Temel Demirer
“Sevinçlerimizi ve hüzünlerimizi
onları yaşamadan
çok önce tercih ederiz.”[1]
Düşünce ve davranış birliğinin somut hâlidir Onlar ve “Kutup Yıldızı”, “Çoban Ateşi” diye anılırlar…
Arundhati Roy’un, “Bazen bir kişinin bile kararlılığı, kararsız bir kalabalığı yıldırabilir,” dediklerindendir; yol gösterir, yolu açar Onlar.
Büyük bir yangının kıvılcımıdırlar. Bu uğurda Wilhelm Reich gibi, “Haklısın, iyimserim, yüreğim, kişiliğim gelecek umuduyla dolu,” diyerek bedel ödeyip, acı çektikleri doğrudur.
Ancak Oscar Wilde’ın, “Daha derin bir kişiye dönüşmüş olmak, acı çekmiş olan kişilerin ayrıcalığıdır”; Sokrates’in, “Büyük bir acı yaşamadan ömrünü tüketmedikçe, hiç kimseye mutlu bir kişidir demeyin”; Lev N. Tolstoy’un, “Bilgeliğin olduğu yerde fazlaca üzüntü var. Çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek,”[2] biçiminde tarif ettikleri şey toplumsallaşmanın, topluma mal olmanın yani özgürlüğün bedelidir.
Tıpkı “Özgürlük anlayışım: Bir şeyin değeri, kişinin onu elde etmesinden kaynaklanmaz. Onu elde etmek için ödediği bedelden kaynaklanır.”[3] “Çok şey görmek için, kendinden uzağa bakmayı öğrenmek zorunludur: -bu sertlik dağlara tırmanan her kişiye gerektir,”[4] saptamasındaki üzere…
İş bu nedenler egemen yapı devrimci kişi(lik)leri istemez.[5] Onların dayatılan sosyal kalıba uymayıp, “düzeni” bozacakları[6] bilinciyle, azgınca saldırır.
* * * * *
Meksika’da yoksul köylülerin, “Prensiplere köle olarak ölmek istiyorum, insanlara değil,” haykırışı ile müsemma önderi Emiliano Zapata bunlardan birisiydi…
“Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır”…
“Kötü bir davranıştan iyi bir şey çıkabilir mi? Bu kadar şiddetin sonunda nezaket çıkabilir mi? Bu kadar cinayetten barış çıkabilir mi?”
“Dizlerimin üstünde yaşamaktansa, ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim”…
“Ben her şeye ve herkese karşı mücadele etmeye kararlıyım”…
“Belki yaptıklarını zorunluluktan yaptıkları için bir katili, bir hırsızı affedebilirim. Ama bir haini asla”…
“Halk için adalet yoksa, hükümet için barış olmamalıdır”…
“De ne xwediyê erdê, ‘Em wê ji bo axa in.’/ Toprağın sahibi olmaz, ‘Biz o toprağa aidiz”…
“Toprak, onu eliyle işleyenlerindir”…
“Çocuklarınız ölürse daha çok doğurun. Sizi ovalardan kovarlarsa dağlarda yaşayın ama yaşayın”…
“Hep liderler arıyorsunuz, hatasız güçlü adamlar. Hiç yok, sadece sizin gibiler var. Yaşarlar, değişirler, bırakırlar, ölürler”…
“Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur”…
“Liderler yok, sadece siz varsınız,” derdi.
Bir suikast ile katledildi. Ama yok edilemedi. Mücadelede hep vardı, ön saftaydı.
Komutan Yardımcısı (Subcomandante) diye anılan Marcos da, EZLN’de Onun kesintisiz mücadelesi büyüttü, sürdürdü şu savaş ve zafer narasıyla:
“Tüm gökler ve topraklar için, onlara tahakküm edenleri bir defada değiştirmek- bunu yapabilmek için, biz isimsizler, yüzü olmayanlar, kendini ele verenler, ‘profesyonel umutlular’, biz, dağda olanlar, adımları karanlık olanlar, biz, saraylarda sesi olmayanlar, özel arazilerde yabancı olanlar, her zaman ölü olanlar, tarihin mülksüzleri, vatansızlar, geleceksizler, taze öfkenin sahipleri, keşfedilmiş hakikâtin sahipleri, nefretin uzun gecesine uzanmış olanlar, sahici kadın ve erkekler… En küçükler… En onurlular… En sonuncular… En iyiler… Bize şimdi gereken şey, sözlerimizi içeriye alabilsin diye kardeş kalplerin kapısını açabilmektir.
Yüzü olmayan adamlar böyle konuştular, ellerinde ateş yoktu ve sözleri açıktı, dolambaçsızdı. Gündüz geceye yeniden taşınmadan gittiler ve toprakta sadece şu sözleri kaldı: ‘Artık Yeter’…”
“Artık Yeter” diyenlerin Komutan Yardımcısı Marcos ekliyordu:
“Kavga bir çember gibi her bir noktasında başlar ama asla bitmez”…
“Onur; milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır, içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir”…
“Yüzümüze maske geçirmeye karar verdik, çünkü daha önceleri kimse bizi görmüyordu”…
“Sorun insanların Afrikalı, Kuzey Amerikalı ya da Meksikalı olması değil, esas sorun kendi kimlikleri yaratıp ‘Ben buyum’ diyebilmeleri”…
“Özgürlük şafak vakti gibidir. Kimileri gelmesini beklerken uyur, ama kimileri de uyanık kalır ve ona ulaşmak için gecenin içinden yürür”…
“Yürümenin, daha doğrusu yaşamanın büyük doğruları yoktur, hesapladığında oldukça küçük olduklarını görürsün. Gece, biz güne ulaşmak için yürüdüğümüzde gelir”…
“İşte biz tüm zamanların ölüleri, yeniden ölüyoruz, ancak bu kez yaşamak uğruna”…
“Bizde, yüzden ve düşünceden başka bir şey yoktur. Sözümüz gerçek yolunda yürümektedir. Yaşamda ya da ölümde, yürümeye devam edeceğiz. Artık ölümde acı yok, yaşamda umut var”…
“Sırf işgal ettiğiniz bu dünyaya empoze ettiğiniz bakış açısı ve davranış biçimine uymadığım için, beni terörist ilan ettiniz. Ben de sizi gereksiz ilan ediyorum”…
“Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı üzgünüz, ama bu bir devrim”…
Kim Emiliano Zapata öldü diyebilir ki?
* * * * *
Ve Simón Bolívar’ın, Emiliano Zapata’nın, José Martí ya da Latin Amerika’nın, yerkürenin devrimci önderlerinin en parlak öğrencisi; “Ben bir kurtarıcı değilim. Kurtarıcı diye bir şey yoktur. Halklar kendi kendilerini kurtarır,” diyen Ernesto Che Guevara…
O bize, “Bir şeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Bir şeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız”; “Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim”; “Eğer her haksızlık karşısında sinirden titriyorsanız, benim yoldaşımsınız”; “Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir”; “Devrimci olduğunu söyleyip devrimci gibi davranmayanlar soytarıdan başka bir şey değildir,” gerçeğini hatırlatan komünist bir miras bıraktı!
Sadece bu kadar mı? Elbette değil…
“Tek amacım, gittikçe soğuyan bu dünyada üşüyen halkların ısınabileceği, paylaşılan ateşler yakmaktı”…
“Bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur”…
“Dünyanın neresinde olursanız olun; bir insan haksızlığa uğruyorsa, eziliyorsa; onun yanında olun ve ona kavgasında yardımcı olun. Çünkü bu bir devrimcinin en büyük özelliğidir”…
“Sosyalizmin, hem de kapitalist gericiliğin ortasında, hiç kimse bir şeylerini feda etmeden kurulacağını düşünmek bir masaldır”…
“Tek bir insanın hayatı, dünyanın en zengin adamının bütün servetinden daha çok değerlidir”…
“Kapitalist bir sistemde insanlar, görünmez bir kafesin içinde yaşarlar”…
“Bir devrimcinin en mühim özelliği zekâsı, cesareti, çok iyi silah kullanmayı bilmesi ya da teorisi değildir. Sevgi dolu yüreğidir”…[7]
“Biz devrimciler yanılabiliriz, yanlış şeyler söyleyebiliriz, ama asla yalan söylemeyiz”…
“Devrimden başka bir hayat yoktur”…
“Zor olduğu için cesaret edemediğimiz şeyler, Aslında biz cesaret edemediğimiz için zordur”…
“Savaşmaktan vazgeçtiğin an kaybedersin”…
“Şimdi mücadele edersek, gelecek bizim olacak”…
“Bir halk köle iken, bir başka halk özgür olamaz”…
“Yeni olayların yeni görüşler getirmesinin yanı sıra, eski görüşlerin de gerçek payını koruduğu unutulmayarak, fizikte ‘Newton’cu’, biyolojide ‘Pasteur’cü’ olunduğu gibi doğal biçimde ‘Marksist’ olunmalıdır”…
O hâlâ yaşıyorsa, “Praksis olmaksızın, insanlar hakikâten insan olamazlar,”[8] bilinciyle Onu var eden sosyalist mücadele eyleminden hiçbir koşulda vazgeçmeyerek; düşündüğü gibi davranmasındandı…
* * * * *
Evet Che, düşündüğü gibi davranırken; Galileo Galilei ise düşündüğü gibi davranamayanlardandı…
Düşünce ve davranış birliği çok önemlidir.[9] Tıpkı Demokritos’un, “Bilgi eyleme dönüşürse bilinç elde edilir”; Georges Politzer’in, “Bilinç, safra gibi ya da bir hormon gibi bir şey değildir. Bir eylemdir, bir işlevdir”; Frédéric Gros’un, “Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil, yaratıcı bir eylemdir”;[10] Arnold H. Glasow’un, “Bir fikre eylem iştirak etmiyorsa, O fikir ancak beyinde işgal ettiği hücre kadar büyüyebilir,” ifadelerindeki gibi…
Eylemsiz bir düşünce baştan kaybetmiştir; inandığınız şeyler uğruna mücadele edememek, acılarına katlanamamak, pes etmek, düşündüğünden vazgeçmemek değilse nedir ki?
Galileo Galilei Engizisyon karşısında, “E pur si muove/ Ama yine de dönüyor” diye haykırdı mı, bu gerçek mi, efsane mi? Kesin değil; ancak fikirlerinden vazgeçmediğine eminiz.
Düşüncelerine sahip çıkamayan O, soylu sınıfındandı ve teleskopu bugün anladığımız şekli ve amacıyla kullanan ilk kişiydi.
Buluş ve çalışmalarıyla adını duyuran Galileo, Pisa Üniversitesi’nde matematik okutmanı olarak çalışıyordu. Doğa konusundaki gerçeklerin en iyi şekilde açıklığa kavuşturulması için dinin göz ardı edilmesi gerektiğinin farkına varmış, yapıtlarının büyük çoğunluğunu Aristotelesçi sistemin reddi ve Kopernik’in Güneş merkezli sistemini savunmak için kaleme almıştı.[11]
Bulgularını 13 Mart 1610’de yayınladığı ‘Sidereus Nuncius/ Yıldızların Habercisi’ başlıklı yapıtında açıkladı[12] ve Aristoteles’in ciddi bir biçimde yanıldığını gösterdi.
Ptolemaios’un evreni Aristoteles’in evren modelini temel alıyordu. Bu modelde evrenin merkezinde Dünya vardı ve Ay, Güneş ve diğer beş gezegen Dünya’nın çevresinde dönüyordu. İnsan evrenin merkezinde olma kibrini yaşıyordu. Kopernik Dünya’yı yani aslında insanı da merkezden alıp Güneş’in etrafında dönen sıradan bir gezegen hâline getirmişti. Ay dünyanın çevresinde dönüyordu.
Ptolemaios sistemine karşı çıkarak ortaya attığı güneş merkezli (heliosentrik) sistemle Kopernik, Galileo’nun teorik mekaniğine ciddi bir şekilde etkide bulunmuştu ve bunun sonucu olarak bilimin düz giden yolu kırılmaya uğramıştı, bilim çok farklı bir yola girmişti.
Ay yüzeyindeki kraterleri, yıldız kümelerini keşfetti. En önemli gözlemlerinde ise Jüpiter’in dört uydusunun varlığı, Venüs’ün de evreleri olduğunu, Satürn’ün halkaları ile ilgili tahminleri yer aldı. Kilisenin tepkisi gecikmedi.
İtalya’da 30 Yıllık Savaş olayından sonra Papa’ya karşı gelmek tehlikeliydi, üstelik güneş merkezli teori İncil’de ‘Yeşu’nun Güneş’e hareket etmeme emri’ vermesine ters düşüyordu. Galileo İncil’i iyi bilen bir dindardı, İncil’de bu sisteme karşı gelen bir şey yazmadığını savundu. Bu yeniden yorumlama da başına daha büyük iş açtı.
1615’de Roma Engizisyon’una güneş merkezli yazıları ve İncil’i tekrar yorumlama durumu şikâyet edildi. Gidip mahkemede kendini ve çalışmalarını savundu. Engizisyon tarafından uzman görüşü için atanan Ingoli, Galileo’ya dünya merkezli sistemi fiziksel ve matematiksel olarak savunan bir mektup yazdı. Tycho’nun dünya merkezli sisteminin argümanları kullanılmıştı.
Galileo’nun tanındık çevresi ve onu seven soylu çevresi mahkemenin imtiyazlı davranmasını sağladı. Papa V. Paul, Kardinal Bellarmine’yle haber göndererek Galileo’nun bu fikirlerden vazgeçmesini emretti. 26 Şubat’ta Galileo Bellarmine’nin evine çağrıldı ve “Güneşin evrenin merkezinde durarak dünyanın hareket ettiği fikrinden vazgeçme ve bu konuda hiçbir şey söyleyip yazmama,” emri verildi.
Emir üzerine Galileo bu çalışmalarını uzun bir süre gizli devam ettirdi. 1623’de yakın arkadaşlarından biri olan Kardinal Barberini, 8. Urban oldu ve özel bir izin ile ‘İki Ana Dünya Sistemi Üzerine Diyalog’ başlıklı yapıtı basıldı. Bu kitap ikinci fırtınayı beraberinde getirdi, içeriğinde sadece bilimsel doneler değil, dönemin kişilerine alaycılık da vardı.[13]
Galileo teleskobuyla yaptığı gözlemlere son verildi, Kopernik öğretisinden vazgeçtiğini söylemeye zorlandı ve ömür boyu ev hapsi cezasına mahkûm edildi.
8 Ocak 1642’de 77 yaşındayken ateş ve kalp çarpıntısı nedeniyle öldü.
* * * * *
Politik yaşamı boyunca sosyalizmin enternasyonalist modeline bağlı kalan Rosa Luxemburg, ulusal sınırların ötesinde ve emperyalizme karşı işçi sınıfı için savaşılması gerektiği fikrinin eylemiydi.
Denilebilir ki sosyalizmin enternasyonalist programına onun kadar bağlı kalan çok az Marksist düşünür vardı. O, Yahudi, Polonyalı ve Alman’dı; ancak bir ve tek “anavatanı” Sosyalist Enternasyonal’di.
Rosa Luxemburg’un enternasyonalizmi hakkındaki tartışmalarda, Marksist işçi enternasyonalizmine olağanüstü katkısı ve milliyetçi, şovenist ideolojilere boyun eğmeyi inatla reddetmesi öne çıkar.
Tüm toplumsal-politik konuları bütünlük açısından, yani uluslararası işçi sınıfı hareketinin çıkarları açısından değerlendirip analiz ederken; “Dünyanın Bütün İşçileri, Birleşin!” perspektifinden taviz vermeyen sınır tanımayan dayanışmadan yanaydı…
Tutarlı bir savaş karşıtıydı ve anti-militarist ve anti-milliyetçi propagandaları nedeniyle birkaç kez hapse atılırken; bakış açısını şöyle özetlemişti: “Proletaryanın, savunulması her şeyden öncelikli olan anavatanı, Sosyalist Enternasyonal’dir.”
“Proletaryanın uluslararası dayanışması olmadan sosyalizm olamaz ve sınıf mücadelesi olmadan sosyalizm olamaz. Sosyalist proletarya, kendi kendini yok etmeksizin, ne savaşta ne de barışta sınıf mücadelesinden ve uluslararası dayanışmadan vazgeçebilir,”[14] diyen Rosa Luxemburg, emperyalizm ve kapitalizm var olduğu sürece her zaman yeni savaşların olacağının altını ısrarla çizdi.
Özetle Rosa Luxemburg, V. İ. Lenin’in, “Bir kartaldı ve kartal kalacak” diyerek yücelttiği bir devrimciydi.
Onun enternasyonalist fikirleri, gerçekliğimizi anlamak ve dönüştürmek için değerli araçlarken; Karl Liebknecht ile 15 Ocak 1914’te katledilen Rosa Luxemburg’u her defasında -düşünce ve davranış birliğinin ne olduğu bağlamında!- anımsatmak gerekiyor.
* * * * *
Görüşlerini tartışabilir, “Ulusal”cı bulabilirsiniz; ama bir “Hoca” ve eylem insanı olarak önünde saygıyla eğilmekten başka bir şeyin mümkün olmadığı bir değerdir Server Tanilli…
“Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz, bir bilim adamı olarak kabul ettiğim metot, görüş ve düşüncelerimden dolayı kime karşı sorumluyum? Yaşadığım çağa ve topluma karşı,” vurgusuyla; “Bir bölük insanın milyonlarca insanın yiyecek-içeceğini yiyip yutabildiği bir ülkede, hangi erdem, hangi mutluluk olabilir ki?” sorusunu dillendirip; “Yeni bir insan yetiştirmemiz gerekiyor: Bu insan, bireysel kurtuluşa değil, toplumsal kurtuluşa inanan; ilerlemeye ve geleceğe yönelmiş, geriye doğru değil ileriye bakan; aklın ve bilimin öncülüğünü kabul etmiş, öyle olduğu için de sistemli düşünen, tartışan ve yaratan; barışa, emeğe, insan haklarına, hoşgörüye, demokratik değerlere başköşede yer veren insan olacaktır,” yanıtını veren Onu; faşist kurşunlarla felç ettilerse de; Server Tanilli “Hoca”nın yürüyüşü hiç durmadı, durdurulamadı…
Hem de kulaklarımızda hâlâ çınlayan, beynimize nakşedilmiş uyarılarıyla:
“Var olmayı öğrenmek, büyük bir özerklik ve yargılama yeteneğine bağlıdır”…
“Her türlü dogmatizme ve bağnazlığa karşı olan felsefenin, dostlarından çok düşmanları olmuştur. Niçin böyledir? Çünkü gerçeğin hasbi araştırılmasından, aklın bitmeyen sorgulamasından korkanlar vardır”…
“Bilim ile din bağdaşmaz; bağdaştırma çabaları ise olsa olsa mizaha konu olur, nitekim olmaktadır. Bunlar, birbirlerini tasfiye etmek zorunda olan ideolojilerdir. Toplumu birleştirici harç din değil, özgürlükler ve demokrasidir”…
“Kapitalist toplumda eğitim, pek doğal olarak, egemen sınıf olan burjuvazinin gereksinme ve isteklerine uygun olarak düzenlenmiştir”…
“Hiçbir şey bilmeyen hiçbir şeyi sevmez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan hem sever, hem her şeye karşı duyarlı olur, hem de görür. Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, o kadar büyük sevgi vardır”…
“II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünya tekelci kapitalizminin silah gücünü NATO ve onun içindeki Birleşik Amerika temsil etmektedir”…
“Bozuk adalet yeter artık! Acemi ellerde yoğrulan, iyi pişirilmemiş adalet yeter! Yeter katıksız, kara kabuklu adalet! Dura dura bayatlayan adalet yeter! Bolsa insanın önünde ekmek, lezzetliyse”… ,
* * * * *
Kimi insanlar yaşları kaç olursa olsun hep ama hep genç kalırlar. 100. Yaşını idrak eden Moris Gabbay, onlardan biri.
27 Şubat 1922’de doğdu. “Yaşamı başka kimseninkine benzemeyen serüvenlerle dolu. Ama öne çıkan hep ‘insan olma’, vicdan sesine kulak verme, ilkelerinden ideallerinden hiç ama hiç ödün vermeme, bilgiye, öğrenmeye verdiği önem… İlkeler deyince onun için en önemli değer, insanın emeği ve insanın onuru!”[15]
Üniversiteye başladığında “artık bir şeyler yapmak gerekir” anlayışıyla İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’ni kuması… ‘Hür Gençlik’ gazetesini çıkarması… Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde çıkış yolu arayışları… Ve elbet ardından gözaltılar, tutuklamalar gelir… Soğuk Savaş yıllarıdır…
“Yaşamımın en güzel günlerini partide geçirdim. 15 sosyalist milletvekilini TBMM’ye yolladık” dediği Türkiye İşçi Partisi’ne katılması… Sonra, sonra da BM’ye bağlı FAO (Uluslararası Gıda Örgütü’nde) tam 18 yıl boyunca Afrika ülkelerinde çalışma… Sömürünün, ırkçılığın, etnisitenin, yokluğun, yoksulluğun egemenliğine karşı savaş verdiği dönem, emperyalizme karşı korkunç tanıklıklar… Yaşam denilen o müthiş serüven…
O ayrıca, Nâzım Hikmet’e hayat suyu taşıyanlardan biri olmuştu.
İstanbul Kapalıçarşı’da babadan kalma minik dükkânı sürdürmeye çalışırken, kendileri zar zor geçinirken, bir yandan da Nâzım Hikmet ve arkadaşlarının Bursa Cezaevi’nde dokudukları kumaşları, dükkâna gelip giden aracılara gizli gizli sattırıp gelirini Nâzım Hikmet’e ulaştıran Moris Gabbay’dan başkası değildi!
Ve yine ta gençliğinden bu yana, Türkiye Cumhuriyeti’nde şimdiki kadar olmasa bile her zaman var olan “ayırımcılığı” sosyalizm inancıyla aşan da Moris Gabbay’dı. İnançları doğrultusunda kendini “öteki gibi hissetmediğini” defalarca açıklamıştı.
Özetle düşündüğü gibi yaşayıp, yaşadığı gibi düşünenlerdendi O da…
* * * * *
Abdullah Baştürk (1929-1991), kendi yaptığı böreği tezgâhında satarak, okuyamadan, yoksulluktan çıkmış, önce Türk-İş çatısı altında Genel işkolunda, çıplak ayaklı amelelikten, işçi yürüyüşünün efsane liderliğine, dahası siyasetin en üst kademelerine kadar yükselmiş bir isim.
DİSK’e geçişi, 12 Eylül’e yaklaşılan günlerde; DİSK’te efsane liderler arasında yerini alması ise 12 Eylül’ün ünlü DİSK’i hedef alan, tüm yöneticilerini işkenceden geçiren, ülkemizde kazanılmış sendikal hakların gasp edilmesi adına suçlanması, yönetim kadrolarının en yukarıdan tabana doğru ağır işkencelerle, yıllar süren yargılamaları yüzündendi…[16]
Lakin öncesinden o günlere uzanan mücadele dolu yaşam serüveninde 1961’de işçileri kışkırtma iddiası ile Balmumcu Kışlası’nda tutuklu kaldıktan sonra beraat eder. 1962’nin Kasım’ında kuruculuğunda etkin rol oynadığı Genel-İş Başkanlığı’na, 1964’de Türk-İş Yönetim Kurulu üyeliğine seçilir. Ancak konfederasyonun partiler üstü politikasına karşı çıkmanın ötesinde, muhalefetin öncü sendikal liderleri arasında dörtler, on ikiler raporları içinde muhalif ses olarak öne çıkar.[17]
Abdullah Baştürk DİSK Başkanı olur olmaz ilk önemli çıkışı 20 Mart Faşizme İhtar Eylemi olmuştu.
Baştürk Türkiye işçi hareketinde ilginç ve yeni yöntemlerle tanınmış bir insandı. 1963’te Grev Yasası çıkar çıkmaz ilk grevi Bursa belediye işçilerine yaptırmıştı.
1966’da Yalınayak İşçilerin Yürüyüşü’nü (Çorum Belediyesi temizlik işçilerinin Çorum – Ankara – İstanbul yürüyüşü, yaklaşık 750 km, 32 gün) gerçekleştirmişti. 1967’de o zamanların en uzun grevini yapan Manisa Belediyesi işçilerinin grevi sırasında 90 işçinin 44 günlük, 930 km’lik Anayasa Yürüyüşü yine onun eseriydi.
16 Mart 1978’de, faşistlerin İstanbul Üniversitesi önünde yedi öğrenciyi öldürme eylemlerinin üzerine katıldığı, DİSK çatısı altında 20 Mart faşizme ihtar eyleminin, ülke çapında iki saatlik iş bırakma genel grevinin, DİSK Yürütme Kurulu’nun kararıyla Türkiye çapında gerçekleştirilmesinin sorumlu lideri. Ardından 1 Mayıs 1979 ile 1 Mayıs 1980 tutuklulukları geldi.
Böylesi deneyimlere sahip Baştürk bu kez bölgesel çaplı değil, tüm Türkiye’yi kapsayacak kısa süreli bir genel grev denemesi önerecekti. Bu eylem nedeniyle dava açılınca sorgu sonrasında “Sonuçlarına katlanırız” demişti. Türkiye çapındaki 2 saatlik genel greve yaklaşık 800 bin işçi, emekçi, öğretmen, mühendis, teknisyen katılacaktı.
Baştürk’ün bir başka cesur tavrı, 12 Eylül 1980 darbesini yapacak Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Görüşü” başlığı ile ilgili yerlere gönderdiği ve açıkça “darbe yapacağım” dediği mektup 2 Ocak 1980’de basına düşünce o mektuba verdiği cevapta görülür. Herkesin “vesayet” altında ezildiği bir dönemde öylesi bir mektup TBMM’de görüşülüp, mektubu yazan hakkında bir işlem yapılmazken, ilgili siyasi partiler bir görüş öne sürmezken Türkiye’de darbe tehdidine cevap veren tek kurum olan DİSK’in başındaydı.
Aynı şekilde 24 Ocak 1980 İstikrar Programı’yla “gelmekte olanı” görüp uyaran ve mücadele bayrağı açan DİSK’in başkanıydı.
İdamla yargılandığı sıkıyönetim askeri mahkemesindeki sorgusu dünyanın gelmiş geçmiş en uzun sorgularından biri olarak 109 günde 21 celsede tamamlandı. Savunmasını okuması yedi celse sürdü. DİSK davası sırasındaki kararlı tavrıyla halkımızın ve dünya halklarının saygısını kazandı.
Abdullah Baştürk 12 Eylül öncesinde Türkiye’de ve uluslararası sendikal harekette bilinen bir kişilikti. Ama onu asıl “büyük” kılan, 12 Eylül hücrelerindeki, hapishanelerindeki, mahkemelerindeki tavrı oldu.
Mahkemede yalnızca kendi dönemine değil, alınmasından sorumlu olmadığı kararlara da kaleme alınmalarından haberli olmadığı yayınlara da sahip çıktı.
Zamanın askeri savcısı Süleyman Takkeci bir gün onu yurtdışından sendikacıların ailelerine gönderilen paraları sorgulamak için Selimiye’ye çağırmıştı. Baştürk’ün “Konu uluslararası dayanışma, paralar PTT kanalıyla geliyor, istersen durdurabilirsin” demesine çok kızıp hiddetlenerek “Asılacaksınız Abdullah Bey” deyince o da kendisine “Siz benim ancak ceketimi asarsınız,” demişti.[18]
Düşünce ve davranış birliğinden söz edince 21 Aralık 1991 günü yitirdiğimiz Abdullah Baştürk’ü anımsamamak mümkün mü?
* * * * *
4 Mayıs 1985 günü, 47 yaşındayken cezaevinde kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Ordu Fatsa’nın devrimci belediye başkanı Fikri Sönmez, halk komiteleriyle birlikte yönettiği ilçeyi sadece 9 ay gibi kısa bir sürede bambaşka bir hâle büründürdü. “Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla birlikte yaptım,” diyen Sönmez halkçı yerel yönetim uygulamalarıyla Türkiye tarihine geçti.
İlçeyi halk komiteleriyle yöneten Sönmez, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve sağcı medyanın hedef göstermesi sonrası 12 Eylül Askeri Darbesi’nin lideri Kenan Evren’in yönettiği ‘Nokta Operasyonu’ ile 11 Temmuz 1980’de gözaltına alındı.
‘Hürriyet’ gazetesi, operasyondan 2 gün önce “Fatsa’ya nokta operasyonu” başlığıyla harekâtı duyurdu. Operasyon sırasında asker ve polislere, yüzleri maskeli faşistler tarafından yardım edildi. Birçok devrimcinin evleri, bu faşistler tarafından ihbar edildi.
Bundan birkaç ay sonra gerçekleşen darbe koşulları altında cezaevinde tutuldu ve işkence gördü.
Biraz gerilere dönersek; bilindiği gibi Belediye Başkanı Nazmiye Komitoğlu’nun vefatı üzerine Fatsa’da ara seçime gitme kararı alındı. Seçim 14 Ekim 1979’da yapılacaktı. Devrimci hareketin bağımsız adayı Fatsa’da yıllardan beri karaborsaya, tefeciliğe ve faşizme karşı mücadele eden ve yörede “Fındıkta Sömürüye Son” mitinglerinin örgütleyicisi ve konuşmacısı olan Fikri Sönmez idi.
Geçimini terzilik yaparak sağlayan Fikri Sönmez, toplumun her kesimiyle iletişim hâlinde olan bir devrimciydi. Çalışmalarına arkadaşlarının itirazına rağmen kendi ve sağcıların yoğun olduğu, yaşadığı Kurtuluş Mahallesi’nden başladı. Yanına aldığı üç gençten birisi Kızıldere’de katledilen Ahmet Atasoy’un kardeşi Kemal Atasoy’du. Fikri Sönmez mahalledekilere, insanların inançları, ırkları ya da destekledikleri partilerle değil, ezen ya da ezilen sınıftan olup olmadıklarıyla ilgilendiğini ve mücadelenin sınıfsal olması gerektiğini anlattı. Gittiği her yerde, konuştuğu her ortamda, sokağa hâkim, alaylı bir sosyalist olarak dinleyenlerin kafasındaki çelişkileri birer birer ortadan kaldıran Fikri Sönmez, seçime giren diğer adayların toplamından fazla oy alarak belediye başkanı seçildi.
Halkçı belediyeciliği Fatsa’da hayata geçiren Fikri Sönmez’in yol arkadaşlarından Yaşar Durmuş, o süreci şöyle anlatır: “Fatsa gerçekten bir dönüm noktasıdır. Bu gelişmeyi gören egemenler faşistleri sokağa sürerek Kemal Kara’yı katletti. Kemal Kara’nın ölümü dönüm noktası oldu. Fikri Sönmez’in dükkânının olduğu sokaklardaki dükkânlar ‘Yoldaş Kırtasiye, Yoldaş Bakkal’ hâline geldi. Kemal Kara, Fikri ağabeyin kalfasıydı. Hatırlarım, bizler bağıra bağıra canlı propaganda yapardık. Fatsa köylerine yayıldık…
Süreç bizi 79’daki ara seçimlere getirdiği zaman altyapı hazırlanmıştı. Karaborsaya ve tüccara karşı mücadele eden, halkın borçlarını kapatan devrimciler, Dev Genç ve Devrimci Yol vardı. Pazarlıklarıyla ünlenmiş Meclis’e ‘at pazarı’ denirken Fatsa’da ara seçimlere gelindi. Hâliyle aklımıza ilk gelen isim Fikri Sönmez’di. Bütün sistem partilerinden fazla oy alarak seçildi. Fikri ağabey konuşmalarında sistem partilerinden farkını, ‘Ben halkın başkanıyım’ diyerek koymuştu. Devrimcilerin, halkın adayı Fikri ağabey vardı karşılarında. Bir taraftan faşist saldırılarla okullar, üniversiteler baskı altına alınırken Fatsa bu sorunu örgütlenerek çözmüş sayılırdı. Dışarıdan gelen saldırılara karşı Fikri Sönmez’i, halkı koruyorlardı. Fikri Sönmez faşist saldırılara uğradı, devrimciler onu canlarını ortaya kalarak koruyorlardı,” dedi.[19]
Göreve başlar başlamaz ayrım yapmaksızın, herkesin aday olabildiği seçimlerle halk komiteleri oluşturdu. İlk yapılan büyük iş Fatsa sokaklarının çamurdan temizlenmesiydi. Dört yılda yapılabileceği söylenen iş, halkın katılımı ile bir hafta gibi bir sürede hâlledildi. Zeytinyağı, mazot, fındıkkabuğu karaborsası son buldu.
Seçimin kazanıldığı akşam Fatsa’daki hiç kimse, dokuz ay gibi kısa bir sürede kentin görünümünün bu denli değiştirilebileceğini ve dünyaya böylesi halkçı ve sosyalist bir belediyecilik modeli sunulabileceğini tahmin etmiyordu. Halkın demokrasiye bakışı değişmiş, Fatsalılar kentin sorunlarını kendilerinin alacağı kararlarla aşabileceklerine inanmıştı.
Bu durum siyasal otorite için kabul edilemezdi. Ya Fatsa örneği başka yerlere sıçrar da egemen sınıfların elinde olan güç oralarda da halka geçerse ne olurdu! Hemen “Fatsa komünist işgal altında” gibi kışkırtıcı yalanları sağ basına söyletmeye başladılar.
Gerekli kamuoyu oluşturulduktan sonra artık herkes Fatsa’ya bir müdahaleyi an meselesi olarak görüyordu. AP, CHP, MSP Fatsa ilçe başkanları basına yaptıkları açıklamada, “Her yerde kan var, biz burada huzur içindeyiz. Fatsa’da komünist işgal yoktur, halkın yönetimi vardır” diyordu. Gerçekten de ülkede her gün onlarca kişi öldürülürken Fatsa’da mantar tabancası bile patlamıyordu.
Buna rağmen 11 Temmuz 1980’de görülmemiş bir biçimde Fatsa’ya harekât düzenlendi. Polis ve Vali Reşat Akkaya’nın kontrolündeki ülkücü militanlar da operasyona destek veriyorlardı.
“Nokta Operasyonu” adı verilen müdahalede Fatsa’nın üçte biri gözaltına alınmış, Fikri Sönmez’in de aralarında olduğu yüzlerce kişi tutuklanmıştı. Cezaevlerinde beş yıl boyunca işkence ve hastalıklarla boğuşan Sönmez’in son ana kadar halkı için çarpan kalbi, 4 Mayıs 1985 gecesinde, henüz kırk yedi yaşındayken geçirdiği üçüncü kriz sonrasında durdu.[20]
“Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla birlikte yaptım” demiş ve bunu da hakkıyla hayata geçirmişti Terzi Fikri.
* * * * *
Muzaffer (İlhan) Erdost, 1965’de bilimsel sosyalizmin temel kaynaklarını Türkçeye kazandıracak ilk yayınevini, Sol Yayınları’nı kurar. İlhan Erdost bu yayınevinin bel kemiğidir. Yayınevinin hemen tüm işlerine koşturmaktadır. Sol Yayınları’nda gerçekleşen her icraatta Muzaffer Erdost, İlhan Erdost’a danışmakta, bütün kararları beraber almaktadırlar. Bir süre sonra Onur Yayınları’nı kuracaklardır.
Muzaffer (İlhan) Erdost, kardeşi İlhan’ın özverisini, neşesini, sevecenliğini daha sonra sıklıkla dile getirecektir. İlhan Erdost yazdığı küçük notlar ve mektuplarla gündelik yaşamda da farklıdır. Kızının doğduğu gece ağabeyinin evinin kapısına küçük bir not bırakır; “Ağabeyime bir kız ismi bulmak düştü” yazıyordur bu kâğıtta…
Sonra 12 Eylül! Gözleri önünde öldürülen kardeşinin son anlarını Muzaffer İlhan Erdost şöyle anlatır: “Beni içeri aldılar o sırada. İlhan’ı iki ranzanın arasına yatırdılar, yığıldı zaten. “İlhan İlhan” dedim, ses vermedi.”
Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler, içinde dört er tarafından yarım saat boyunca feci şekilde dövüldükleri Reo aracından indirilmiş F koğuşunun dış kapısına doğru yürütülüyorlardı ki Astsubay Şükrü Bağ onları tekrar çağırdı. Aldığı ağır darbeler sonrasında araç içinde birkaç kez yere düşen İlhan yeniden dövüleceklerini anlayarak “Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan geldim, bizi dövdürmeyin!” dedi.
Başının ağrısından güçlükle konuşabiliyordu. Astsubay, paltosunun cebinden çıkardığı sigarayı dudağına götürürken “Ben de sizin yüzünüzden küçük kızımı hasta yatağında bıraktım” dedi ve bir elle sigarasını yakarken, diğeriyle de erlere “dövmeye devam edin” anlamında bir işaret yaptı.
Şükrü Bağ, bir keyif sigarası içimi zamanda aracın etrafında turlarken erler tekrar yumruk, tekme ve coplarla saldırdılar iki kardeşe. Hırsla vuran erlerden birisi, o gün orada bulunmaması gereken ve araca binme izni dahi olmayan Ülkü Ocakları üyesi Kısmet Çağlar idi.
İlhan aldığı darbelerle bir kez daha yüzükoyun yere kapaklandı. Muzaffer, kardeşinin yerden kalkmasına yardımcı olmak isteyince “Bırak kendisi kalkacak!” dedi Astsubay. İlhan’ın gözleri, yüzü ve paltosu kanlıydı. Güçlükle doğruldu. Koğuşun kapısına doğru yürümeleri ve kapının önünde hazırola geçmeleri söylendi.
İkisi de ayakta durmakta zorlanıyor ve copla vurulmaktan kütük gibi olmuş ellerini yapıştıramıyorlardı yanlarına. Şükrü Bağ bu görüntüyle dalga geçercesine, “Patlatılmadık bir hayalarınız kaldı, şimdi onu da patlatırlar” dedi ve erler tekrar acımasızca vurmaya başladılar ikisine de. Dengesini kaybedip bir kez daha düşen İlhan güçlükle kalktıktan sonra ikisi birlikte yalpalayarak koğuşa girdiler. Nefes nefeselerdi. İlhan kalktı, nefes alabilmek için pencereye doğru yürüdü. Başı çatlayacak gibiydi. Yerine dönerken gözleri karardı. Sanki yer ayağının altından kayıyor, etrafındaki her nesne dönüyor gibiydi. Abisiyle göz göze geldi ve “Midem bulanıyor, kusacağım” dedikten sonra yere yığıldı.
Yere yığılan İlhan’ı tutuklulardan birkaç kişi hemen bir yatağa yatırdılar. Beş-on dakika sonra İlhan üst kısmı soyulmuş olarak Muzaffer’in yanındaki yatağa getirildi. İlhan iki ranza arasında sağ dizi üstüne çömeldi. Kolları sarktı, başı hafif öne düştü, yüzü soluk, ağzı hafif açıktı. Hemen yatağa yatırdılar. Muzaffer “İlhan, İlhan!” diye seslendi. İlhan yanıtlamadı. Bakmadı da. Biri “Nabzı durmuş!” dedi. Suni solunum ve kalp masajı denendi ancak artık yapılacak bir şey kalmamıştı.
Yayıncı İlhan Erdost, aldığı ağır darbeler sonrası gelişen beyin kanaması nedeniyle henüz otuz altı yaşındayken abisinin gözleri önünde katledildi.
İlhan’ı yatırıldığı battaniyenin köşelerinden tutarak götürdüler. Tarih 7 Kasım 1980 Cuma, saat 20.30 idi. Muzaffer,[21] “Ben iki buçuk yaşındaki o kıza, Türküler’e ne diyeceğim?” diye düşündü İlhan götürülürken…[22]
“Organize bir kötülük”tü[23] bu kızı Türküler Erdost’un ifadesiyle ve diğer kızı Alaz Erdost da şunların altını çizerken:
“Çocuğuna ismini vererek seni onurlandıran yoldaşların oldu. Adın yaşıyor.
Yazı yazıyorum arada bir, orada “baba” diyebiliyorum, yetmese de.
Cenazelerimize, anmalarımıza gelip bize güç veren yüz yüze tanışmadığımız canlarımız var…
Sen giderken kendini bize bırakmışsın aslında.
Bir kokunu getiremedi kimse bana[24])
Hasılı Turgut Uyar’casından, “Kendi mezarında açan gül”dü İlhan Erdost bedelini ödediği onurlu yaşamıyla…
* * * * *
‘AGOS’ Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, 19 Ocak 2007’de İstanbul Şişli’deki Sebat Apartmanı’nın önüne -tabanı delik ayakkabısıyla- düştü…
15 yıldır Onu katleden mermiyi ateşleyen elin ardındakileri örten karanlık perdesi hâlâ kaldırılamazken; İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant’ın öldürülmesinde ihmali olan dönemin kamu görevlilerinin de aralarında olduğu 61 sanık hakkında yerel mahkeme tarafından verilen ceza kararlarını onadı,[25] onamasına da; oyalamalarla sürdürülen Hrant cinayeti yargılamalarında adalet yerini buldu mu? Elbette “Hayır”!
Hrant’ın arkadaşı Pakrat Estukyan, “Gücünü ve etkisini Hrant Dink’in içten, samimi ve nahif söyleminden alan masum mücadele, geçen 15 yıl içinde değerini korumaya devam ediyor. Tribün holiganlığı düzeyindeki faşistler dün olduğu gibi bugün de o mücadeleyi sekteye uğratamazlar. Onların gücü pusu kurup cinayet işlemekten öte gidemez,” derken eklediği üzere: “Hrant’ın Arkadaşları adlı inisiyatifin sloganlarından biri de ‘Öldür diyenler yargılansın’ olmuştu. Ne yazık ki bu talep mahkeme tarafından asla dikkate alınmadı. ‘Öldür’ diyenler ısrarla yargıdan uzak tutuldular. Bu anlamda hak yerini buldu demek pek mümkün görünmüyor.”[26]
Şunu açıkça ifade edelim: Hrant’ın katledilmesi bir politik cinayetlerin örneği ve ırkçılıkken; “Devletin olaydaki sorumluluğunu gizleme”[27] gayretleri de işin cabasıdır!
Evet, evet Hrant’ın “faili meçhul olmayan” bir cinayete kurban gitmesi, elbette ve ille de ırkçılıkla ilgili…
Dünden bugüne ırkçılık, gündelik gerçeğimizin bir parçası… “Aydın’ım” diyenler arasında dahi, ırkçı söylemlere müracaat edenler çıkabiliyor. Kürt düşmanlığını, yalnızca faşizme meyilli kitlelerde değil, “aydın” olduğunu düşünen okumuş yazmış insanlarımız arasında da görebiliyoruz.
“Azınlıklara yapılan bunca zulüm yetmezmiş gibi, hâlâ kin kusmaktan geri durmayan da var. Konya’da, belediyenin otobüs duraklarına asılmış bir afişin fotoğrafı sosyal medyada yankılanalı daha bir-iki yıl oldu. HDP milletvekili Garo Paylan’ın Meclis gündemine getirdiği afişte aynen şunlar yazılıydı: ‘Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları DOST edinirse, o da onlardandır. Allah zalimler topluluğunu doğru yola eriştirmez.’ (Maide Suresi: 51. ayet). Paylan, sorularına yanıt alabildi mi, sanmam!”[28]
Tekrarlıyorum: Hrant’ı dünden bugüne uzanan bu zihniyet katletti!
Coğrafyamızda bir zamanlar 3 milyon Ermeni’nin yaşadığını, Cumhuriyet’e geçerken 300.000 kişi kaldığını anlatıyordu Hrant. 1936’dan sonra azınlıkların mülk edinmesinin yasaklandığını, yüzyıllardır Türklerle barış içinde yaşamış Ermenilerin ve diğer azınlıkların ülkenin “milli güvenlik sorunu” olarak değerlendirilmesinin, Ermeni toplumunu içine kapanmaya ittiğini, Agos’u Ermeni toplumunu bu konumdan kurtarmak amacıyla kurduklarını söz ediyordu. “Uygarlıklar Çatışması” kavramını reddediyor, “ille de barış” ve “demokratikleşme” diyordu.
Atilla Dorsay da tarihteki acı olaylarını anımsatırken, faşizmin dünyanın başına açtığı belaları, 1942 yılında konulan Varlık Vergisi’ni ödeyemeyen azınlık mensuplarının -Ermeni ve Yahudilerin- sürüldükleri Aşkale çalışma kampındaki zulmü, ‘mübadele faciası’nı, 6-7 Eylül olaylarını yaşayan bir toplumun bunlardan ders çıkartmamasına tepkisini dile getirir.
Coğrafyamızdaki “Bayrak fetişizmi”ni eleştirip, “Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak edebiyatı aldı başını gidiyor” der ve ekler: “Asıl tehlike, bu mülkiyetçi söylemin aslında koyu bir ırk ve etnik köken bağnazlığını saklaması… Bizden farklı olan, bizden olmayan herkese ve her şeye düşman, ilkel bir zihniyet bu. Üst üste işlenen rahip cinayetlerini, mahkemelerden yükselen korkunç beyanları, ‘öteki’ sayılanlar üzerine yağan tehditleri duymuyor musunuz? Yüzyıllar boyu, onca halkın ve inancın barış içinde birlikte yaşadığı bu topraklarda, yeni ve azgın bir ırkçılığın temelleri atılıyor”![29]
“Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır. Kimliğini yaşatmak için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır,” diyen Hrant tam da buna karşı çıkıyordu ve bugünlerde de sürdürülen o direncin önemli simgelerindendi…
* * * * *
Mahmut Derviş’in, “Yaramın üstünde yürümeyi öğretti bana/ celladın bıçağı./ Yürümeyi, hem de yorulmadan./ Direnmeyi öğretti./ Direnmeyi,” dizeleri kulaklarında çınlarken; “Körler dünyasında yaşayıp gözleri görmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz,”[30] diyen Onlar için “Düşünmek, yaşamak demekti… Yaşamak da; dünle, bugünle, hatta gelecekle hesaplaşmaktı.”[31]
Özgürlük Onlar için aldıkları nefes gibiyken; özgürlüğün olduğu yerde, elbette sorumluluklar ile ödenmesi gereken bedeller vardı.
Tam da böyle yaptılar ve ödenmesi gereken belleri de ödediler çekinmeden, geri adım atmadan; Yaşar Kemal’in dizelerindeki kararlılıkla:
“Kendine güvendiğin için yalancı değilsin. Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin. Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilât kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz. Doğru yenile yenile öyle keskin bir hâle gelmeli ki… Yüz bin yıl su altında, yıkanmış, düzelmiş çakıl taşı gibi.”
Selam olsun hâlâ ve her zaman yolumuzu aydınlatan Onlara.
17 Ağustos 2022 19:20:54, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç No:254, Eylül 2022…
[1] Halil Cibran.
[2] Lev N. Tolstoy, İtiraflarım, çev: İpek Söylemez, Karbon Yay., 2017.
[3] Friedrich Nietzsche, Hayat Dediğin Nedir ki?, çev: Erkan Aslan, Zeplin Kitap, 2015.
[4] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev: Turan Oflazoğlu, İz Yay., 2014, s.160.
[5] “İnsanların kişiler olduğunu, kişilerin ise özgür olmaları gerektiğini olumlamak ve yine de bu olumlamayı gerçeklik hâline getirmek için hiçbir şey yapmamak yüzlüktür.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.68.)
[6] “Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola; şunu bilerek: Özgür kişi sadece karakterinde özgür olan kişidir. Kişi özgürlüğünün ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur ve kararında içtenlikliyse özgür kişi, yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi ve bununla yücelir özgür kişi, hatalarla değil. Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tad almaz o. Zira ana-baba değildir özgür insanı doğuran.” (Epiktetos, Kendisinin Efendisi Olmayan Hiç Kimse Özgür Değildir, Hazırlayan: Aslı Perker, Destek Yay., 2019.)
[7] “Res severa verum gaudium/ Gerçek sevinç çetin bir şeydir” ve “Eylemleri sevgi tarafından yönlendirilenler, sonsuza dek yaşarlar.” (José Martí.)
[8] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., Ocak 1991.
[9] “Akıl yürütme eylemlerinizin son amacı nedir? Doğru önermeler üretmek yanlışı ortadan kaldırmaktır.” (Epiktetos.)
[10] Frédéric Gros, Yürümenin Felsefesi, çev: Albina Ulutaşlı, Kolektif Kitap, 2017.
[11] Orhan Tüleylioğlu, “Önce Ay’a Yakından Baktım…”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2022, s.6.)
[12] Galileo Galilei, Yıldızlardan Gelen Haber, çev: Kutsi Aybars Çetinalp, Kırmızı Kedi Yay., 2022.
[13] Gizem Çoban, “Çağlar Boyunca Bir Bilim İkonu: Galilei”, Birgün, 1 Mayıs 2022, s.13.
[14] Aktaran: Michael Löwy, “Rosa Luxemburg’un Enternasyonalizmi”, Yeni Yaşam, 11 Mart 2021, s.8.
[15] Zeynep Oral, “100 Yaşında Bir Delikanlı: Moris Gabbay”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2022, s.11.
[16] Şükran Soner, “Abdullah Baştürk-DİSK, İşçi Sınıfının Dünü-Bugünü”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2020, s.11.
[17] Şükran Soner, “Abdullah Baştürk – DİSK – Kemal Türkler- Pekin – Nebioğlu”, Cumhuriyet 21 Aralık 2021, s.11.
[18] Faruk Pekin, “Siz Benim Ancak Ceketimi Asarsınız!”, Cumhuriyet 21 Aralık 2021, s.2.
[19] “Fikri Sönmez Halkın Başkanıydı”, Birgün, 5 Mayıs 2022, s.6.
[20] Okan Toygar, “Devrimci Bir Halk Önderi Terzi Fikri”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2022, s.2.
[21] Muzaffer Erdost, neredeyse tüm hayatını kendi yanında geçirmiş olan kardeşini yitirmiştir. Son ana kadar yanındadır kardeşi. Son gecesinde birlikte nezarette bir kanepede uyumuşlardır. Daha sonra yaşadıklarını şöyle dile getirir Muzaffer Erdost: “O kadar birlikte olduk ki onunla, son kez, nezarette aynı kanepede yan yana yattık. Son kez birlikte kelepçelendik. Son kez birlikte fotoğrafımızı çektiler. Birlikte dövüldük. Ne acı ki, o gitti, ben kaldım.”
Gözleri önünde öldürülen kardeşinin bu son anlarını Muzaffer İlhan Erdost şöyle anlatır: “Beni içeri aldılar o sırada. İlhan’ı iki ranzanın arasına yatırdılar, yığıldı zaten. “İlhan İlhan” dedim, ses vermedi.” “İlhan İlhan”, Muzaffer Erdost’un kardeşine söylediği son sözlerdi. Bu sözler o andan sonra bir daha da Muzaffer İlhan Erdost’un peşini bırakmadı.
Ertesi yıl “İlhan İlhan” kitabını yazacaktır. Daha sonra açtığı kitabevine “İlhan İlhan” ismini verir Erdost. İşte “İlhan İlhan Kitabevi”, Muzaffer İlhan Erdost’un kardeşine seslendiği bu son sözcüklerden alır adını. Kardeşinin ölümünden sonra Muzaffer Erdost kendi adına “İlhan” ismini ekleyerek Muzaffer İlhan Erdost yapacaktır ismini. Onu kendi bedeninde, bilincinde yaşatmak istiyordur. (Serhat Halis, “Biz İkimiz, İki Kardeş”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:765, 7 Kasım 2021, s.11.)
[22] Okan Toygar, “İlhan Erdost: Kendi Mezarında Açan Gül”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2021, s.8.
[23] Türküler Erdost, “Babam İlhan Erdost’un Gömütünde”, Cumhuriyet, 7 Kasım 2021, s.2.
[24] Alaz Erdost, “Kızının Kaleminden İlhan Erdost: Piknik Yolunda”, Birgün, 7 Kasım 2021, s.7.
[25] “Dink Cinayeti Davasında 61 Sanığa Verilen Cezalar Onandı”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2022, s.6.
[26] Dilan Esen, “Unutmayacağız Ahparig!”, Birgün, 19 Ocak 2022, s.7.
[27] Yeşim Kaptan, “Hrant İçin Adalet İçin!”, Birgün, 23 Ocak 2022, s.11.
[28] Vecdi Sayar, “Irkçılık Denizinde Yaralı Bir Gemi Gibi”, Birgün, 16 Ocak 2022, s.15.
[29] Atilla Dorsay, Irkçılığı Gördüm Tanıyorum, Varlık Yay., 2021.
[30] José Saramago, Körlük, çev: Işık Ergüden, Kırmızı Kedi Yay., 2017.
[31] Bekir Yıldız, Darbe, Cem Yay., 1990.