılda tutamadıklarından, heladan dönen kendi hücresine değil, başka bir arkadaşının hücresine gidip orada can sıkıntısından bir süre söyleştikten sonra, yine helaya giderek bu defa kendi hücresine dönüyordu. Bu, yaşamımızdaki tek değişiklik, eğlenceydi ve biraz konuşup söyleşmenin dışında hiçbir amacı da yoktu. Şunu da söyleyeyim, ben bu kandırmacayla hiçbir arkadaşımın hücresine gitmedim. Bu oyunun tatsızlıkları da oluyordu. Nöbetçi erin de canı sıkılıyor bizim gibi, eğlenmek ve üstünlük duygusunun doyumu için birden gözetleme deliklerinden birinin kapağını açıveriyor ve içerideki başka bir hücredeyse, hücre numarasını söyleyerek onu aramaya başlıyordu : “Ulaaan, 7 numaradaki ne oldu ? 7 numara nereye gitti ? Neredesin 7 numaraaa ?..” Günde 2-3 kez böyle şeyler olmaktaydı. Günlerden bir gün yine nöbetçi er bağırmaya başladı, ama bu er öbürlerinden hem sert bağırıyor, hem de ağır sövüyordu : “Ulan bu 8 numaradaki hayvan kim ?..” 6-7 Eylül olaylarının iki-üç sorumlusundan biri olan ve bizi suçlu diye buraya attıran, bana göre zamanın İçişleri Bakanı Namık Gedik’ti. Onun buyruğu olmadan, bu faciada hiçbir yeri olmayan insanların suçlu gösterilerek cezaevine atılması olanaksızdı. Nöbetçi er bağırıyordu : “8 numaradaki kim ?..” Birden aklıma geldi, hücremden seslendim : “8 numara Namık Gedik..” Nöbetçi er şöyle bağırarak dolaşmaya başladı : “Ulan Namık Gediiiik, neredesin ulaaan?..” Sövüp sayarak dolaşıyordu. Hücrelerden de kahkahalar yükseliyordu. Tam o sırada cezaevi müdürü Binbaşı Muzaffer’in içeri girdiğini sesinden anladık. Ere bağırıyordu : “Kim? Ne diyordun lan? Ne Namık Gedik’i, hangi Namık Gedik ?..”
*Etnik bir gruba yönelik kolektif şiddet.