Ocak 2023
Çeviren: Kemal Okur
Yazar Zhou Li, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne Bağlı Uluslararası İlişkiler Dairesi eski Direktör Yardımcısı
Çevirenin Notu: Bugün Türkiye’nin sosyalist-komünist partilerinde dünya durumu üzerine düşüncelerde genel olarak dünyadaki toplumsal çelişmeler başlıca iki çelişmeye indirgenmekte –birincisi İşçi sınıfı ile burjuvazi ve ikincisi emperyalist güçler arasındaki çelişmeler- oysa günümüz dünyasında çok keskin olan ABD ve diğer Batılı gelişmiş ülkeler ile dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler arasındaki çelişki, yani Kuzey-Güney çelişkisi gözden kaçırılmaktadır. Bkz. TKP 14. Kongre Raporu Belgeleri ve “Yaşamak İçin Sosyalizm”. Kuzey ülkelerinin özel bir konuma sahip olan Rusya dışında genellikle G7 ülkeleri olduğunu söyleyebiliriz.
Bununla birlikte aşırıya vardırılan bir görüşe göre, emperyalist güçler arasındaki çelişmelerin kapsam alanıgenişletilmekte ve sosyalist Çin dahil diğer bazı görece güçlü konuma kavuşan gelişmekte olan ülkeler dahi -Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Endonezya, Türkiye, Arjantin, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Nijerya- emperyalist paylaşım savaşına yeni katılan ülkeler olarak ele alınmaktadır. Oysa Çin dışında bu ülkeler orta büyüklükteki- genellikle bölgesel hegemonya rekabeti içinde olan ülkeler olarak görülebilir. Hatta bugünkü dünya durumunu Birinci Dünya Savaşı öncesi duruma benzeten görüşler bulunmaktadır. Bir Marksist yazar şöyle yazıyor: Günümüzün Birinci Dünya Savaşı öncesine benzemesi, Lenin’in tanımladığı bir üst düzeyde tekrarlanan sarmala benzetilebilir. Bkz. Diğer ciddi bir hata sosyalist ülkeler ile güçlü kapitalist devletler arasındaki çelişmeler sadece ABD ile Küba- Demokratik Kore arasındaki çelişmeler olarak çok sınırlı bir ilgi çekmektedir. Kanımca dünyanın genel tablosu ve dünyadaki temel trendler kavranmadan Türkiye’de gerçekçi bir siyasal strateji oluşturulamayacaktır.
Bölüm 1. Dünyadaki Başlıca Toplumsal Çelişmelerin Doğru Saptanmasının Önemi
2020’lere girerken, uluslararası durum karmaşık ve değişken, çalkantılı bir döneme giriyor ve uluslararası düzen, küresel sistem ve dünya düzeni buna bağlı olarak değişimler geçiriyor. İlerlemezsen, geri çekilmek zorunda kalırsın. Ciddi riskler ve meydan okumalar karşısında, çağın genel trendini nasıl doğru kavrayacağımız, nasıl proaktif olacağımız, nasıl fayda sağlayıp zarardan kaçınacağımız, nasıl dalgaları aşıp ilerleyeceğimiz ve 19. Ulusal Kongre tarafından belirlenen hedefler doğrultusunda Çin ulusunun büyük yeniden canlanması davasını kararlılıkla ilerletmek, önümüzdeki önemli bir konudur. Materyalist diyalektiğe göre, şeylerin gelişimi çelişkilerle doludur. Çelişkilerin hareketi, gelişimi ve evrimi, şeyleri farklı yönlerde gelişmeye iter ve farklı sonuçlar oluşturur. COVID-19 salgını şiddetliydi ve uzun süre etkisini sürdürdü. ABD hükümeti Çin ve Rusya’ya karşı “çifte kuşatma” politikasını çılgınca yürütüyor.
Rejim güvenliği, iklim değişikliği, bilimsel ve teknolojik yenilik, yerleşim araçları ve endüstriyel zincirlerin ve tedarik zincirlerinin sorunsuz akışını sağlama gibi konular çeşitli ülkelerin hükümetlerini meşgul ediyor. Bunlar, uluslararası yapı ve düzenin değişmesine yol açan özel araçlardır. Ancak, uluslararası yapının evrimi esasen dünyadaki temel çelişkilerin analizinden ve değerlendirilmesinden ayrı düşünülemez. Genel Sekreter Xi Jinping yakında şunları vurgulamıştı: “Bütünsel bir bakış açısına sahip olmalı ve her türlü çelişkiyi net bir şekilde görmeliyiz. Aynı zamanda, temel çelişkilere ve merkezi görevlere odaklanmalı, öncelikle temel çelişkileri ve çelişkilerin başat yönlerini çözmeliyiz ki diğer çelişkilerin çözülmesini de yönlendirebilelim.” Uluslararası durum, uluslararası ilişkiler ve uluslararası yapı gibi büyük meseleleri bu yöntemle incelemeli, böylece inisiyatifi ele alarak planlama yapmalı ve durumdan en iyi şekilde yararlanmalıyız.
Bölüm 2, Bugünkü Dünyada Dört Başlıca Çelişme
Şu anda ve gelecekte dünyada hangi büyük çelişkiler mevcuttur? Hangi çelişkiler uluslararası yapının evrimini yönlendirmektedir? Şu an en aktif ve en önemli olan aşağıdaki 4 başlıca temel çelişkiyi görüyoruz.
Birinci olarak, ABD ve diğer Batılı gelişmiş ülkeler ile dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler arasındaki çelişki, yani Kuzey-Güney çelişkisi.
Sermaye, doğası gereği çoğalma eğilimindedir ve bu çoğalmayı üretici güçlerin sürekli gelişimini teşvik ederek en yüksek seviyeye çıkarmak için çabalar. ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ülkeler, toplumsal olarak uluslararası tekelci burjuvaziyi temsil eder ve bu konumlarından büyük kazançlar sağlarlar. Bu ülkeler, kendi siyasi sistemlerini, değerlerini ve kalkınma modellerini büyük bir gayretle dünyaya yaygınlaştırmışlardır. Kendi oluşturdukları ekonomik kurallar çerçevesinde, kontrol ettikleri çokuluslu şirketler ve uluslararası ekonomik ve mali kuruluşlar aracılığıyla, gelişmekte olan ülkelerden çeşitli gerekçelerle ve çeşitli yollarla daha fazla maddi kaynak ve pazar payı sıkıştırıp ele geçirmişlerdir.
Gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu tarihsel olarak emperyalizmin boyunduruğu altında olan sömürgeler, yarı sömürgeler veya bağımlı ülkeler olmuşlardır. Ulusal kurtuluş hareketleri aracılığıyla, yavaş yavaş siyasi olarak bağımsız egemen devletler haline gelmişlerdir. Ancak, bu ülkelerde üretici güçlerin genel düzeyinin düşük olması ve endüstriyel yapının geri kalmış olması nedeniyle, ekonomik kalkınmaları genellikle dışa bağımlı olmak zorundadır. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu, ABD’nin hakim olduğu uluslararası ekonomik sistem tarafından kontrol edilmektedir.
21. yüzyılın başından bu yana, küresel terörle mücadele geçici olarak ABD ve diğer Batı ülkelerinin stratejik odak noktası haline gelmiştir. Bunun yanı sıra, uluslararası ilişkilerdeki demokratikleşmenin daha da güçlenmesi, çok sayıda yükselen pazar ekonomisine sahip ülkenin ve gelişmekte olan ülkelerin hızla büyümesini sağlamış ve kolektif bir yükseliş doğurmuştur. Geilşmekte olan ülkelerin sömürüye, müdahaleye, kontrole ve “hilelere” karşı mücadele etme istekliliği ve yeteneği giderek güçlenmektedir. Bu durum, uluslararası tekelci burjuvazi ile olan çelişkilerini önemli ölçüde artırmakta ve gelişmiş kapitalist ülkelerde genel bir paniğe yol açmaktadır. ABD ve diğer Batılı ülkelerin hâkimiyetindeki uluslararası siyasi ve ekonomik düzen, günümüz uluslararası ilişkilerinin yeni gerçekliğiyle giderek daha uyumsuz hâle gelmektedir. Bu nedenle, gelişmekte olan ülkelerle olan mücadele giderek şiddetlenmektedir.
Çevirenin Notu: Gelişmekte Olan Pazar Ülkeleri Kavramı Nedir ve Hangi Ülkeler İçerir?
Asya: Çin, Hindistan, Endonezya, Malezya, Filipinler, Tayland, Vietnam, vb. Bu ülkeler büyük bir işgücüne ve pazar potansiyeline sahiptir ve ekonomileri son yıllarda büyümeye devam etmiştir.
Latin Amerika: Brezilya, Meksika, Arjantin, Şili, Kolombiya, vb. Bu ülkeler kaynak bakımından zengindir, fakat ekonomileri daha istikrarsızdır.
Afrika: Nijerya, Güney Afrika, Mısır, vb. Afrika kıtasındaki yükselen pazar ülkeleri, özellikle de kaynak zengini bazı ülkeler, son yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme yaşamıştır.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika: Türkiye, Suudi Arabistan, vb. Bu ülkeler önemli coğrafi konumlara sahiptir ve petrol gibi kaynaklar bakımından zengindir. Ayrıca Putin yönetimindeki Rusya, büyük bir ekonomik ölçeğe ve büyük bir pazar etkisine sahip olan önemli gelişmekte olan pazar ülkelerinden biridir.
Gelişmekte Olan Ülkeler
Doğu Asya ve Pasifik: Endonezya, Kamboçya, Laos, Myanmar, Malezya, Filipinler vb.
Avrupa ve Orta Asya: Ermenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna, Türkiye, vb.
Latin Amerika ve Karayipler: Arjantin, Bahamalar, Brezilya, Şili, Kolombiya, Küba, vb.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika: Mısır, Fas, Tunus, Cezayir, vb.
Güney Asya: Hindistan, Bangladeş, Pakistan, Sri Lanka, vb.
Sahra Altı Afrika: Nijerya, Güney Afrika, Kenya, Gana, Tanzanya, vb.
Bu gelişmekte olan ülkeler farklı ekonomik özelliklere sahip olmakla birlikte genel olarak yetersiz altyapı inşası, tekil ekonomik yapı ve düşük kişi başı gelir gibi sorunlarla karşı karşıyadır. Bununla birlikte, küreselleşme ve bölgesel işbirliğinin derinleşmesiyle birlikte, bu ülkeler yavaş yavaş küresel ekonomik sisteme entegre olmakta ve hızlı ekonomik büyüme, dönüşüm ve iyileştirme gerçekleştirmeleri beklenmektedir.
İkinci olarak, gelişmiş kapitalist ülkelerarasındaki çelişmeler
Kapitalizmin dengesiz ekonomik ve politik gelişim yasası gereği, ABD ve diğer Batılı gelişmiş ülkelerin siyasi ve ekonomik güçleri dengesizdir. Modern tarihteki çeşitli nedenlerden dolayı ABD büyük miktarda servet biriktirmiş ve kapitalist ülkelerin lideri hâline gelmiştir. Bu konumunu her zaman diğer gelişmiş ülkelere tepeden bakan bir tavırla sürdürmüştür. ABD’nin ardı ardına gelen yönetimleri, jeopolitik ve ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda müttefiklerine karşı her zaman acımasız davranmıştır. Japonya, Almanya, Fransa gibi ülkeler, belirli toplu ürünlerdeki pazar payları nedeniyle ABD tarafından sürekli olarak denetlenmiş ve baskı altına alınmıştır.
ABD ile diğer gelişmiş ülkeler arasında, dünya ekonomik eğilimlerine yön verme, çeşitli bölgelerde etkin rol oynama ve dünya pazarından pay kapma konularında her zaman sert ve hatta acımasız bir rekabet olmuştur. Ancak, sonuçta ABD genellikle kazanan taraf olmuştur. Dünyada küreselleşme ve çok kutupluluk trendi geliştikçe, Avrupa ile ABD arasındaki çelişkiler önemli ölçüde artmıştır. “Nord Stream 2” doğal gaz boru hattı projesinin, Avrupa’nın stratejik özerklik elde etme ve Avrupa savunmasını kurma yönündeki tekrar eden girişimleri, hatta ABD’yi açıkça ve defalarca güvenilmez olarak nitelendirmesi bunun en açık kanıtıdır. ABD ve Batılı güçler arasındaki bu tür çelişkiler ve mücadeleler gelecekte daha da derinleşecektir.
Üçüncü olarak, ABD ve diğer Batılı gelişmiş ülkeler ile sosyalist ülkeler, özellikle Çin arasındaki çelişkiler
Kapitalist sistemin uzun vadeli egemenliğini sürdürmek için ABD yönetimi, sosyalist yolu benimseyen ülkelere karşı son derece düşmanca bir tutum içindedir ve sosyalist “alternatifleri” ortadan kaldırmaya kararlıdır. Komünist Partiler tarafından yönetilen Küba, Kore, Vietnam ve Laos, ABD tarafından geçmişte olduğu gibi bugün de pervasızca baskıya, sabotaja ve yaptırımlara maruz bırakılmaktadır. 1979’da Çin ile ABD diplomatik ilişkileri kurulduktan sonra, ABD başlangıçta Çin’e karşı “yumuşak” bir politika benimseyerek, Çin’i dünya kapitalist ekonomik sistemine dâhil edip zamanla “asimile ederek” sosyalist niteliğini değiştirmeyi ummuştur. Ancak, işlerin planladıkları gibi gitmediğini fark ettiklerinde ve Çin’in hızla yükselmeye devam ettiğini gördüklerinde, açıkça Çin’i dizginleme çağrıları yapmaya başlamışlardır. Biden yönetimi, sözde “demokratik ülkeler ittifakını” teşvik etmekte, ideolojik temelde ayrımlar yaparak gruplar oluşturmakta ve Çin’i siyasi, ekonomik, ticari, bilimsel ve teknolojik, güvenlik ve askerî alanlarda her yönden kuşatıp baskı altına almaya çalışmaktadır. Ayrıca, ABD Çin’in (sosyalist) sistem güvenliği, rejim güvenliği ve ulusal güvenliğiyle ilgili alanlarda sürekli olarak çeşitli sorunlar ve engeller yaratmak suretiyle Çin’in gelişimini engellemeye çalışmaktadır. Çin-ABD ilişkilerinin bozulması ve yapısal çelişkilerin derinleşmesi kısa vadede önlenemeyecektir.
Dördüncü olarak, dünya çapında işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkiler
İster kapitalist ülkelerde ister gelişmekte olan ülkelerde (sosyalist olmayan ülkelerde) olsun, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadele hiç durmamıştır. 2008’deki uluslararası finans krizinden bu yana, birçok Batılı gelişmiş ülkede uzun süreli büyük çaplı gösteriler ve grevler görüldü, başta enerji olmak üzere fiyat artışlarına ve sosyal adaletsizliğe açıkça karşı çıkıldı, ücret artışları, hükümet değişiklikleri ve parlamento ve başkanlık için erken seçimler çağrısında bulunuldu (ABD’deki “Wall Street Hareketi” ve Kongre binaları ayaklanmaları, Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi ve İtalya’daki “Beş Yıldız Hareketi” gibi). Hatta bu mücadelelerde kanlı çatışmalar dahi yaşanmış ve “Popülizm” kavramı yeniden gündeme gelmiştir.
“Popülizm” Üzerine
Popülistler olarak anılan siyasi güçler, yerleşik düzen partilerine, yani iktidar partisine ve toplumsal elitlere kıyasla “tabandaki insanlardan” veya genel halktan başka bir şey değildir. Ancak “popülizm” terimi, sol, merkez ve sağdaki çeşitli siyasi güçler tarafından kullanılmış ve bu kavram iç içe geçmiş bir hâl almıştır.
Bu Popülistler kavramı altında, beyaz yakalı ve mavi yakalı işçiler gibi işçi sınıfına mensup kişiler olduğu gibi, yabancı göçmenler, ülkedeki etnik dışlama yanlıları ve hatta terörist aşırılıkçılar da bulunmaktadır. Kapitalist ülkeler, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin meşru doğasını örtbas etmek ve onu lekelemek için “popülizm” terimini bilinçli olarak kullanmaktadır. Bu yüzden “popülizm” kavramını kullanırken daha analitik bir tutum geliştirmeliyiz.
Gelişmekte olan ülkelerdeki hükümet otoriteleri ile geniş işçi sınıfı ve emekçi kitleler arasındaki çelişki ve çatışmalara gelince, bunlar da çok şiddetlidir. Çoğu Gelişmekte olan ülkelerdeki siyasi iktidarlar, ulusal burjuvazinin veya işbirlikçi komprador burjuvazinin elindedir. (ABD ve diğer gelişmiş Batı ülkelerinin ajanları)
“Paranın-sermayenin gücünün öne çıktığı” bu gelişmekte olan “demokratik” ülkelerin siyasi sistemlerinde, işçi sınıfının çıkarlarını gerçekten temsil eden bir siyasi partinin iktidara “gelmesi” çok zor veya mümkün değildir. Bu nedenle parlamento ve başkanlık seçimleri, burjuvazinin “sol eli” ile “sağ eli” arasındaki bir oyundan başka bir şey değildir.Üstelik, bu ülkelerde etnik-milli, dini ve büyük kabileler arası çelişkiler sıklıkla yaşanmakta, bu da işçi sınıfının ulusal burjuvaziye ve işbirlikçi komprador burjuvaziye karşı mücadelesini daha da keskin, karmaşık ve iniş çıkışlı hâle getirmektedir.
Yukarıda bahsedilen dört temel çelişki birbiriyle iç içe geçmekte ve birbirini etkilemekte, uluslararası yapının ve hatta dünya düzeninin evrimini yönlendirmektedir.
Bugün yaşadığımız dünya hala Marx ve Engels tarafından tanımlanan kapitalist çağ ve daha da ötesi, emperyalist çağdır. Uluslararası tekelci burjuvazi, uluslararası toplumda hâlâ egemen konumdadır. Lenin’in de vurguladığı gibi ekonomi toplumun temelidir ve politika ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir. Uluslararası tekelci burjuvazinin daima peşinden koştuğu hedef, elindeki sermayenin uluslararası dolaşım süreci boyunca sürekli büyümesini sağlamaktır: enerji ve maden kaynaklarının geliştirilmesi ve çıkarılması, diğer büyük ölçekli üretim ve ticaret zincirleri, bilimsel-teknolojik yenilik ve yapay zekâ araştırmaları ya da finans sermayesi aracılığıyla borsa ve sınırsız para basma politikalarıyla sermayeyi azami çoğaltma süreçleri… Bu süreçlerin tamamı, yukarıda bahsedilen dört başlıca çelişkide kendini göstermektedir.
Bölüm 3. Gelişmekte Olan Ülkeler Hızla Güç Topluyor
Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Avrupa’daki dramatik değişimler, dünyayı iki kutuplu yapıdan çok kutuplu bir yapıya ya da “tek süper güç ve 6-7 adet güçlü ülke” yapısına geçişe işaret etti. Ancak bu dönemin temel özelliği de hâlâ “güçlü Batı, zayıf Doğu” şeklinde kaldı; yani, Amerika Birleşik Devletleri ile diğer gelişmiş ülkeler arasındaki çelişkiler artmasına karşın, ABD ve diğer gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere karşı hâlâ mutlak bir avantaja ve üstünlüğe sahiptir.
Gelişmekte olan ülkeler uluslararası sahnede henüz yeterli söz hakkına sahip değildir ve adaletsiz uygulamalara karşı koyma güçleri genel olarak zayıftır. Çeşitli asılsız suçlamalar ve zorluklarla karşılaştıklarında, kendilerini savunacak güçleri genellikle yoktur. Uluslararası siyasi ve ekonomik düzenle ilgili talepleri ya karşılık bulmaz ya da tamamen görmezden gelinir. En fazla, her yıl Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda şikâyetlerini dile getirebilirler.
Bugün ise, gelişmekte olan bir ülke olarak sosyalist Çin dünyanın ikinci büyük ekonomisi hâline gelmiş, tüm ülkelerle birlikte “Kuşak ve Yol” inşasını geniş kapsamlı istişare, ortak inşa ve paylaşım ilkelerine göre teşvik etme niyetini açıklamış ve insanlık için ortak bir gelecek topluluğu inşası çağrısında bulunmuştur. G20, BRICS, Şangay İşbirliği Örgütü, ASEAN, Arap Birliği, Afrika Birliği ve Güney Ortak Pazarı gibi küresel ve bölgesel örgütler yükselişe geçerken, yükselen pazar ülkeleri de toplu olarak güçlenmektedir. Pek çok ülke, yerel para birimiyle ticareti teşvik etmekte ve SWIFT sisteminden bağımsız yeni bir ödeme mekanizması kurmaya çalışmaktadır. Uluslararası güç dengesi büyük değişimlerden geçmektedir. Dünya, yüzyılda bir görülebilecek büyük bir dönüşüm sürecine girmektedir.
Yükselen Doğu ve İnişe Geçen Batı
Uluslararası yapıda “Yükselen Doğu ve Batan Batı” biçiminde ifade edeceğimiz trend giderek daha belirgin hâle gelmektedir. Bu trendin birkaç önemli göstergesi bulunmaktadır:
Birincisi, küresel ekonomik düzen yeniden şekillenmektedir. Son 20 yılda, dünya ekonomik büyümesinin %80’ini yükselen pazar ülkeleri ve gelişmekte olan ülkeler sağlamıştır. Son 40 yılda, bu ülkelerin küresel GSYİH içindeki payı %24’ten %40’ın üzerine çıkmıştır. Buna karşılık, gelişmiş ülkelerin ekonomileri göreceli olarak gerilemekte ve toplam dünya ekonomisine katkıları azalmaktadır.
İkincisi, dünyanın ekonomik merkezi hızla ABD ve Avrupa’dan Asya-Pasifik bölgesine kaymaktadır. 2020 itibarıyla Asya’nın küresel Milli Gelir içindeki payı yaklaşık %38’e ulaşmış, dünyanın en büyük 500 şirketinden 227’si Asya kökenli olmuştur. Ayrıca, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı tarafından belirlenen sürdürülebilir rekabet gücü en yüksek 10 şehirden beşi Asya’da yer almaktadır. Uluslararası tekelci sermaye, Asya’da yeni yatırım düzenlemeleri yapmaktadır.
Üçüncüsü, ABD ve diğer Batılı güçler iç çelişkilerle, iç siyasi çekişmelerle, iç toplumsal bölünmeler ve zengin-yoksul uçurumu ile boğuşmaktadır. Sistemleri giderek zayıflamakta, hükümetler güvenilirliklerini kaybetmekte ve halk umutsuzluğa sürüklenmektedir. “Liberal demokrasinin”büyüsü artık kaybolmuş, demokrasiyi ihraç etme girişimleri başarısız olmuştur. Neoliberalizme duyulan kör inanç ise giderek zayıflamaktadır.
Dördüncüsü, gelişmekte olan ülkeler, çeşitli platformlar aracılığıyla uluslararası ilişkiler alanının demokratikleşmesini geçmişe göre daha güçlü bir şekilde talep etmektedir. Öncelikle, Birleşmiş Milletler’in çağın gereklerine uygun reformlar yapmasını ve gelişmekte olan ülkelerin sesinin daha fazla duyulmasını istemektedirler. Çin’in hegemonya ve güç politikalarına karşı çıkmasını, uluslararası adaleti ve gelişmekte olan ülkelerin ortak çıkarlarını savunmasını takdir etmekte ve ABD’nin baskısına boyun eğmek istememektedirler.
Beşincisi, Çin ve Rusya, barış ve istikrarı koruyan önemli aktörler olarak dünya barış ve istikrarının “ana direği” konumuna yükselmişlerdir. “Çin-Rusya arasındaki yenilikçi işbirliği modeli” büyük güçler arasında yeni bir uluslararası ilişkiler modeli olarak göze çarpmaya başlamıştır. Bu konuda Çin ve Rusya liderleri birçok kez görüşlerini dünyaya açıkladılar. Nesnel olarak bakıldığında, dünya kamuoyu da Çin ve Rusya’nın küresel ölçekte oynadığı olumlu rolü giderek daha fazla onaylamakta ve desteklemektedir. Bkz. XiJinping ve Putin’den Tarihi Ortak Bildiri: Bildirinin adı: Uluslararası İlişkilerin Yeni Bir Döneme Girmesi ve Sürdürülebilir Küresel Kalkınma. https://marksizm.org.tr/?p=5333
Bölüm 4 Çin İnsan Toplumunu Nasıl İlerletebilir
Uluslararası yapının evrimi yalnızca teorik bir mesele değil, aynı zamanda pratik bir meseledir. Uluslararası yapıyı incelerken ve geliştirmeye çalışırken, Çin olarak Batılı ülkelerin kurduğu tuzaklara düşmemeye özen göstermeliyiz.Örneğin, birkaç yıl önce bazı Amerikalılar Çin ve ABD arasında bir “G2” modeli önererek, Çin ile ABD arasında iki kutuplu bir yapı oluşturulmasını savundular. Bazıları ise günümüz dünyasının Çin, ABD ve Rusya’dan oluşan üç kutuplu bir yapıya sahip olduğunu öne sürmektedir. Ancak biz bu görüşe katılamayız.
Çin ile Sovyetler Birliği Benzetmesi
Çin ve ABD’den oluşan bir iki kutuplu yapı-yani eski Sovyetler Birliği’nin yerini Çin’in alması-görünüşte kulağa hoş gelse de, gerçekte art niyetli bir yaklaşımdır. Çin’in bugünkü durumu, Soğuk Savaş dönemindeki ABD-Sovyetler Birliği iki kutuplu yapısındaki Sovyetler Birliği’nin konumuna Sovyetler Birliği’nin oynadığı role benzetilemez.
Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde hegemonik bir dış politika izlediği, etki alanları peşinde koştuğu ve dünyanın birçok bölgesinde askeri üsler kurduğu bilinmektedir. Oysa Çin daima barışçıl gelişme ve kalkınma yolunu benimsemiş, hegemonya peşinde koşmamış, başka ülkelerin iç işlerine karışmamış, başka ülkelerin topraklarını işgal etmemiş ve kendi iradesini başkalarına dayatmamıştır. Çin, Sovyetler Birliği değildir ve hiçbir zaman hegemonya peşinde koşmamıştır. Dünya ülkeleri hâlâ Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarını hatırlamaktadır. Çin’i Sovyetler Birliği’nin yerine koymak, gerçekte Çin’i karalamaktan başka bir şey değildir.
Peki, Çin, ABD ve Rusya’nın oluşturduğu bir üç kutuplu dünya düzenini kabul edebilir miyiz?
Burada yukarıdakiyle aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü bunu söylemek, dünyanın giderek çok kutuplulaşmasını ve ekonomik küreselleşmeyi reddetme ile eş bir tutum olacaktır. Dünya ne Amerika Birleşik Devletleri tarafından, ne de Çin ve Rusya tarafından belirlenmelidir, dünya düzeni uluslararası toplumun tüm üyeleri tarafından belirlenmelidir. İnsanlık için ortak geleceğe sahip bir topluluk inşa etmeyi savunmamızın en önemli temellerinden biri, dünyanın çok kutuplulaşmasıdır.
İleriye yönelik çok kutupluluk olmadan iki ya da üç kutuplu bir yapıdan söz etmek bir tuzaktır. Bu, stratejik açıdan ciddi yanlış hesaplamalara yol açar ve son derece ağır sonuçlar doğurabilir. Gelecekte Çin olarak uluslararası adaleti kararlılıkla savunmaya, hegemonya ve güç politikalarına karşı çıkmaya devam etmeliyiz. Bu, son derece zorlu bir görevdir. Bu süreçte, kırmızı çizgileri koruma anlayışı ve mücadele ruhu kilit unsurlardır; “makul, başkalarına faydalı ve ölçülü olmak” ise temel ilkedir. Ayrıca, uzun vadeli planlamalar yaparak çok yönlü stratejiler geliştirmek günlük çalışmalarımızın bir parçası olmalıdır.
1. Çin-ABD Arasındaki Mücadeleyi Uzun Vadeli Ele Almak
Çin ile ABD arasındaki güç dengesi uzun bir tarihsel süreç içerisinde değişecektir, Çinli strateji uzmanlarına göre bunun için hala aşağı yukarı 25 yıla gerek olduğu genel kabul görüyor. Şunu görmeli ve kararlılıkla inanmalıyız ki, ABD ne kadar yaptırım uygular ve Çin’i bastırmaya çalışırsa çalışsın, Çin’in yükselişini durduramaz, tıpkı ABD’nin kendi düşüşünü engelleyemeyeceği gibi. “Zaman ve trend bizim lehimizedir” gerçeğini kavramalı, özgüvenimizi güçlendirmeli, mücadele etme cesaretine sahip olmalı ve mücadeleyi etkin bir şekilde yürütmeliyiz. Stratejik olarak onları küçümsemeli, ancak taktik olarak dikkatli olmalıyız.
2. Yakın Komşu Ülkelerle Ekonomik ve Ticari İlişkileri Geliştirmek
Komşu ülkelerle ortak gelecek bilincini sağlam bir şekilde oluşturmalı, ASEAN, Şangay İşbirliği Örgütü, Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı (CICA) ve Doğu Asya Zirvesi gibi bölgesel mekanizmaların sunduğu fırsatları değerlendirmeliyiz. “Kuşak ve Yol” girişimini yüksek kaliteli bir tarzda hayata geçirmeli, küresel ölçekte kalkınma girişimlerini teşvik etmeli ve özellikle çevre komşu bölgelerde daha somut sonuçlar elde etmeye öncelik vermeliyiz. Ayrıca, komşu ülkeler arasında sanayi zinciri ve yerel para birimiyle yapılan ticaret sistemine daha fazla entegre olmalarını sağlamalıyız.
3. Avrupa Ülkelerinin Bir Bölümü ve Rusya Dahil En Geniş Anti-Hegemonyacı Uluslararası Cepheyi Kurmalıyız
Uluslararası arenada hegemonizme, güç siyasetine ve bunların tüm türlerine açıkça karşı çıkmalıyız. Günümüzde Çin ve Rusya, dünyada büyük güce ve etkiye sahip iki ülkedir. Çin-Rusya stratejik iş birliğini güçlendirmeli, manevra alanımızı genişletmeli ve ABD ile Batılı müttefiklerinin baskı ve kuşatma politikalarına birlikte karşı koymalıyız. Aynı zamanda, Avrupa ülkeleriyle çok taraflı iş birliği ilişkilerini geliştirmeli ve Avrupa’nın stratejik özerklik arayışını desteklemeliyiz. Kısacası, uluslararası toplumun istikrar, iş birliği ve kalkınma yönündeki ortak paydasını mümkün olduğunca genişletmeliyiz.
4. Çin’in Gelişmekte Olan Ülkelerle İyi İlişkilerini Sürdürmeliyiz
Çin’in artan çıkarları ve gelişmekte olan ülkelerle yaşanan anlaşmazlıkları dikkatli bir şekilde ele almalıyız. Uzun vadeli bir perspektifle, küçük ve orta ölçekli ülkeler ile kırılgan ve zayıf ülkelere daha fazla önem vermeli, her ülkeye özgü politikalar geliştirerek Çin’in kalkınmasının ve gücünün gelişmekte olan ülkelere sağladığı genel faydaların daha iyi anlaşılmasını sağlamalıyız.
5. Güçlü Bir Çok Taraflı Bir Dünya Sistemi İnşa Etmeliyiz
Mevcut çok taraflı sistemin uzun bir süre boyunca köklü bir şekilde değiştirilemeyeceği gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimî Üyeliği gibi kurumsal gücümüzü en iyi şekilde kullanmalıyız. Çok taraflı mekanizmaları etkin bir şekilde işletme yeteneğimizi artırmalı, siyasi, diplomatik, askeri, ekonomik, bilimsel, hukuki ve sivil kaynakları daha iyi planlayıp koordine etmeli ve küresel krizleri çözme yöntemlerimizi çeşitlendirmeliyiz. Özellikle, çelişkileri analiz etme, harekete geçirme ve dönüştürme yetkinliğimizi güçlendirerek uluslararası alanda daha etkin bir rol üstlenmeliyiz.
”günümüz dünyasında çok keskin olan ABD ve diğer Batılı gelişmiş ülkeler ile dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan gelişmekte olan ülkeler arasındaki çelişki, yani Kuzey-Güney çelişkisi gözden kaçırılmaktadır. Bkz. TKP 14. Kongre Raporu Belgeleri ve “Yaşamak İçin Sosyalizm”.
Siyasetle ilgilenen her solcu Kuzey-Güney çelişkisi hakkında az çok bilgi sahibidir. ABD emperyalizminin başta Küba, Latin Amerika ülkelerine karşı uyguladığı politikalardan, faşist askeri cuntalar tezgahlamak dahil ekonomik ambargo vd. düşmanca uygulamalarından habersiz solcu varmıdır? Kore, Vietnam savaşlarından, ABD’nin Afganistan’da, Irakta, Libya’da yaptıklarından bu ülkeleri yakıp yıktığından, milyonları katlettiğinden habersiz solcu varmıdır? Sanmam. Öyleyse yazarın TKP 14. Kongresine atıf yapmasının, Kuzey-Güney çelişkisini sanki TKP keşfetmiş gibi giriş yapmasının anlamı ne? Ben TKP muhipliğinden öte bir anlam veremedim…