Mondros’tan Cumhuriyet’e

0
160

Murat Karayel

Tarih yazımı hiçbir zaman nötr sonuçlar doğurmadı, doğurmaz. Öyle veya böyle yazanın bugünkü konumuyla ilişkili olarak güncel mücadelelerin doğrultusunu etkiler. 

Liberal tarih tezlerine dayanan popüler tarih anlatıları, halkın kolektif hafızasında köklenmiş Kurtuluş Savaşı’nı, işgale karşı direnişin anti-emperyalist niteliğini itibarsızlaştırmaya hizmet eder. Resmi tarih eleştirisi olmak iddiasındaki bu tür anlatılar halka yabancılaşmış entelektüellerin halihazırdaki siyasi pratiğine ideolojik dayanak hizmeti görür. 

Tarihi tek tek muharebeler, işgal devletlerinin iç sorunları ve kendi aralarındaki anlaşmazlıklar, iktidar mücadelesindeki tasfiyeler vs. üzerinden değerlendirmek, bugünün pratiğini destekleyecek malzemenin devşirilmesine elverişli yöntemdir. Genelde yapılan da budur: İnönü savaşlarının çapını konu edinmek, Milli Misak’ın çelişkilerine odaklanmak, azınlıkların uğradığı haksızlıkları öne çıkararak Sevr-Lozan karşılaştırması yapmak; emperyalistlerle doğrudan çatışmaya girilmediği iddiasıyla Kurtuluş Savaşı’nın varlığını tartışmak; tarihin İskilipli Atıf Hoca gibi “mağdurlarını” aramak; komünistlerin katledilmelerini, uğradıkları baskıyı temel kriter haline getirmek amaç açısından işlevsel ancak yön kaybına neden olan bu tür işlemlerdendir.

Direnişin tarihte kırılma yaratan toplumsal dönüştürücü rolüne körlük; bağımsızlık hedefinin ham hayal, ulus-devletin Osmanlı milletler sisteminden de baskıcı bir yapıntı olarak tanıtılmasında; demokrasinin AB’den getirilebilir kargo malzemesi gibi kavranmasında yankılanır. Yön bir kez kaybedilince din istismarcılığına tepkileri yasakçılıkla etiketlemek, Meclis’in tasfiyesini yerine konana aldırmadan takdir etmek; Irak’a, Suriye’ye, İran’a emperyalist saldırıların bayraktarlığını yapmak; BOP’ta kapılan rolle övünüp Trump’ın Gazze planıyla heyecanlanmak erdem haline gelir! 

Cumhuriyet’in akşamdan sabaha ilan edildiği anlatısı liberaller için M. Kemal’in diktatörlüğünün, resmi tarih savunucuları için uzak görüşlülüğünün, devrimciliğinin örneklerindendir. Tarihi mahkum etmek ya da kutsamak ikiliğinin dışına çıkıldığında ise Cumhuriyet’i anlamlandırabilmenin yolu, ilanına varan sürecin kendi toplumsal koşullarına bağlı kalarak değerlendirilmesidir. Ondan sonradır ki daha “ileri” bir rejim bakış açısıyla eleştirilebilir. 

Cumhuriyeti mümkün kılan sürecin değerlendirilmesinde farklı tarihler, olaylar başlangıç noktası alınabilir. Tarihsel olanakları ve olasılıkları millici güçler ile emperyalist işgalciler ve işbirlikçi saltanat rejiminin karşılıklı hamleleri şekillendirmiştir. Türkiye’nin ulus-devlet olarak kuruluşu, Cumhuriyet’in ilanı, işgale karşı direnişten alınan güç ve prestij ile gerçekleştirilebilmiştir. Bu bakımdan Kurtuluş Savaşı koşullarını açık eden “Mondros Mütarekesi”nin (30 Ekim 1918) başlangıç noktası olarak benimsenebileceğini düşünüyorum. 

Osmanlı, önce İspanya aracılığıyla ABD Başkanı Wilson’a iletiyor savaşın durdurulması talebini. Oradan cevap alamayınca, savaş esiri İngiliz generali Townshend üzerinden İngiltere’ye başvuruyor. Talebin kabul görmesiyle Osmanlı heyeti Mondros’a varıp (26 Ekim 1918), İstanbul ile iletişimi engellendiği halde 30 Ekim 1918’de ateşkesi imzalıyor. 

Mondros; Almanya’ya kabul ettirilen Hitler faşizmine can suyu verecek kadar ağır ve Sevr’in önsözü olan bir ateşkes anlaşmasıdır. Askeri, siyasi, idari, mali şartları Osmanlı’nın egemenlik haklarının ihlalinden öteye, devlet varlığının inkarı niteliğindedir. İçeriğinin tek taraflılığına rağmen dört gün gibi kısa bir sürede imzalanmasını, saltanat rejiminin koşulsuz teslimiyeti ve halen hükümette de yer alan ittihatçıların politik tükenmişliği dışında açıklayabilmek zordur. Ne var ki bunu başarı gibi göstermekten geri durulmamış; saltanatın hukukunun, milletin onurunun, devletin geleceğinin korunduğu; işgaller olmayacağı açıklanmıştır. Gazetelere, bu tür açıklamalar eşliğinde “itidal” çağrıları yayınlattırılmıştır. 

M. Kemal, Mondros’u takiben Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’na atanınca, bulunduğu bölgede ateşkesin nasıl uygulanacağına dair Sadrazam ile telegraflaşmaya başlamıştır (3-8 Kasım 1918 arası telgrafları). Ağır şartları yanında, İstanbul’un teslimiyetinin anlaşmanın uygulanmasını tam bir işgale vardıracağını belirterek tepki göstermiş, memleket yararına doğru bildiğini yapmaktan kaçınamayacağını bildirmiştir. Duyanlarda beklenti, sarayda endişe yaratan tepkisi iki gün sonra görevden alınarak İstanbul’a çağrılmasına neden olmuştur. 

Ateşkes imzalanırken Osmanlı heyetine zaman tanımayan emperyalistler barış anlaşması için acele etmemişlerdir. Osmanlı’yı taraf değil, savaş ganimeti sayan Sevr için bile iki sene kadar bekleyebilmişlerdir (30 Ağustos 1920 Sevr). Çünkü mevcut durum kendileri için öyle elverişli ki, ateşkese dayanarak cephe hattında ilerleyebiliyorlar; İzmir’i İstanbul’u işgal edebiliyorlar. Denklemi değiştirecek olan işgale karşı direnişin gelişmesinin ve Sovyet Rusya ile yakınlaşması ihtimalinin baskısıyla “barış anlaşması” için adım atıp Sevri’i gündeme getirmişlerdir. 

Mondros sonrasında saltanat cephesinde acizlik hüküm sürüyor. Her istediklerini zorluk çıkarmadan yaparak İngilizleri hoş tutup ateşkesi iyi bir anlaşmaya vardırmayı umuyorlar. Ordunun tasfiyesini, silahlarının toplanmasını sessizce kabullenip; işgallere tepki göstermezken olası karşı koyuşları önlemek için tedbir alıyorlar. Sadrazam ve hükümet değişikliği için İngilizlerin istekte bulunması yetiyor. Vahdettin ve Damat Ferit resmen İngiliz mandası için başvurup, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurulmasına önayak oluyorlar. Millici güçleri ise düşmanca karşılarına alıp ilk fırsatta üstlerine asker salabiliyorlar. 

Aydınlardaki yılgınlık ve umutsuzluk mandacılığın benimsenmesiyle kendini gösteriyor. Daha sonra Kurtuluş Savaşı’na katılacak olan Halide Edip, Yunus Nadi gibi isimler bile Amerikan mandası isteyen “Wilson Prensipler Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer alıyorlar. Umutsuzlukları, saltanat cephesinin acizliği yanında halkın maddi ve manevi yıkımını isabetle görmelerinden kaynaklanıyor; bunu mutlaklaştırmak yanılgısından besleniyordu. Halkın yeni bir savaş için asker ve maddi destek verecek gücü ve fedakarlık isteği görünmüyordu. Ancak işgallere karşı Kuvayi Milliye cephelerini tutan da, Güney’de direnen de, Büyük Taarruz’da ordu saflarını dolduran da aynı halk güçleriydi. 

İttihat ve Terakki, örgütlenmelerini belli oranda koruyabilmişse de politika belirleyip merkezi hareket etme kabiliyetini kaybetmişti. Bir kısım halen İstanbul’da kalarak bir şeyler yapılabileceği düşüncesiyle hareket ederken Enver Paşa Türk-İslam aleminden devşirilecek güçle Anadolu’nun işgalden kurtarılması peşindeydi. Lider kadrolar arasındaki ayrılıklara, ulusal çapta politika üretememelerine rağmen yereldeki örgütlenme ve kadroları Kuvayi Milliye cephelerinin oluşmasında, işgale karşı direnişte etkili olabilmişlerdi. 

Hürriyet ve İtilafçılar, işgalcilere, saltanat rejiminin teslimiyetine her karşı çıkışı ittihatçılıkla itham edip hedef alıyorlardı. Mevcut durumun sorumlularından görüldüklerinden ittihatçılar aleyhindeki bu faaliyet halkta, orduda karşılık bulabilmişti. Millici güçleri ittihatçılıkla suçlamak, emperyalistlerin hedefi haline getirmenin yollarından sayılıyor, sıkça yapılıyordu. İttihatçı kadrolar yine de Kurtuluş Savaşı’nın zaferinde önemli pay sahibi olabilmişlerdi. 

Osmanlı ordusu emperyalist paylaşım savaşı cephelerinde erimişti. 750 bin şehit, bunun iki katından fazla kaçak, hasta, tutsak kaybı vermişti. Mondros imzalandığında saker sayısı 560 bin görünüyordu (Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, s. 145. Atatürk Araştırma Merkezi 2. Baskı, 2002). Birliklerin sevki sırasında bu mevcut da hızla düşmüştü, firarlar nedeniyle Fahrettin Altay o günlerde birliklerin kadro düzeyine indiğini, elde kalan askerin nöbet yerlerini tutmaya ancak yettiğini anlatıyor. “Birliklerde, ordularda kalan askerler ya köylerinde kimsesi kalmamış olanlardır ya da o köylerin yoksullarıdır. Askerler kışlada yatacak yer bulmuşlardır ve karınlarını doyuracak yemek” sözleriyle adı var kendisi belirsiz kolordular yanında halkın durumuna da işaret etmiş oluyor (İmparatorluktan Cumhuriyete, Fahrettin Altay Paşa Anlatıyor, s. 138, Taylan Sorgun, Kumsaati Yayınları, Ağustos 2004). Anlatısında işgalleri ve ordunun tasfiyesini kabullenemeyen, halen bağlılık duyduğu saltanatın acizliğini görüp de ne yapacağını bilmeden adeta bekleşen komutanlar dikkat çekiyor. 

Havza’dan idari makamlara ve kolordulara yollanan; İzmir’in ve Anadolu’nun işgalini teşvik edip birlikte mücadele çağrısı yayan telgraflar (28 Mayıs 1919 ve takip eden günlerin telgrafları); milli mücadele fikrini daha açık ifade eden Amasya Kararları (22 Haziran 1919) beklentide olanları umutlandırıyor.

Erzurum ve Sivas Kongreleri, direnişin ulusal çapta yetkili organı Temsil Heyeti’nin oluşturulması, Meclis-i Mebusan’dan gelenler ve Anadolu’dan Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden seçilen temsilcilerle Büyük Millet Meclisi’nin açılması… Direnmekten yana olan ayrımsız tüm güçler için bir merkez inşasının adımları oluyordu. İzmir’in işgaliyle büyüyen öfke, İstanbul’un işgaliyle saltanat rejiminin işbirlikçiliğinin saklanamaz hale gelmesi kurtuluş arayanların yönlerini Ankara’ya dönmelerini hızlandırıyordu. 

Umutsuzluğu besleyen koşullar yılgınlıkla ihanet arasındaki sınırı nasıl belirsizleştirmişse; direnişin kararlılık kazanması da işgalciler ve işbirlikçileri ile milli güçler arasındaki cepheleşmeyi o kadar belirginleştirmiştir. İki cephede de Osmanlı subayları, ittihatçılarla mesai yapmış kimseler, din adamları, inanç önderleri, Kürt aşiretlerden temsilciler vardır. Tüm bu kimlikleri aşan ve bölen etkiyi yapan ne saltanat ne de cumhuriyet yanlılığıdır: İşgale karşı direnişin toplumsal tabanının çeşitliliğini yansıtmaktadır. Milli Misak’ın özü bu direnişin pusulası olmuştur: “Milli ve ekonomik gelişmeye imkan çerçevesinde girmek ve daha ileri ve modern bir şekilde işleri yürütmeyi başarabilmek için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve hürriyete ihtiyacımız vardır. Bu hayatımızın ve geleceğimizin esasıdır. Bu nedenle siyasal, adli, mali gelişmemizi önleyecek sınırlamalara karşıyız.” (Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1. s. 187). 

Bu bakış açısıyla ele alındığında: Ayşe Hür’ün yaptığı gibi, içerdiği bağımsızlık fikrini gölgeleyecek şekilde, kimin kaleme aldığını, ülke sınırlarına dair belirsizliklerini, Lord Curzon’un Lozan’da bunu kalkınma girişimini öne çıkararak Milli Misak’ı konu edinmek tarihin köpüğüyle uğraşmaktır. (Ayşe Hür, Öteki Tarih 2, ss. 75-77. Profil Yayıncılık, 3. Baskı, 2012). Yazarın üçlemesindeki Kurtuluş Savaşı, Sevr vb. değerlendirmeleri gözetildiğinde, en az eleştirilebilecek olan da budur. 

Tek tek olayların değerlendirilmesinden çıkıldığında süreç daha net görülebilmektedir: İşgale karşı direniş tüm kimlikler ve politik aktörler için bölen etkisi yaparak yeni bir saflaşma yaratmıştır. 

İttihatçı kadrolar süreçte önemli görevler üstlenmişlerdir, başarı kazanmışlardır. Ancak ülke çapında politika belirleme, merkezi olarak yürütme ve birlik sağlama yetileri ortaya koyamadıklarından direnişte inisiyatif ve liderliği ele alamamışlardır. 

Komünistler işgale karlı direnişte etkili olabilecek örgütlenme ve önderlikten yoksun olduklarından Sovyet yardımlarının etkilenmeyeceği anlaşıldığında kolayca tasfiye edilebilmişlerdir. 

Saltanat rejimi acizliği ve işbirlikçi duruşuyla kendini itibarsızlaştırmış, direniş kararlılık kazandıkça varlığı meşruluğunu yitirmiştir. İşgale karşı direniş boyunca atılan adımlar, milli egemenlik vurgusu, Anadolu’nun fiilen saltanatın egemenlik alanının dışına çıkarılması, TBMM’nin iktidarlaşması varlık zeminini ortadan kaldırmıştır. İşgalcilere karşı kazanılan zafer, direniş karşısında yer alan işbirlikçi saltanat rejimine karşı da zafer olmuştur. Saltanat ve hilafet karşıtı isyan olarak başlamamışsa da Kurtuluş Savaşı’nın seyri ve zaferi saltanatın sonunu getirmiştir. Saltanat ve hilafetin tesisi düşüncesi somut hedef olarak ortaya konamamış, M. Kemal ve çevresine karşı iktidar mücadelesinde din istismarcılığı biçimini almış, halka dönük nostaljik tınılı söylem olarak kalmıştır. 

Tarihin yönü bölgede ulus-devletlere, milliyetçiliğe dönüktür. Daha emperyalist paylaşım savaşı öncesinde gelişen milliyetçilikler imparatorluğun dağılmasında rol oynamıştır. Ancak Türk milliyetçiliği henüz topluma nüfuz edememiş, aydınlar arasında gündem olabilmiş; İttihat ve Terakki örgütlülüğünün halklaşabildiği kadar yayılabilmiştir. Bu gerçeği yakalayarak parçalı hareketler değil, ülke çapında direniş ufkuna sahip olan ve temsil organlarıyla birliği sağlanabilen güçler öncülüğü üstlenebilmiş, diğerleri tasfiye olurken ayakta kalarak süreci ulus devlete vardırabilmişlerdir. İşgale karşı direnişte farklı toplumsal güçlerin ve siyasi eğilimlerin birliğinin sağlanmasıyla Kurtuluş Savaşı kazanılabilmişse, tasfiyelerle de Cumhuriyetin ilanı ve rejimin kararlılık kazanması mümkün olmuştur. Cumhuriyetin ilk dönemini niteleyen, ulusal bilincin inşasını hedefleyen hukuk ve ideolojinin dayatılmasıdır. 

Emre Kongar, “resmi tarih” ve “gayri resmi tarih” eleştirisiyle Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet ilişkisini değerlendirip, “… aslında birbirini izleyen ve birbirine bağlı iki süreçten oluşur” (…) “… toplumsal, siyasal ve ekonomik yapı açısından Kurtuluş Savaşı ile Cumhuriyet arasında tam bir nedensellik bağı yoktur; bu bağı olayları yönlendiren büyük dehasıyla Mustafa Kemal Atatürk kurmuştur” sonucuna varıyor (Tarihimizle Yüzleşmek, s. 170, Remzi Kitabevi, 90. Basım, Ağustos 2011). M. Kemal’in Cumhuriyet’i nasıl tariflediğini gözettiğimizde, cumhuriyetin ilanından önce Kurtuluş Savaşı sürecinde vücut bulduğunu da not etmek gereklidir. M. Kemal 27 Ekim 1922’de yabancı basına Cumhuriyet hakkındaki demecinde, “… yeni Türkiye Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ilk maddesini size tekrar edeceğim: Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İcra kudreti, teşrii selahiyet milletin yegane hakiki mümessili olan Meclis’te tecelli ve temerküz etmiştir. Bu iki kelimeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir: Cumhuriyet” demiştir (Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 395, Utku Kocatürk, TTK Basımevi, 3. Basım, 2000). Dolayısıyla, Meclis’in yasama ve yürütme yetkileriyle donanmış şekilde çalışmaya başlayıp, Anadolu’da egemen hale gelmesi Cumhuriyet’in vücut bulması olarak değerlendirilebilir. Cumhuriyet ile Kurtuluş Savaşı arasındaki bağın kişileri aşan yönü görülebilir. 

29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile başlayan dönemi de, tarihsel olanakların ve olasılıkların yeniden şekillenmesi, tarihe etki edecek güçlerin değişmesi anlamında yeni-farklı bir sürecin başlangıcı olarak ele almak mümkündür. 

Bugün M. Kemal’in anladığı Cumhuriyet’ten bahsedilebilir mi? “Terörsüz Türkiye” konuşmalarından birinde Devlet Bahçeli, Alevi ve Kürt Cumhurbaşkanı Yardımcıları olabileceğini söylemişti. Aynı günlerde ABD tarafından, “Osmanlı Milletler Sistemi” sesleri gelmişti. Bu tür çıkışları yok saymak hata olur. Hesaptaki alternatif rejim modellerinden biri için nabız yoklaması olarak anlaşılmalıdır. 

Başkanlık sistemine geçişle meclis işlevsizleştirilmiş, millet egemenliğinin temsil organı olmaktan çok, bir partinin proje onayıcısı konumuna itilmiş; Cumhuriyet fikri kökten çarpıtılmıştır. Buradan, tam anlamıyla etnik kimlik ve mezhep referanslı bir rejime geçiş mesafesi uzun değildir. Geçişi engelleyen halkın rıza göstermemesi, direnmesidir. 

Demokrasi güçleri için rejimin başkanlık öncesi de özlenen bir şey ya da ulaşılması gereken hedef olarak düşünülemez. Bağımsızlık ve demokrasinin kazanılması Cumhuriyet değerlerinden vazgeçerek olmayacağı gibi, mücadelenin hedefini dün ile sınırlayarak da olamaz. Seçim başarısı, bugünkü iktidarın değişmesi, başkanlık sisteminden vazgeçilmesi vb. halkın alanlarda dile getirdiği taleplerin karşılanmasına yetmeyecektir. Demokrasiyi, refahı, AB üyeliğinde, emperyalist bloklardan birsine yedeklenmekte aramak çağdaş mandacılıktır. Son ABD gezisinde düşülen durumu, Trump’un Gazze planında üstlenilen rolü hiçbir yurtsever içine sindiremez. 

Bağımsızlık ve demokrasi bayrağını ülkemizde yükseltebilmek için Kurtuluş Savaşı’nın direniş ruhunu ve anti-emperyalist niteliğini ideolojik-siyasi referans alan yurtsever güçlerle sosyalistlerin birlikte yürüyebileceği yolu açmak gerekir. Halkın öz örgütlülükleri aracılığıyla egemenlik hakkını kullanabilmesi için birlikte mücadele etmek yolun önemli adımlarından olacaktır. 

KURTULUŞ SAVAŞINDA SOVYET YARDIMLARI

Kurtuluş Savaşı’nın başarısında dış etkenler anılırken, işgalciler cephesinde olanlar değil Ekim Devrimi’nin sonuçları ve Sovyet Rusya’nın doğrudan yardımları ilk sıraya konulmayı hak eder. 

Ekim Devrimi ile Rusya savaştan çekilmiş, 1914 öncesi sınırlarına dönmüştür. Çarlığın gizli anlaşmalarını açıklayarak emperyalist savaşın gerçek nedenini ilk elden deşifre etmiştir. Osmanlı topraklarının paylaşımına, İstanbul’un işgaline karşı olduğunu ilan etmiştir (3 Aralık 1917). 

Rusya’nın savaştan çekilmesi sayesinde, yeni bir saldırıya dayanamayacak durumdaki Doğu Cephesi ayakta kalabilmiştir. Mondros sonrasının en disiplinli ve diri askeri gücü böylece korunabilmiştir. İhtiyaç duyulduğunda Batı Cephesi bu birliklerle takviye edilebilmiştir. Askerlikle ilişiği kesilen M. Kemal’in otoritesinin tanınmasında, buradaki birliklerin komutanı olarak Kazım Karabekir’in emirlerini yerine getirmek taahhüttü ile bağlılık göstermesi önemli rol oynamıştır. 

İşgale karşı direnişin Sovyetlerle yakınlaşması, hatta “Bolşevikleşmesi” endişesi emperyalistleri sınırlamıştır. 

Sovyetler ile ilk ilişkilenen, yurt dışına çıkan İttihat ve Terakki liderleridir. Talat ve Enver Paşalar, Almanya’da cezaevinde tutulan Radek ile Osmanlı-Sovyet ittifakını görüşmüşler, sağlanan anlayış birliğiyle Cemal ve Enver Paşalar Sovyet Rusya’ya geçmişlerdir. 

M. Kemal Havza’da, Erzurum’da Sovyetler’den övgüyle söz etmiş, halkların mücadelesini örnek göstermiştir. Mondros ile içine düşülen durumdan çıkabilmek, emperyalist paylaşım planlarını bozabilmek mücadelesinde Sovyet Rusya’nın dostluk ve desteğini kazanmak hem İttihat Terakki liderlerine hem M. Kemal’e zorunluluk olarak görünmüştür. Ancak, İtthatçılar tarafından sağlanan uzlaşı ve taahhütler, milli mücadeleyi temsil etmedikleri gerekçesiyle M. Kemal tarafından reddedilmiştir. 

Temsil Heyeti’ni işgale karşı direnişin ulusal çapta temsil organı olarak tanıyan Sivas Kongresi ertesinde, önceki resmi olmayan temas girişimlerinden farklı olarak, Sovyetler’den yardım sağlamak için görevlendirme yapılmıştır. Meclis açıldığında da Sovyet desteği sağlamak ilk işlerden biri olmuştur. M. Kemal 26 Nisan 1920’de, emperyalizme karşı birlikte mücadeleden, askeri ve siyasi ittifaktan söz ettiği bir mektup yollamıştır Bolşevik yöneticilerine. Çok geçmeden (11 Mayıs 1920) Dışişleri Bakanı başkanlığında bir heyet Sovyet Rusya’ya gönderilmiştir. Devam eden girişimler sonucunda Milli Mücadele’yi temsilen Meclis’in muhatap alındığı ilişkiler kurulabilmiş, temsilciler Lenin, Stalin gibi önderler tarafından kabul edilmiştir. Sovyetlerden, Kurtuluş Savaşı’nın sonucunu etkileyecek miktarda para, silah, mühimmat, gıda yardımı sağlanabilmiştir. Ankara hükümetini ilk tanıyan, diplomatik ilişkiler kuran, Dostluk Anlaşması imzalayan Sovyetler’in desteği Cumhuriyet’in ilanından sonra da çeşitli biçimlerle sürmüştür. 

Bolşevikler Ekim’i dünya devriminin başlangıcı olarak görmüşlerdi. Avrupa’da devrim yenilince yönlerini Doğu’ya dönmüşlerdi. Sömürge halkların kurtuluş mücadeleleri ile kurulacak bağlar önem kazanmıştı. Burjuva demokratik hareketlerin emperyalizme karşı mevziler olarak desteklenmesi işçi-köylü iktidarını koruyarak dünya devrimi perspektifini canlı tutmanın gereği sayılmıştı. 

Üçüncü Enternasyonel’in 2. Kongresi’nde (21 Temmuz-6 Ağustos 1920) kabul edilen, Lenin’in Tezler’i Türkiye’deki işgale karşı direniş ile kurulacak ilişkinin ilkesel çerçevesini belirlemişti. M. Kemal önderliğindeki hareket “burjuva demokratik” olarak nitelenmiş, emperyalizme karşı savaşta desteklenmesi benimsenmişti. Komünistlere düşen görev de kurtuluş hareketini desteklemek ve devrimi tamamlamak için ittifak yapılan sınıflara karşı mücadeleye de hazır olmaktı. 

Kemalist önderliğin stratejik hedefi işgali defederek bağımsızlığı kazanmaktı. Sovyetlerin desteği mücadeleyi kazanabilmek için hayati önemdeydi. Sovyet Rusya ile ilişkileri iki egemen devlet arasındaki ilişki olarak şekillendirmek amaçlanıyordu. Bunun gereği neyse o yapıldı! Gerektiğinde Bolşevik liderlerle, Mustafa Suphi ile “yoldaş” hitabı kullanılarak yazışıldı, sıcak mesajlar verildi, Doğu Halkları Kurultayı’na gözlemci gönderildi, resmi komünist parti kuruldu… Yani ilişki pragmatik bakış açısıyla ele alındı. İşgale karşı direnişin önderliğine komünistlerin nüfuz etmesi, komünizmin halkta karşılık bulması ihtimaline karşı en sert önlemler alındı. Sovyet yardımlarının etkilenmeyeceği anlaşıldığında M. Suphi’ler katledildi, komünistler ağır cezalara çarptırıldı, komünist partiler ve propaganda yasaklandı. Savaş, milli çıkar, iktidar ve liderlik çatışmaları ekseninde olabilecektir bunlar. 

Sovyetler tüm bunlara güçlü bir tepki vermeksizin yardımlarını devam ettirdi. Çünkü, tarafların birbirleri hakkındaki değerlendirmelerinden ayrı olarak, varlıkları birbirlerinin çıkar ve ihtiyaçlarına hizmet eder durumdaydı. İşçi-köylü iktidarının korunmasıyla işgal karşıtı mücadelenin anti-emperyalist niteliği arasında nesnel bağ vardı. Tıpkı, Çanakkale savaşları ile emperyalistlerin boğazlardan geçişinin engellenmesinin, herhangi bir plan ve hesaba dayanmadığı halde Rusya’da devrimi desteklemesi gibi. 

13 Ekim 2025

Kırıkkale F Tipi Hapishane 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.