Nadiye Karahan
Sendikalar işçinin emeğini, onurunu ve geleceğini korumak için vardır. İşçiden alınan her aidat, yalnızca bir kesinti değil zor günlerde karşılık bulması gereken bir dayanışma sözüdür. Ancak bugün bu sözün ne kadarının tutulduğu ciddi biçimde sorgulanmalıdır.
Milyonlarca çalışanın maaşından düzenli olarak akan aidatlarla büyüyen sendikalar, artık yalnızca hak mücadelesi veren yapılar değil aynı zamanda önemli ekonomik kaynakları yöneten yapılara dönüşmüş durumdadır. Bu durum çoğu zaman “işçi yararına sosyal imkân” söylemiyle gerekçelendirilmektedir.
Sendikalar tarafından sıkça dile getirilen bir ifade vardır: “işçi yararına sosyal imkânlar sunulmaktadır.”
Peki o hâlde şu soru kaçınılmazdır: İşçi bunu neden hissetmiyor?
Eğer sunulan imkânlar işçinin hayatında gerçek bir karşılık bulmuyorsa, işçi işten çıkarıldığında yalnız kalıyorsa, kendi aidatıyla oluşturulan olanaklardan yararlanmakta zorlanıyorsa ortada kâğıt üzerinde sosyal imkân vardır ama pratikte işçi yararı yoktur.
Ancak asıl soru şudur: Bu paralar nereye gidiyor?
İşçi için ayrılan pay çoğu zaman sınırlı kalırken, asıl büyük kaynak farklı projelere ve yönetim giderlerine yönelmektedir. İşçi geçim derdiyle boğuşurken, sendika yönetimlerinin yaşam koşulları ile işçinin gerçekliği arasındaki fark giderek açılmaktadır. Rahat yaşayanlar yukarıda, yükü taşıyanlar aşağıdadır. Ezilen yine işçidir.
İşçi bunu istemiyor.
İşçi kendi alın terini savunan, hakkını pazarlık masasında gerçekten koruyan, işten çıkarıldığında arkasında duran bir sendika istiyor. Lütuf dağıtan değil, hak savunan bir sendika istiyor.
Örneğin (rakamlar yalnızca örnektir) piyasa koşullarında sunulan bir hizmetin sendika üyelerine indirimli olduğu söylenmektedir. Ancak unutulmaması gereken şudur: Bu imkânların kaynağı zaten işçinin ödediği aidatlardır. İşçi, kendi parasıyla oluşturulan bir olanaktan yine ücret ödeyerek yararlanmak zorunda kalıyorsa, burada gerçek bir kazanımdan söz etmek zordur.
Üstelik mesele tekil örneklerle sınırlı değildir. Sendikaların yönettiği birçok kaynak, taşınmaz ve gelir kalemi bulunmaktadır. Ancak bu gelirlerin ne kadarının doğrudan işçiye döndüğüne ilişkin şeffaf ve kamuoyuna açık bilgiler çoğu zaman paylaşılmamaktadır.
İşten çıkarılan işçiye gelince tablo tamamen değişmektedir. Aidat kesintisi kesintisiz sürerken, işçi işsiz kaldığında onu ayakta tutacak düzenli ve somut bir destek mekanizması çoğu zaman devreye girmemektedir. Uzayan hukuki süreçlerde işçinin temel yaşam giderleri görmezden gelinmektedir.
Aidat öderken sendikanın asli unsuru olan işçi, ihtiyaç anında yalnız bırakılıyorsa orada dayanışma değil, yönetim anlayışı sorunu vardır. İşçinin emeğiyle büyüyen yapıların, işçiye mesafe koyması bir tesadüf değil, bir tercihtir.
Daha da düşündürücü olan şudur:
İşçi işten çıkarıldığında destek yoktur.
Zor günlerde sessizlik hâkimdir.
Vitrin uygulamalarda ise kurallar katıdır.
Bu düzenin sorgulanması artık kaçınılmazdır. Üst kadrolar refah içindeyken, tabanın ezildiği hiçbir yapı meşru değildir. Sendika; gelir üreten fakat işçi yoksullaşırken susan bir yapıya dönüşmüşse, sorun tek tek uygulamalarda değil, anlayışın kendisindedir.
İki yürüyüş, birkaç basın açıklamasıyla işçinin gerçek temsilcisi olunmaz. İşçinin temsilcisi olmak onun yalnızca sesini değil, ekmeğini, sofrasını ve güvencesini de savunmayı gerektirir.
İşçi sadaka istemiyor.
Lütuf istemiyor.
Kendi haklarını savunan bir sendika istiyor.
Sorular ortadadır.
Aidat kimin parasıdır?
Sendika kimi temsil etmektedir?
Bu düzen gerçekten işçi için midir?






















