(SÖYLEŞİ) Ilgın Su babası Ruhi Su’yu anlattı: “Babamın sosyalist bir yaşamı vardı ve bunu ölene kadar sürdürdü”

0
63

Halk müziğinin güçlü sesi, türkülerle toplumsal belleğimizi diri tutan devrimci ozan Ruhi Su, ölümünün üzerinden yıllar geçse de eserleri ve mücadeleci tavrıyla yaşamaya devam ediyor. 20 Eylül 1985’te aramızdan ayrılan Ruhi Su’yu, ölüm yıldönümünde oğlu Ilgın Su ile konuştuk. Babasının sanat anlayışını, sosyalist yaşamını ve geride bıraktığı izleri Ilgın Su’dan dinledik. İyi okumalar dinleriz.

ODAK: Bugünden baktığınızda çağının devrimci düşüncesi ile donanımlı olan ozanımız Ruhi Su’nun kavgası, umudu ve özlemlerine dair neler söyleyebilirsiniz?

Ilgın Su: Ruhi Su’nun hayat hikâyesini artık az çok biliyorsunuz. Öksüzler Yurdu’ndan başlayıp Öğretmen Okulu’na, oradan öğretmenliğe… Sonra Ankara’da Devlet Konservatuvarı kurulunca oraya giriyor ve birincilikle mezun oluyor. Böyle olan iki kişi var: biri babam, diğeri Saadet İkesus’tur. Ardından on üç yıllık bir opera yaşamı geliyor. Ama bütün bu süreçte türkülerden hiç kopmuyor. Çünkü onun hayatında türkü hep var. Türkülerin yaşandığı bir coğrafyada yetişmiş bir insan zaten.

İşte Ruhi Su böyle biri. Aldığı müzik eğitimi boyunca ustaları, yol göstericileri olmuş. O dönem konservatuvar şanslı bir dönem yaşıyor; dönemin önemli müzik insanları Ankara’ya geliyor. Babam da onların öğrencisi oluyor, onlarla bağ kuruyor. Ahmet Adnan Saygun’dan çok şey öğreniyor, hatta bir dönem onun asistanlığını yapıyor. Sonra yolları ayrılıyor ama bu da akademik hayatın olağan bir parçası.

Bir süre sonra Anadolu’yu dolaşacak bir ekip kuruluyor. Ama bu ekibe Pertev Naili Boratav ve Saygun çok dahil olmuyor. Diğerleri, örneğin Kazım Akses ve birkaç kişi, Anadolu’ya gidiyorlar. Amaç folklor araştırmak, derlemek. Fakat o günün koşullarında tam sonuç alınamıyor. Çünkü teknoloji çok sınırlı. Makaralı teypler var ama herkesin erişebileceği bir şey değil. Babam söylenen türküleri kurşun kalemle notaya geçiriyor. Pertev Naili Boratav sözleri kaydediyor. O zaten Türk halk edebiyatçısı.

Böyle böyle babamın sanat anlayışı şekilleniyor. O, ezilen halkların kaderini kendi sanatında görüyor. “Ezilen halkların kaderi bizim çalışmalarımızla aynıdır, bu diyalektik gerçekliktir” derdi. Sanatıyla düşüncesi hiçbir zaman ayrılmadı. Halkı, yoksulları korumak onun temel amacı oldu.

Babam çok sayıda türkü derledi. “İskân Türküsü”, sürgün edilenler, çeşitli nedenlerle yok sayılanlar, Ermenilerin tehciri, Kürt isyanlarının bastırılması… Bunların hepsi bu topraklarda yaşandı. Babam da bunları türkülerine taşıdı. Sadece o değil, Pertev Hoca da aynı şeyleri tespit etmişti. Ama babam bu hikâyeleri kendi politik düşüncesi ve diyalektik bakışıyla yorumladı.

Onun için düşünceyle sanat bir bütündü. Sosyalist bir yaşamı vardı ve bunu ölene kadar sürdürdü.

Ben de hukukçu kafalı bir insanım. Babamla çok tartışmışımdır ama sonunda aynı zihniyeti benimsedim. Çünkü başka bir çıkış yolu bulamıyorum. Neden böyle bir düzeni Türkiye’de, hatta dünyada istiyorum? Çünkü babamın özlemi aslında çocukluğuna dayanıyor.

Fransızların Adana’yı işgali sırasında Toroslara karşı verilen savaşı çocuk yaşta görmüş. Fransızların şehri işgal etmesi onu çok etkilemiş. Yaşlı Adanalıların bir sözü vardır: “Toroslar, evlat edinen aile gibidir; oğlundan her şeyi görür.” Babam o sözün anlamını yaşayarak öğrenmiş.

Adana’nın bombalanmasına tanık olmuş. İki Fransız uçağının şehri vurduğunu kendi gözleriyle görmüş. Zaten yoksulluk içinde bir dönem. Evler yıkık dökük. Aile, Kadirli tarafına, Sayimbeyli tarafına kaçıyor. İki-üç yıl çadırlarda, derme çatma bir düzende yaşamışlar.

Ve işte bu deneyimler, onun dünyaya bakışını belirlemiş. Tıpkı pek çok eski kuşak komünist gibi, o da dünyada barışa, kardeşliğe ve insanların el sıkışmasına inanıyordu. Evet, bir el sıkışmaya… Çünkü onun hayalini kurduğu dünya buydu.

Babam, Jean-Jacques Rousseau gibi, “İnsan doğduğu zaman birdir ve bunu ayıramazsınız; ayırdığınız zaman sadece sıkıntı yaratırsınız.” derdi. Babam yoksulluk, yokluk ve öksüzlüğün getirdiği biriydi. Benim babamın kimsesi yoktu. Van’da bir askerin terkisini hatırlıyor ve konuşulanı anlamadığını söylerdi. O asker, Adanalı çok yoksul bir onbaşı, babamı almış. Ama babama bakamıyor, hem de oldukça eziyetli biriydi. Babama çok eziyet ediyorlar.

Babam, şiirlerinde de çocukluğundan bahsederdi: “Gitsin, gitsin de gelmesin; çocukluğum geliyor aklıma.” derdi. Konu komşu da acıyıp “Bu çocuğu öksüzler yurduna gönderin.” diyerek Suphi Paşa diye bilinen bir adama söylemişler. O Suphi Paşa her kimse, bir kartvizit yazıp babamı alıp götürmüş.

O zamanlar Darüleytam yeni kurulmuş. Fransızların işgal zamanı kurmuş olduğu bir okul, daha sonrasında Adana Lisesi oluyor. Oraya götürüp, “Bu çocuğu yıkayın, üstüne giyecek bir şeyler verin, girsin, yatsın.” demiş.

Ve babamın orayla ilgili söylediği şey şuydu: Çocuklar orada oynuyorlarmış, o da görmüş. Oyun diye bir şey varmış; ilk defa orada görmüş.

ODAK: Türkülere sevdalı, güçlü sesi ve özgün yorumuyla Anadolu ezgilerini yüreğimize ve bilincimize taşıyan Ruhi Su’nun ülkemizdeki sanat ve müzik dünyasına kattığı değerlerle ilgili neler söylemek istersiniz?

Ilgın Su: Babamın yaptığı iş, aldığı Batı klasik müzik eğitimiyle türküleri olabildiğince güzel, anlaşılabilir Türkçeyle ve bazı seslerden ayrıştırarak daha anlaşılabilir, melodik bir hale getirmekti. Ondan önce, 20. yüzyıl başlarında Fyodor Şalyapin isimli opera sanatçısı, hatta Rus halk şarkılarını tüm dünyaya tanıtmıştı. Babam ondan çok etkilenmiştir. Bir diğer isim ise Béla Bartók’tur.

Babamı etkileyen akımlar oldu. Klasik müzikte romantik çağ zamanında halk şarkılarından esinlenme başlamış, onları yorumlamaya yönelmişlerdi. Smetana, Dvořák, Çaykovski… Bütün bu besteciler halk şarkılarını müzik motiflerini geliştirerek kullandılar. Bu durum, babamı ve babamın kuşağındaki bestecileri çok etkiledi. Babam bu yoldaydı.

ODAK: Ruhi Su’nun özgün yanları nelerdir?

Ilgın Su: Alevi deyişlerini kendi müzik anlayışına göre yorumlamak, ortaya koymak; Pir Sultan Abdal’ı kendi anlayışı içerisinde derlediği türkülerde yine kendi anlayışıyla ortaya koymak, Türkçelerini daha anlaşılır bir hale getirmesiydi. Müzik olarak da koma seslerini mümkün olduğu kadar kısaltarak, türkülerin içindeki güzel tınıları yakalamak için uğraşıyordu. Bu şekilde tüm yörelerin, aynı zamanda geçmişin hem ozanlarını hem türkülerin, koşmaların, koşukların hepsini düzgün bir şekilde ortaya koymaktı. Sosyalist kimliği sayesinde bu işi araştırıyordu. Ondan önce bu işi yapan, merak eden de yoktu.

ODAK: Bu yıl Ruhi Su’dan ülkemize miras kalan Dostlar Korosu’nun 50. yılı. Bu mirasın yaşaması için çok emekler verildiğini biliyoruz. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfının çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz?

Ilgın Su: Biz, Ruhi Su’nun müzik anlayışını, türkülerini çok sesli müziğe kazandırma anlayışını bu şekilde yaşatmaya çalışıyoruz.

Koro, 1975 yılında Dostlar Tiyatrosu bünyesinde kuruldu. Mehmet Akan başkanlığında “Dostlar Hasat” adında bir dans grubu kuruldu. 1976’dan 1980’e kadar devam etti. 12 Eylül gelince her şey aksadı ve malum sonuçlarla karşılaştık. Sonra tekrar tekrar bir araya geldik fakat babamın hem yaşı hem de sağlığı elverişsizleşti, babam hastalandı. 1985’e kadar parçalı bir biçimde devam etti. Koro daha sonra yürüdü, ardından 7 kişi olarak vakfı kurduk.

Kültür ve Sanat Vakfı 16 sene sürdü fakat maddi yetersizliklerden dolayı kapatıp dernek olarak sürdürmeye devam ettik. 2012’de, babamın doğumunun 100. yılında, derneği “Ruhi Su Yüz” adıyla tekrar kurduk. Babamın özel eşyalarının bulunduğu, çeşitli konserlerde ve dostlarla olan fotoğraflarının sergilendiği bir sergi açtık. Ondan sonra da bugünlere geldik.

ODAK: Son olarak ne söylemek istersiniz?

Ilgın Su: Babam yaptığı işle her şeyi söyledi. Ama babamın bir söyleşide söylediği bir şeyi aktarmak istiyorum: “Bir yörede türküler ne kadar anlam çoğunluktaysa, o yörede ezgiler ne kadar yoğunsa, bilin ki o bölgede şartlar çok ağırdır.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.