David Harvey: Sosyalistler Özgürlüğün Savunucuları Olmalıdır (*)

0
2457

Sağ propaganda, sosyalizmin bireysel özgürlüklerin düşmanı olduğunu iddia eder. Fakat bunun tam tersi doğrudur: Sosyalistler, kapitalizmin onların yaşamları üzerinde katı kısıtlamalar uygulamadığı, insanların gerçekten özgür olabildiği maddi koşulları yaratabilmek için çalışırlar.  

Peru’da bazı söyleşiler verirken özgürlük konusu gündeme gelmişti. Oradaki öğrenciler şu soruya çok ilgiliydi: “Sosyalizm, kişisel özgürlüklerden vazgeçmeyi gerektirmekte midir?” 

Benim cevabım, özgürlükçü sosyalizm projesinin bir parçası olarak kişisel özgürlük fikrinden vazgeçmemeliyiz, şeklindeydi. Kişisel özgürlüklerin ve serbestliklerin özgürlükçü sosyalizm projelerinin merkezi amacı olduğunu savundum. Fakat, o kazanım, her birimizin potansiyelini açığa çıkarabilmesi için elverişli yaşam şansına ve yaşam olanaklarına sahip olacağı bir toplumun kolektif bir şekilde inşaasını gerektirmektedir.  

Marx ve Özgürlük 

Marx’ın, bu konuda söylediği bazı ilgi çekici sözleri vardır. Bunlardan biri şudur: “Özgürlük alanı, ihtiyaç alanı geride bırakıldığında başlar.” Özgürlük, beslenmek için yeterli imkana sahip değilsen, elverişli sağlık, eğitim, barınma, ulaşım ve benzerlerine erişimin engellendiyse hiçbir şey ifade etmez. Sosyalizmin rolü, bu temel ihtiyaçları temin etmektir; böylece, insanlar, yapmak istedikleri şeyleri yapmakta özgür olacaklardır. 

Sosyalist geçişin son noktası, bireylerin isteklerinden, ihtiyaçlarından ve diğer tüm politik ve sosyal kısıtlamalardan sıyrıldığı bir dünya olmalıdır. Sağın bireysel özgürlük nosyonu üzerinde bir tekele sahip olduğunu kabullenmek yerine, sosyalizm için özgürlük fikrini geri kazanmamız gerekmektedir. 

Fakat, Marx ayrıca özgürlüğün iki tarafı keskin bir kılıç olduğunu işaret etmişti. O, kapitalist toplumdaki emekçilerin iki açıdan özgür olduklarını söyler. Emekçiler, emek piyasası içinde emek güçlerini kime isterlerse serbestçe sunabilirler. Özgürce pazarlık edebildikleri herhangi bir sözleşme altında emek güçlerini satabilirler. 

Fakat, onlar aynı zamanda özgür değillerdir, çünkü üretim araçları üzerinde herhangi kontrolden veya onlara erişimden muaf tutulmuşlardır. Onlar, bu yüzden, yaşayabilmek için kendi emek güçlerini kapitaliste teslim etmek zorundadırlar. 

Bu, iki taraflı özgürlüğü oluşturmaktadır. Marx’a göre, bu durum kapitalizmdeki merkezi çelişkidir. Kapital’in “İş Günü” bölümünde, Marx bu durumu şöyle ifade ediyor: Kapitalist, emekçiye şunu söylemekte özgürdür: ‘Ben seni mümkün olan en düşük ücret düzeyinde benim belirlediğim işi mümkün olan en fazla sürede çalışacak şekilde yapabilmen için çalıştırmak istiyorum. Seni işe aldığımda senden bunu talep ediyorum.’ Ve kapitalist, piyasa toplumunda bunu yapmakta özgürdür çünkü, bildiğimiz gibi, kapitalizm  pek çok şey hakkında teklifte bulunur.  

Öte yandan işçi ise, “Sen beni günde 14 saat çalıştırmaya zorlayacak bir hakka sahip değilsin. Sen, benim emek gücümle bilhassa ömrümü kısaltan, sağlığımı ve esenliğimi tehlikeye sokan şeyler olmak üzere ne istersen onu yapma hakkına sahip değilsin. Ben, sadece adil bir ücret ile adil bir iş yapmaya gönüllüyüm” demekte özgürdür.

Piyasa toplumunun doğası gereği, talep ettikleri şeyler açısından hem kapitalist hem de işçi haklıdır. Marx da aynı şekilde onların piyasayı domine eden değişim yasaları açısından eşit derecede haklı olduklarını söyler. Daha sonra ise, iki eşit hak arasında güç karar verir, der. Sermaye ve emek arasındaki sınıf mücadelesi konu hakkında karar verir. Sonuç, zaman zaman baskıcı ve şiddetli bir hal alabilen, sermaye ve emek arasındaki güç ilişkilerine bağlıdır. 

İki Tarafı Keskin Bir Kılıç 

İki tarafı keskin bir kılıç olarak özgürlük fikri daha detaylı inceleme yapabilmek için çok önemlidir. Bu konudaki en iyi incelemelerden bir tanesi Karl Polanyi tarafından yazılmış bir denemedir. Büyük Dönüşüm adlı kitabında, Polanyi, iyi ve kötü özgürlükler olduğunu söylemiştir. 

Polanyi’nin listelediği kötü özgürlükler arasında, insanları sınırsızca sömürme özgürlükleri; topluma aynı oranda bir hizmet etmeden aşırı kazanç elde etme özgürlüğü; teknolojik buluşları kamusal fayda için kullanmadan hariç tutma özgürlüğü; bazılarının kişisel avantaj için gizlice organize edildiği kamusal felaketlerden ve doğal felaketlerden faydalanma özgürlüğü yer almıştır. 

Fakat, Polanyi devam etmektedir, Bu özgürlüklerin ortaya çıktığı piyasa ekonomisi aynı zamanda yüksek önem verdiğimiz özgürlükleri de üretmiştir: vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, kendi mesleğini seçme özgürlüğü. 

Biz bu özgürlüklere kendi içinde değer verebiliyoruz, lakin, onlar, büyük oranda, vahşi özgürlüklerden sorumlu aynı ekonominin yan ürünleridirler. Polanyi’nin bu ikiliğe cevabı, neoliberal düşüncenin mevcut hegemonyası ve özgürlüğün bize sunuluş biçimi açısından, çok ilginç bir okumaya yönelmektedir. 

O, bu konuda şöyle yazar: “Piyasa ekonomisinin ölümü –bu, piyasa ekonomisinin ötesine ulaşmaktır- “ eşi benzeri görülmemiş bir özgürlük döneminin başlangıcı olabilir.” Şimdi, bu –gerçek özgürlüğün piyasa ekonomisini geride bıraktığımızda başladığını söylemek- çok vurucu bir ifadedir. Polanyi, devam ediyor: 

“Hukuki ve gerçek özgürlük, hiç olmadığı kadar geniş ve genel kılınabilir. Regülasyon ve kontrol sadece bir avuç insan için değil herkes için özgürlüğü elde edebilir –ayrıcalığın bir eklentisi, kaynağı bozulmuş olmayan; ancak, normatif bir hak olarak, politik alanın dar sınırlarını aşıp toplumun sıkı örgütlenmesinin içine giren özgürlüğü. Öyle ki, eski özgürlükler ve sivil haklar endüstri toplumların herkes için önerdiği, eğlence ve güvenlik tarafından idare edilen yeni özgürlükler fonuna eklenecektir. Böyle bir toplum, hem adil hem de özgür olmayı karşılar.” 

Adalet Olmadan Özgürlük 

Şimdi, bu adalet ve özgürlük, adalet ve serbestlik bazlı toplum fikri, bana göre, 1960’lardaki öğrenci hareketinin ve namı diğer 68 jenerasyonunun politik ajandası olmuştur. O dönem, çok yaygın bir adalet ve özgürlük talebi vardı: devlet baskısından kurtulma özgürlüğü, kolektif sermayenin baskısından kurtulma özgürlüğü, sosyal adalet talebiyle yumuşatılmış bir piyasa baskılarından kurtulma özgürlüğü. 

1970’lerde, buna verilen kapitalist politik cevap ilginçti. O cevap, bu taleplerle etraflıca incelemeyi ve aslında: “Biz, o özgürlükleri (birtakım uyarılarla birlikte) kabul ediyoruz, ama siz adaleti unutacaksınız” demeyi gerektiriyordu. 

Bu dönüş Polanyi’nin net bir şekilde öngördüğü bir şeydi. O, önceden öngördüğü geleceğe geçişin bir ahlaki engel tarafından bloke edildiğini gözlemledi ve bu ahlaki engel, onun deyimiyle “liberal ütopyacılıktı.” Bence, bugün de liberal ütopyacılığın ortaya çıkardığı problemlerle yüz yüzeyiz. Liberal ütopyacılık, medyada ve politik diskurda yaygın olan bir ideolojidir.  

Misal, Demokratik Parti’nin liberal ütopyacılığı, gerçek özgürlüğün kazanılması yolunda direnen şeylerden bir tanesidir. Polanyi, “planlama ve kontrol” özgürlüğün reddiyesi anlamında saldırıya uğrar. Serbest girişim ve özel mülkiyet, özgürlüğün gerekleri olarak deklare edilmiştir” şeklinde yazdı. Bu, neoliberalizmin temel ideologları tarafından öne sürülen şeydi.  

Piyasanın Ötesinde 

Bana göre, bu konu zamanımızın en kritik meselelerinden biridir. Piyasanın sınırlı serbestliklerinin ve arz-talep yasaları tarafından kontrol edilen yaşamlarımızın ötesine gidecek miyiz ya da Margaret Thatcher’ın da ortaya koyduğu gibi “hiçbir alternatif yok” savını kabul edecek miyiz? Biz, devlet kontrolünde azade olurken piyasanın kölesine dönüştük. Buna hiçbir alternatif olmaması demek, bunun ötesinde hiçbir özgürlüğün olmadığı anlamına gelir. Bu, sağın vaaz ettiği ve çoğu insanın inandığı bir şeydir. 

Bu, mevcut durumumuzun paradoksudur: Biz, aslında özgürlük adı altında gerçek özgürlüğün kazanımı önünde engel olan liberal ütopik bir ideolojiyi adapte ettik. Ben, birinin eğitim almak istediğinde aşırı miktarda para ödemek zorunda olduğu ve geleceğe uzayıp giden bir öğrenim borcuna sahip olduğu bir dünyanın özgürlük dünyası olduğunu düşünmüyorum.  

İngiltere’de 1960’lerde barınma olanaklarının büyük bir kısmı, kamusal sektörün elindeydi; bu, sosyal barınmaydı. Ben yetişirken, sosyal barınma, bir gereksinimin makul maliyette temel tedarikiydi. Sonra, Margaret Thatcher geldi ve onların hepsini özelleştirdi ve temel olarak şunu söyledi: “Kendi mülkiyetinize sahip oldukça daha özgür olacaksınız ve mülkiyet sahibi demokrasinin gerçekten bir parçası olabilirsiniz.” 

Ve böylece, barınmanın yüzde 60’ının kamusal sektörün elinde olduğu bir durumdan  ansızın yüzde 20’sinin –belki daha da azının- kamusal sektörün elinde olduğu bir duruma gidiyoruz. Barınma bir metaya dönüşmekteyken meta ise sonrasında spekülatif aktivitenin bir parçası olmaktadır. Barınma spekülasyonun bir aracı olduğu ölçüde, mülkiyetin fiyatı artmaktadır ve siz, direkt tedarikinde bir artış olmaksızın artan maliyette bir barınmaya sahip olmaktasınız. 

Biz, yüksek sınıflar için özgürlük sağlayacak aynı zamanda toplumun diğer kesimleri için kölelik yaratacak şekilde şehirler ve evler inşa etmekteyiz. Ben, Marx’ın şu meşhur yorumu yaptığında bunu kastettiğini düşünüyorum: Gereksinim alanı, özgürlük alanını kazanabilmek için aşılmak zorundadır. 

Özgürlük Alanı 

Bu yolla, piyasa serbestileri olanakları sınırlar ve, bu noktadan hareketle, ben, Polanyi’nin önerdiği gibi, sosyalist perspektifin şunu yapması gerektiğini düşünüyorum: özgürlüğe erişim, barınmaya erişim sorularını kolektifleştirmeliyiz. Onu sadece piyasada olan bir şey olmaktan çıkarıp kamusal alanın içinde olacak bir şeye olmaya dönüştürmeliyiz. Kamusal barınma bizim sloganımızdır. Bu, – şeyleri kamusal alana katmak -, mevcut sistemdeki sosyalizm fikrinin en temel fikirlerinden biridir. 

Çoğunlukla, Sosyalizme ulaşmak için bireyselliğimizi teslim etmek zorunda olduğumuz ve bir şeylerden vazgeçmek zorunda olduğumuz söylenir. Evet, bu bir düzeye kadar doğru olabilir; fakat, Polanyi’ nin de üzerinde ısrar ettiği gibi, bireysel piyasa özgürlüklerinin kaba gerçekliklerinin ötesine vardığımız zaman erişmek için daha büyük bir özgürlük vardır.  

Ben, Marx’ın, vazife, bireysel özgürlük alanını maksimize etmektir, sözünü okudum; fakat, bu, sadece gereksinim alanıyla ilgilenildiğinde gerçekleşebilir. Sosyalist toplumun vazifesi toplum içinde gerçekleşen her şeyi denetlemek değildir; katiyen değildir. Sosyalist toplumun vazifesi, tüm temel gereksinimlerle alakadar olunduğundan –ücretsiz sağlandığından- emin olmaktır, böylece, insanlar, sonra, istedikleri zaman, istedikleri şeyleri yapabileceklerdir.  

Şu an herkese “ne kadar boş zamanınız var” şeklinde sorarsanız, tipik cevap “hiç boş zamanım yok. Bu, şu veya başka bir şeyden ötürü meşgulüm” Olur. Eğer gerçek özgürlük, ne istersek onu yapabileceğimiz boş zamanımızın olduğu bir dünya ise, özgürlükçü sosyal proje, politik misyonunun bir parçası olarak bunu önermelidir. Bu, çalışabileceğimiz ve çalışmak zorunda olduğumuz bir şeydir.  

(*) David Harvey’in the Anti-Capitalist Chronicles adlı eserinden bir parça olan bu makale, jacobinmag.com’dan Çağrı Gökçek tarafından çevirilmiştir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.