Bu yazımızda TİP’in sendikal çalışmalarda aldığı eleştiriler üzerinden soldaki grupçu anlayışı ve bunun etkilerini ele alacağız.
Sendikal alandaki sosyalist faaliyetlerin uzun süredir eleştirildiği biliniyor. Son haftalarda Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) yönelen tepkiler, soldaki grupçuluğun güncel örneklerinden birini gündeme getirdi. Bazı işçiler ve sendika üyeleri, TİP’in sendikal faaliyetlerde “parti merkezli” hareket ettiğini belirtti. Bununla sendika yönetimine gelen grubun sendikayı parti örgütü gibi yönetmesi kastedilmektedir. Bu eleştiriye paralel olarak DİSK Basın-İş yönetiminde yer alan bazı isimler, “TİP’in sendikal süreçlerde anti-demokratik tutum aldığı” gerekçesiyle görevlerinden istifa ettiklerini açıkladılar. TİP; Sosyal İş Ankara Şubesi ve Dev Turizm İş’te de benzeri eleştirilerle karşılaştı.
TİP’e yönelik grupçuluk eleştirileri geçtiğimiz yerel seçimlerde de gündeme gelmişti. Özellikle Hatay Defne’de TİP’in kendi adayını dayatması nedeniyle tüm sol güçlerin CHP adayı lehine seçimi kaybettiği iddia edildi.
Diğer yandan DİSK Basın-İş yönetiminde TİP’e eleştirler yapan HALKEVLERİ eğer DİSK yönetimindeki etkinliğini daha doğru şekilde kullanmış olabilseydi solda ve işçiler arasında tutarlı bir örnek oluştururdu. Ne yazık ki durum böyle değildir.
Sendika yönetimlerini ele geçirip onları parti örgütlerine dönüştürme yaklaşımı reel sosyalizmden kalma bir alışkanlıktır. Bu yaklaşımın altında kitle hareketini ele geçirip onu kendi örgüt iktidarı için kullanma anlayışı vardır. Bu anlayış Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist ülkelerin genelinde işçi ve halk iktidarları yerine parti saltanatlarının oluşmasına vardı. Kitle demokrasisi olmayınca işçiler, emekçiler ve halk bir süre sonra pasifleşti. Sonra devrimi herkesten daha devrimci geçinen parti yöneticileri satacaktı.
İşçiler açısından sendikalarda yaşanan grupçu rekabet, ortak mücadelenin önünü tıkıyor. Bu durumda sosyalist grupların güçleri birbirini desteklemek yerine köstekliyor. Bir sendika yönetimi “hangi grubun hâkimiyeti altında olacak” anlayışına sıkıştığında, işçilerin ortak çıkarları geri plana düşüyor. İşçi sınıfının devrimci örgütlere güveni zedeleniyor, sendikal mücadele dar bir iktidar çekişmesine indirgeniyor. Böyle olunca da mücadele, dar grupçu hesapların gölgesinde kalıyor.
Hatta sorun yalnızca işçi mücadelesiyle sınırlı kalmıyor. Halkın diğer kesimlerinde de aynı tablo yeniden üretiliyor: gençlik örgütlerinde, kadın hareketinde, mahalle derneklerinde… Kısacası, solun çalışma yürüttüğü her alanda. Solun farklı kesimleri bir araya geldiğinde, çoğu zaman ortak amaçlar için değil; birbirine üstün gelme çabasıyla hareket ediyor. Bu da halkın gözünde solun “birlik olamayan, kendi içinde sürekli kavga eden” bir görüntü sergilemesine yol açıyor.
Oysa halk, kendi sorunlarına çözüm arayan bir hareketten “kim daha üstün gelecek” tartışmalarını değil; dayanışma, ortaklaşma ve örgütlü bir güç bekliyor. İşsizlik, yoksulluk, kadın cinayetleri, doğa talanı, gençlerin sıkıntıları karşısında halk çözüm ararken; solun birbirini tüketen kavgalarla uğraşması, geniş halk kesimlerinin mücadeleye katılma isteğini olumsuz etkiliyor. Birçok emekçi, “sol elli parça; önce kendileri birleşsinler, sonra bizim mücadelemizi geliştirsinler” diyerek sol hareketten ne yazık ki uzaklaşıyor. Böylece grupçuluk, yalnızca işçilerin değil; bütün halkın örgütlenmesinin önündeki en büyük engellerden birine dönüşüyor.
Geçmişteki birçok deneyim, bize nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini açıkça gösteriyor. Sosyalist güçler, işçi sınıfının ve halkın ihtiyaçlarına kulak vererek dayanışmayı ve ortak mücadeleyi esas aldıklarında güçlenmişlerdir. Ancak kendi dar çıkarlarının peşine düştüklerinde, yani grupçu hesaplar yaptıklarında, parçalanmış, etkisiz ve güven kaybetmiş bir güç haline gelmişlerdir.
Demokratik kitle örgütlerinde görev almak, bir grubun kendi iktidar alanını kurma sahası değil; halkın birleşik mücadelesini geliştirmek içindir. İşçi sınıfının sendikal mücadelesinden, gençliğin özgürlük taleplerine, kadınların eşitlik mücadelesinden köylülerin direnişlerine kadar her alanda ihtiyaç duyulan şey; sol örgütlerin birbirine karşı üstünlük arayışlarını bırakıp dayanışmayı esas almasıdır.
Elbette her grup kendi özgün anlayışını hayata geçirmek, işçiler arasında örgütlenmek için çalışacaktır. Ancak bunun yolu sendikayı ele geçirip onu grupçu politikaların, grup propagandasının hizmetine koşmak olmamalıdır. Sendikalarda ve demokratik kitle örgütlerinde grubun değil kitle hareketinin ve devrimci mücadelenin çıkarları esas alınmalıdır.
Bugün asıl mesele, solda hangi grubun daha önde olacağı değil; işçi sınıfının, gençlerin, kadınların ve tüm ezilenlerin ortak bir mücadele etrafında birleşmesidir. Grupçuluk, sol grupların önünde aşılması gereken temel bir engeldir. Sosyalist hareketin görevi, bu engeli aşmak ve halkın örgütlü gücünü büyütmektir.
Kaldı ki sendikalar çıkar sağlamak için kirli yöntemlerin çok yaygın kullanıldığı ve egemenlik kavgalarının çok sık yaşandığı alanlardır. Sosyalistler bu alanlarda alternatif ve temiz bir mücadele yöntemi geliştirmedikleri takdirde sendikalardaki bu geleneksel yöntemlerden kaçınılmaz olarak etkileneceklerdir. Grupçuluk sendikalar içindeki bu yöntemlerle birleşince sosyalist kurumlar birbirine karşı daha yıkıcı hale gelmektedirler. Elbette her sosyalist örgütün sendikalarda kendi anlayışı doğrultusunda çalışma hakkı vardır. Fakat bu çalışma kapitalist toplumdan etkilenme yöntemlerle değil sosyalist ilke ve tutumlarla yapılmalıdır.
TİP de HALKEVLERİ de ve diğer sosyalist örgütler de mücadelenin geliştirilmesi açısından büyük olanaklardır. Eğer sol hareket içinde dayanışmacı bir mücadele hattı yaratılırsa yalnızca sendikalarda değil; bütün mücadele alanlarında güven ve umut yeşertilebilir. Grupçuluğun aşılması, halkın kendi örgütlü iradesini ortaya koymasının ve solun gerçek anlamda toplumsal bir alternatif haline gelmesinin önkoşullarından biridir.
Odak Dergisi