Referandumdan sonra Yunanistan’da neler yaşandı?
Referandumdan sonra basından en fazla servis edilen haberin, Maliye Bakanı Varufakis’in istifası olduğunu gördük. Bu, neden çok dikkat çekici bir gelişmeydi? Normalde çok da garipsenmemesi gereken, AB üyesi bir ülkenin bakanının istifa edişiydi sonuçta söz konusu olan. “Ancak başarısızlık durumunda istifa ederim!” demiş olmasına rağmen, hükümetinin referandumdan zaferle çıkması sonrası Varufakis’in istifası, dikkat çekiciydi. Referandumda oy kullanan Yunan halkınının %61’lik bir kesimi “Hayır” diyerek, SYRIZA’ya güçlü bir destek vermişti oysa. Yunan halkı, “AB dayatmalarına, yeni memorandumlara, diz çökmeye HAYIR!” demişti; SYRIZA’nın Troyka karşısında eli güçlenmişti. Ama Maliye Bakanı istifa etmişti. Ve yine basından okuduk ki, istifa sonrası açıklama yapan Varufakis “Troyka yetkilileri beni toplantılarında görmek istemiyor.” demiş.
Elbette istifanın gerekçesini burada aramak biraz basit olacaktır. Ancak her ne kadar bu sözün Varufakis’e ait olup olmadığını bilmesek de, doğruluk payı olduğunu söyleyebiliriz. Zira, Troyka karşısında eli güçlenmiş bir Yunanistan’ın; Troyka dayatmalarına “Hayır!” demiş bir halka hükümet eden Yunanistan’ın ekonomik ilişkilerinde söz sahibi olan Maliye Bakanı’nın kapitalistler cephesinde bir tahammülsüzlük yarattığını tahmin etmek zor değil.
Referandumda elde edilen başarı, Yunanistan’ın Troyka karşısında elini güçlendirmiş, halkın AB’ye boyun eğmeme eğilimini açığa çıkarmıştı, demiştik. Hal böyleyken, SYRIZA, referandum öncesi Yunanistan’a dayatılan “Kurtarma Paketi”nden daha ağır şartları olan bir yenisini Troyka’ya kendi elleriyle sundu. Bu, referandumda kazanılan zafere rağmen, SYRIZA’nın diz çöküşünün bir göstergesiydi. Bunu neden yaptılar?
SYRIZA, özelleştirme, emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal harcamalarda kesinti, özel sermayeye satışı durdurulan varlıkların yeniden satışa çıkartılması, vergilerin arttırılması, kamusal harcamaların azaltılması gibi; oransal olarak referandum öncesi Troyka’nın sunduğundan daha ağır yaptırımları olan bir teklifle kapısını çaldı AB’nin. Bu, herkesi hayal kırıklığına uğratan bir gelişmeydi.
Ancak örgütlü Yunan emekçileri bu boyun eğmeye, teslim olmaya ve diz çökmeye ortak olmayacaklarını kitlesel bir biçimde meydanları doldurarak gösterdi. Sokaklar aynen Neo Demokratia iktidarı döneminde olduğu gibi şidet eylemlerine sahne oldu. Burada, sokakta yer alanların büyük bir kesiminin, dün, referandumda SYRIZA’yı destklediğini, seçimlerde SYRIZA’ya oy verdiğini, hatta SYRIZA için çalıştığını söyleyebilmek mümkün.
Kitleler Troyka karşısında elde edilen zafere sevinirken, kendilerine dayatılan “Kemer Sıkma Programı”ndan daha ağır olanını SYRIZA’nın Troyka’ya sunmasını büyük bir öfkeyle karşıladılar. Öyle bir öfkeydi ki, kendilerini “Genç SYRIZA’lılar” olarak tanımlayan, iktidardaki SYRIZA’nın taraftarları bile sokaklarda, yaşanılan durumu protesto eden kalabalıkların arasında yer aldı. Yunanistan’da belki de ilk defa, dün iktidar olması için uğraşılan partiye destek veren insanları, bugün onu protesto ederken gördük. Kendi gücüyle iktidar yaptığı partinin, kendinden yana olmayı bıraktığı anda, desteklenilmek şöyle dursun, protesto edildiğini gördük.
SYRIZA bir anda iktidar oldu, demek pek sağlıklı olmaz. SYRIZA’nın, ülkede yapılan irili ufaklı seçimlerde, adım adım yükseldiğini, bilşenlerinin köklü geçmişlere sahip olduğunu belirtmekte yarar var. İşte tam da bu SYRIZA; köklerinden güç almaya başlayan SYRIZA yükselişe geçtiği anda, her yandan; Avrupalı ve diğer emperyalistlerden, kredi kuruluşlarından peş peşe açıklamalar yapıldığı görülüyordu. The Economist ve Financial Times gibi “Gazete”lerden yazarların ve editörlerin söylemleri dikkat çekicidir: “SYRIZA tehlikesi!”, “SYRIZA iktidar olursa…” ile başlayan kabus senaryoları, “SYRIZA’nın iktidar olması Yunanlılara pahalıya patlar!”, “Radikal Sol iktidar olursa ekonomik bunalım Yunan halkını bekliyor!”…
Tehdit ve şantaj dolu bu söylemlerin ne demek olduğu bugün çok daha iyi anlaşılıyor.
SYRIZA’nın yükselişi sürdükçe, “SYRIZA’nın olası iktidarı, en kötü tercih.”, “En kötü olasılık.” olarak değerlendirildi. Süreç ilerledikçe açıklamalar daha da netleşti ve söylemler “İstemediğimiz bir parlamento, istemediğimiz bir hükümet.” şekline dönüştü. SYRIZA adım adım şıkıştırılırken, dile gelen taleplerse “SYRIZA çekilsin!”, “Ulusal Birlik Hükümeti kurulsun!”, “Çipras istifa etsin!” şeklinde boyutlandı. Dikkat çekici ve alçakça olan ise, bu “Talepler”i Yunan halkına dikte edenlerin dış odaklar olmasıydı.
Tüm bu yaşananları değerlendirdiğimizde Yunanistan’daki sol damara bir ders verilmeye çalışıldığını, ona sopa çekildiğini görüyoruz. SYRIZA nezdinde Yunan emekçilerinin, Yunan Solu’nun, Troyka karşısında elde edilen başarının ezilmesidir söz konusu olan. Yani gösterilmek istenilen açıkça şu:
“Avrupa topraklarında, Avrupa’lı emperyalistlerin gözü önünde bir sol damarın, bir sol hareketin, emekten, emekçiden yana bir sol hareketin gelişmesine seyirci kalınmayacaktır. Mümkünse de bunu büyümeden ezeceğiz.” denilmektedir. Görülen bu.
Bunun yanında, kapitalistler cephesinde belirli bir ortaklaşmanın, saflaşmanın olduğunu bir kez daha deneyimleme fırsatı da elde etmiş olduk. Ve bize bu durum, bir kez daha gösteriyor ki, finans kapitalin hiçbir şekilde ulusal, dinsel ayrımı yoktur:
TÜSİAD Baş ekonomisti şunu söylüyor:
“2004-2005 yıllarında, on yıl öncesinde, o zaman AB para verirken, kredi verirken, hibe verirken çok iyiydi her şey. AB iyiydi Yunanlılar için. Bugün kriz var, paralar kesildi, şimdi AB kötü, biz AB’deki kuralların değişmesini istiyoruz diyor Yunanlılar. Ama bunu söyleyemezler, buna hakları yok.” diyor. Ve devam ediyor:
“Niye diyemezsiniz, çünkü bir kulübe dahil olmuşsanız, oranın kurallarına uymak durumundasınızdır. Kuralları değiştirmek istemek gibi bir hakkınız olamaz. Beğenmiyorsanız çıkarsınız kulüpten.” diyor. Yani, bu kurallara uyacak, AB’ye boyun eğeceksiniz, diyor TUSİAD temsilcisi. Öte yandan, aynı TÜSİAD’çı şunu da söylüyor:
“AB projesi bir problem yumağı halindedir. Ekonomik birlik hedeflense de mali birlik olmadığından ciddi sorunlar vardır. İngiltere buna itiraz etmekte, çok fazla vergi ödemeyi haklı olarak red etmektedir. Çok fazla göç almanın, çok fazla işçi akınına uğramanın yükünü çekmekten haklı olarak yakınmakta, ödediği vergilerde indirime gidilmesini, işçi ve göçmen konusundaki harcamalarını gerekçe göstererek, ve yine haklı olarak yeniden bir düzenlemeye gidilmesini talep etmektedir.” diyor. Yani iş, Yunanistan’a geldiğinde kurallara uymak zorunda olunuyor, ama söz konusu olan Birleşik Krallık olduğunda, haklılık payından söz ediliyor. Burjuvazi bir safta, emekçiler ve sol ise diğer safta yer almıştır bu süreçte. Yunanistan’da yaşanılan sürece bu perspektifle bakmakta fayda olacaktır.
Evet, “Radikal Sol” denilen SYRIZA’nın yolunun doğru olup olmadığını tartıştığımızda, karşımıza çıkan sonuç olumlu olmayabilir; durumu beğenmeyebiliriz. Ama şunu görmek gerekiyor; yürütülen mücadelenin bir aşamasıysa SYRIZA’nın durduğu yer, SYRIZA’nın başarısı, emekçi halkın hanesine yazılıyorsa, onun karşısında yer almak değil, yanında yer almak da değil belki tam anlamda ama onunla birlikte mücadele edebilecek zemini kaybetmemeye dikkat etmek akılda tutulmalıdır. Kısacası SYRIZA ile birlikte yürünülebilecek yol, sonuna gelinceye kadar yürünmelidir.
Çok net bir şekilde söylemek gerekir ki, Yunanistan’da bugün yaşanan kriz 2008 yılında açığa çıkmış olan, mesela ABD’de etkileri çok daha ciddi bir şekilde hissedilen krizin bir yansımasıdır. Bütün dünyada hissedilen büyük kriz, zayıf durumda olan Avrupa ekonomisinin, en zayıf halkası durumunda olan Yunanistan’da ağır bir şekilde hissedilmiştir. Bu durumu, yalnızca Yunan halkının şımarıklığı ve tembelliği ile açıklanmaya çalışmak, üretmeyen insanların yol açtığı bir sorun olarak görmek, gerçekten anlamsız ve içi boş bir söylemden öteye geçmez. ILO ve OECD üye ülkelerinden, AB ülkeleri arasında en uzun süre mesai yapan emekçlerin Yunan emekçileri olduğunu, yine ILO ve OECD raporlarında görmek mümkün. Avrupa’da Yunanlardan daha uzun süre çalışan bir toplum yok. Yunan halkına ödetilmek istenilen bu ağır faturayla beraber, komşu ve kader ortağı olan diğer halkların onlara düşmanca bir tutum takınması adına; yürütülen kirli politikaların perdelenmesine de yarar şekilde “Tembel Yunanlar” demagojisi yayılmaya çalışılmaktadır. Bu söylemi çok sık kullanan Türk insanının ise, yine ILO ve OECD raporlarında belirtilen çalışma süreleri listesinde 9. sırada yer alması da başka bir detay.
Halkları düşmanlaştırırken, asıl sorumlu olarak gizlenmekte ustaca taktikler sergileyen burjuvazi, Yunan emekçilerini yalnızlaştırmakta, diz çöktürmekte kararlı gibi görünüyor.
Çalışmadan, üretmeden, AB fonlarıyla geçinen bir halk da yoksa ortada, bu kriz nerden çıktı o zaman? Geniş kitleleri “Tembel Yunan” argümanıyla kolayca aldatabilen burjuvaziye karşı emekçi yığınlar neye sarılmalıdır?
Peki geriye ne kalıyor?
Baktığımızda, Yunan burjuvazisinin, Yunan bankalarının diğer sermaye gruplarına olan borçlanmalarını görüyoruz. Hollanda, İsviçre, Fransa ve Almanya bankalarından Yunan devletinin değil, özel sermayenin aldığı kredileri görüyoruz. Ve 2008’de bir Amerikan bankasının iflasıyla yükselen bir krizi görüyoruz. Porto Riko Valisi’nin borçları ödeyemez hale gelip, iflas açıklaması yaptığını görüyoruz. ABD’nin bizzat kendi yaşadığı krizi, Yunanistan’ın çok daha derinden yaşadığını görüyoruz. Almanya’nın bu süreçte ihracat fazlası yaparak, bölgede ikinci bir Çin ekonomisi yarattığını, çok geniş ekonomik gelişmeler kaydederek yükseldiğini; geri kalan Avrupa ülkelerinin böyle bir ilerleme yaşamadığını görüyoruz. Tam tersine “Çevre Ekonomileri” olarak adlandırılan ekonomik yapıda olan ülkelerde, bir ekonomik bağımlılık ilişkisinin geliştiğini görüyoruz. Avrupa ekonomisi bir bütün olarak ele alındığında, ihracatta ilerleme olmadığı görülüyor. Büyüme tüm Avrupa genelinde ortalama % 0 iken; yani hiçbir büyüme yokken, Almanya alabildiğine ilerliyor. Bu, şunu gösterir, büyük sermaye süratle yoluna devam edip, güç kazanırken, daralan, küçülen bağımlı sermaye, kendisi ile birlikte üzerinde yükseldiği sınıflarla beraber dibe doğru iniyor. Ve bunu en derin ve sert bir biçimde Avrupa’da; Yunanistan’da görüyoruz.
Yunanistan’ın bir tercih sonucunda, siyasi bir tercih sonucunda iflasa sürüklendiğini anlıyoruz.
Bunu nerden anlıyoruz?
Seçimlerden önce burjuva iktisatçılarının, Troyka’nın planlarını reddeden SYRIZA’yı, tehdit olarak gösterdiklerini söylemiştik. Yaşanacak olan kriz öngörülüyor ve devamında gelişecek kitle hareketi sola meyletme nitelikleri taşıyordu. Ve bu yükselişin Avrupa’daki öncüsünün SYRIZA olacağı tahmin ediliyordu. Öte yandan, Güney Avrupa Ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerle, İrlanda’nın da dahil olduğu bölgede yükselen sol muhalefetin varlığı egemenleri tedirgin ediyor ve kriz bir an önce SYRIZA üzerinden Yunanistan’da derinleştirilerek, solu da ezecek şekilde yönlendirilmek isteniyordu. İşte bu mevcut durumun, burjuva iktisatçılarını, yukarıda da ifade ettiğimiz düşmanca söylemlere ittiğini söyleyebiliriz. Tehdit ve şantajların, SYRIZA’nın gelişmeye başladığı andan itibaren Yunanistan’a yönlendirilmiş olması bizi bu sonuca rahatlıkla götürebilir. Bugün yaşananlar da, tehditlerde dile gelen “Vaatler”dir zaten…
Troyka’nın sık sık dile getirdiği bir şey var; “Kemer Sıkma” ve “Reform”. Yani bu krizin Yunan emekçilerine ödetileceği gerçekliği. İlginçtir, tam da bu noktada kimi Fransız yetkililer gibi, “İyi Polis” rolüne bürünen Obama, “Bu aşırı önlemler, kemer sıkma ve reform paketleriyle bunalan kitlelerin öfkesinin bir toplumsal redde dönüşmesi…” riskinden söz ediyor. Ve bu yapılanın fazla olacağını söylüyor. Malumun ilanı yani…
Krizin, bir ülkenin yoksullarına ve emekçilerine fatura edilmesidir yaşadıklarımız. Kemer Sıkma ve Reform denilen yağma uygulamalarıyla Yunan emekçilerinin perişan edilmesi ve SYRIZA nezdinde yükselen sol hareketin ezilmesidir. Avrupa kıtasında ve dünyanın geri kalanında yükselebilecek sol ve emek eksenli muhalefetin ağır bir darbe almasıdır bir yanıyla da. Bu borçların, emekçi halkın kalkındırılmasında, işsizliğin sonlandırılmasında, sosyal adaletsizliğin giderilmesinde, ulaşım, eğitim, sağlık gibi sosyal harcamalarda yapılan yatırımlara kullanıldığını söylemek pek mümkün değil. Kesinlikle Yunan burjuvazisine ait olan bu borçların, Yunan emekçilerine ödetilmeye kalkılması aslında kapitalist tipte demokrasinin nasıl bir şey olduğunun çıplak bir örneğidir. Bankaların ve diğer büyük sermayenin borçları ödenirken, halktan alabildiğine hak çalma derdine düşenlerin, ne gariptir ki Kilisenin, büyük arazi ve diğer mülklerden elde ettiği akıl almaz gelirlerini vergilendirmeyi, onlara el koymayı düşünmedikleri görülmelidir. Yine Yunan armatörlerinin vergilendirilmesinin anayasal bir hükümle kısıtlandığını, yani sermaye sahiplerine dokunulmaksızın, emekçi kitlelerin süründürüldüğünü görmezden gelemeyiz! Tüm kamusal kaynakların bu yağma ortamında talan ediliğini görüyoruz. Yaşanan, açıkça, planlarını hayata geçirmekten uzak olsa da, sırf buna cüret ettiği için; sermaye karşıtı bir programa sahip olan SYRIZA’nın, dost düşman tüm dünyanın gözü önünde, Yunanistan halkıyla birlikte cezalandırılmasıdır. Yunan emekçilerinin tercihlerinin bedelinin ne olduğunun, sola meyletmelerinin neyle sonuçlanacağının gösterilmesi sürecidir. Yaşanılanın, SYRIZA ile beraber, yükselişe geçen sol harekete de bir sopa çekmek anlamına geldiğini söylemek mümkün aynı zamanda.
Yalın bir gözle bakıldığında bile SYRIZA’nın iktidarında değil, daha önceki iktidarlar döneminde yapılan borçlanmaların SYRIZA iktidarına mal edilmesi, bu borçlar karşısında hesap mercii olarak SYRIZA’nın gösterilmesi de bu senaryonun bir parçasıdır diyebiliriz. “SYRIZA kaybetti”, diyebilmektir bir yanıyla. Hepsinden bağımsız olarak, özel sermayenin, yine özel sermayeden edindiği, özellikle de banka kredilerinden oluşan bu borçlanma ilişkisinin, özel sermayeler arasındaki alacak-verecek ilişkisinden çıkartılarak devletler arası borç ilişkisine çevrildiğini görmek mümkün. Devletlerin alacaklı pozisyonuna sokularak bu sürecin işletildiğini görüyoruz.
Nasıl oluyor bu borç?
Yunan ekonomisi batmış durumda ve bu batık ekonominin borcunu Yunan devleti üstleniyor. Alacaklı da özel sermaye ve bankalar olmaktan çıkartılıp Troyka devletleri haline çevriliyor. Bu, aynen Yunanistan’ın Avro Bölgesi’ne dahil edilmesi sürecinde yaşanan ayak oyunlarına benziyor. Şöyle ki, Kophenag kriterlerine uymasa da Yunanistan, kredi kuruluşlarına rüşvet verilerek, belli kayıtlar üzerinde, hesaplamalarda ve mali göstergelerde oynamalar yapılarak; cari açık, iç ve dış borç gibi alanlarda denge olduğu aldatmacasına gidilmişti. Bu sahtekarlık sonucu Yunanistan’ın Avro bölgesine, hiç de hazır olmayan mali yapısı ve ekonomisiyle dahil edildiğini görüyoruz. Avro Bölgesi’ne dahil olunmasının ardından gelen yatırım ve fonlarla ihya olan, zenginliklerini büyüten; yelkenlerini şişiren ise elbette özel sermaye oldu. Zaten bu tezgahın amacı da buydu. İşte bugün yaşanan ekonomik krizin aslında o günlerde hazırlandığını görüyoruz. Yalnızca bu gerçekle bile görülüyor ki, yaşanan krizin ve borçlanmanın sorumlusu, Avro Bölgesi’ne dahil olduktan sonra akıtılan milyarlarca dolarlık kredileri kullanan Yunan burjuvazisidir. Zaten bu tezgah da bunun için kurulmuş, batık durumda ise, fatura emekçi halka yıkılmak istenmiştir. Elbette tüm bu yaşananların Troyka’nın bilgisi dışında geliştiğine inanacak değiliz.
Yunanistan’ın Avro Bölgesi’ne dahil edilmesi sürecinde yaşanılan dümen oyunlarının bugün de yaşandığını, Yunanistan’ın içine sokulduğu borçlu-alacaklı ilişkisinde de görmek mümkün. Alacaklı, Avrupa’lı ve diğer çok uluslu sermaye sahipleri ve bankalar ve borçlu Yunan burjuvazisi iken; alacaklı Troyka devletleri, borçlu ise Yunan devleti yapılmış, fatura ise emekçi halka kesilmek istenmiştir. Sonuç olarak, Yunan emekçilerine bugün ödenmesi mümkün olmayan 400 küsür milyar Euro gibi bir fatura çıkartılmıştır. Bu borç çok açıktır ki, kapitalistlerin, burjuvazinin borcudur. Oysa ortaya çıkan tabloda, bir tarafta Troyka, diğer tarafta Yunanistan halkı var. Yaratılmak istenilen, her koşulda kaybedenin Yunan emekçileri olduğu bir tablodur.
Yunanistan’ın ekonomik olarak darboğazda olduğu bir dönemde, Rusya ve Çin’in devreye girerek sıkışmışlığı aşma noktasında bir dizi ekonomik anlaşma teklif ettiğini, Çipras’ın da bu çağrılara yeşil ışık yaktığını görüyoruz. Doğalgaz dağıtımı konusunda Rusya’nın Yunanistan’ı değerlendirmek istediğini; Türkiye’den geçirilmesi planlanan hattı, Yunanistan’dan devam ettirerek Avrupa’ya bir gaz dağıtımı yapmak istenildiğini; eğer iş bu şekilde gelişirse Yunanistan’a haricen yatırım yapılarak, ekonomik sıkışıklığı aşmak noktasında bir yardımda bulunulacağının teklif edildiğini yazdı basın. Bu projenin söylem halinde kalması bile Troyka’nın tedirgin olmasına yetiyor.
Yunanistan bir yanıyla NATO üyesi bir ülke, bununla beraber Ege ve Akdeniz’de etki alanı olan bir konumu var. Bu konuma sahip bir Yunanistan’ın Rusya ve Çin ile kuracağı böylesi bir ilişki, NATO üyesi bir ülke eliyle, özellikle Rusya’ya uygulanan ambargonun kırılması demek olduğu gibi, belki de Yunanistan’ın elinin bir kez daha güçlenmesi demektir. Troyka’ya karşı Rusya-Çin bloğuna yakınlaşmış bir Yunanistan herhalde SYRIZA’nin iktidar olmasından daha kötü bir durumdur burjuvazi için.
Avro’dan çıkmak ve Rusya-Çin bloğuyla yakınlaşmak SYRIZA’nın elinde bir koz olarak dururken, SYRIZA bütün bunların hiçbirini Troyka’nın karşısında bir alternatif olarak değerlendirmedi. Tam tersine, Çipras, Troyka’nın kapısını, kendilerine sunulan “Kurtarma Paketi”nden daha ağır şartlar içeren bir teklifle çaldı. Bu paket incelendiğinde gözüken tek şey, Yunan halkının Troyka karşısında ezildiğidir. Hepsinden bağımsız olarak, Troyka’dan yeniden kredi talep ediliyor; var olan borcun taksitlerini ödemek, çöküşü geciktirmek, süreyi uzatmak için.
Borçların silinmesi talebinden, yeniden pazarlık noktasına gerilendiği, oradan da bugüne gelindiği hesaba katılınca, üstelik tüm bu yağma ve soygun düzenine karşı Yunan halkı kocaman bir “Hayır” çekmişken, bu günkü duruma gelindiği düşünülünce Varufakis’in istifası bir anlam kazanıyor.
Troyka, bu sürecin sonunda SYRIZA’nın eli güçlü olsa da, bu kozları masaya koyup oyunu kendi lehine çevirecek cesarete sahip olmadığını görmüştür. Ve cesareti olmayan SYRIZA’nın karşısında, dezavantajlı konumdan, avantajlı konuma geçmiştir.
SYRIZA’nın ise gücünü bu gelişmelere rağmen sokaktaki emekçilerden aldığını söylemek mümkün. Bu insanlar SYRIZA’yı desteklerken, NATO’dan, Avro’dan çıkmayı da desteklemişlerdi. Oysa seçim sürecinde SYRIZA’nın tüm bu söylemleri terk edip, buralardan çıkılmak gibi bir girişimlerinin olmayacağını, buralarda kalarak kendi bağımsız rotalarını belirleyeceklerini ilan etmesini de desteklediler. Söylemi değişse de SYRIZA iktidara taşındı. Yani seçmenlerce söz konusu olan, SYRIZA’nın bu alanlardaki politika değişimine bir itiraz değil, kabullenişti. Yani, SYRIZA’nın bir alternatif yola sahip olduğuna inananılıyor, bu destekleniyordu. Avrupa’ya kendi programını kabul ettirerek bir yol açmak, bu yolda yürümek, Yunan halkının belki de kendisini ifade ettiği bir politikaydı ve SYRIZA’yı bu söylemlerinden dolayı destkelediler. Oysa bugüne geldiğimizde, SYRIZA’nın, Neo Demokratia döneminden daha geri adım attığını ve destekçilerini hayal kırıklığını uğrattığını görüyoruz. SYRIZA Gençliği’nin, SYRIZA’ya karşı sokaklarda olması, belki de bu şekilde açıklanabilir.
Tüm bu olumsuz tabloya rağmen görülüyor ki, çok büyük bir kesim hala SYRIZA’nın işsizliği önleyip, vergilendirme sisteminde düzenlemeye gideceğine, reform ve kemer sıkma denilen yağma ve soygun programlarını iptal edeceğine inanmak istiyor. SYRIZA’nın Avro’dan çıkmadan, kendi programını uygulayabileceğine inanan büyük kitleler, hala bir umut beslemeye devam ediyor. SYRIZA’yı bu koşullarda desteklediklerinin, SYRIZA tarafından bilindiğine, dikkate alındığına inanmak istiyorlar belki de. Her şeye, tüm geriye dönüşlere rağmen, referandumdan muazzam bir kitle desteği ile çıkılması belki de buna işaret ediyordur.
SYRIZA’nın geri adım atması akıl almaz bir olaydır. Bu geri adımlar her geçen gün parti içinde de kırılma yaşanmasına neden oldu. Kimi bakanların ve milletvekillerinin yükselttikleri sesleri ve bloklaşmalar yaşandığını gördük. Öte yandan sokakların tekrar hareketlendiği bir Yunanistan var karşımızda. Yunanistan’da referandumdan sonra olağanüstü gelişmeler yaşandı. En başta da söylediğimiz gibi, Maliye Bakanı Varufakis’in istifasını gördük. Ve ancak “Evet” sonucu çıkarsa istifa edeceğini söylerken, “Hayır” sonucu ve elde edilen başarıdan sonra gelen istifa çarpıcı bir gelişmeydi.
Bir bütün olarak bakılıp, tüm bu söylediklerimizi değerlendirdiğimizde, Avrupa’lı emperyalistlerin, Avrupa Birliği Merkez Bankası’nın, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Avrupa Parlamentosu’nun; bir bütün olarak Troyka’nın aslında Yunanistan’ı cezalandırdığını çok net bir şekilde görüyoruz. Yunanistan cezalandırılıyor. Bütün dünyanın gözü önünde Yunanistan cezalandırılmaktadır. Herkes şunu biliyor ki, bu borç Yunan emekçilerinin, Yunan halkının borcu değil. Öyle ki, aynı kriz dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanırken, bu borçlar, yine emekçilere yüklenmek istenmişti. Yani emekçiler aslında bu duruma yabancı değiller. Emekçiler, kemer sıkmanın ve reformun ne demek olduğunu, kendi ülkelerinde yaşanan krizlerde deneyimleyerek öğrendiler. Krizin faturasının halkın sırtına yüklenmeye çalışıldığının örneklerini tüm dünya emekçileri çok iyi biliyor. Krizin kesinlikle burjuvaziye fatura edilmek yerine, çok kolay bir şekilde örgütsüz topluma, örgütsüz emekçi kitlelere fatura edilmek istendiğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
Fakat bu durum Yunanistan’da ters tepeceğe benziyor. SYRIZA bir şekilde teslim alınsa da, SYRIZA nezdinde Yunan hükümeti köşeye sıkıştırılmış gibi gözükse de, Yunan emekçisi ve Yunanistan sokakları teslim alınacak gibi gözükmüyor.
Ekonomiye soldan bakan iktisaçılar, Yunanistan’ın yaşadığı kirizin artık bir buhran dönemine evrildiğini yazıyorlar. Ve buhran dönemlerinin en belirgin özelliklerinden birisinin de intihar vakalarının sıklaşması olduğunu söylüyorlar. 2008 krizinde Yunanistan’da intihar vakaları görülmüştü. Ama bugün intihar etmek yerine, mücadeleyi tercih eden, sokakları dolduran, sert ve güçlü grevler örgütleyen dinamik bir emekçi kitlesinin ön planda olduğunu görüyoruz Yunanistan’da. Ve bu durum, kendi ülkemiz başta olmak üzere bölge coğrafyasına, Avrupa kıtasına etki ediyor. Mesela kendi ülkemizde SYRIZA’nın gelişmesinden olumlu anlamda etkilenen bir sol ve emekçi tabanlı halk hareketinin olduğunu görüyoruz. Ülkemizde HDP’lisinden ÖDP’lisine, solun genelini etkileyen şey, SYRIZA’nın AB projesi içerisinde ama onlara boyun eğmeyen tutumunun başarı elde edebilme olasılığıydı. Bu tavır Türkiye Solu’na etki etti. Öyle ki, yalnızca kendi sağına meyletmeyi bırakıp, yüzünü sola dönmesi bile ciddi bir iş sayılabilecek CHP’nin “SYRIZA’yı örnek alacağız!” demesi söz konusu olmuştur. Hal böyleyken, SYRIZA’nın olası yenilgisine Yunanistan ölçeğinden bakmak yanıltıcı olabilir. Bu gelişmeleri elbette kapitalistler de takip ediyor. Finans Kapital’in bu durumdan rahatsız olmaması düşünülemez. Dolayısıyla bu durumun, aynı süreci yaşayan; zincirin zayıf halkası konumunu koruyan İspanya, Portekiz, İtalya ve hatta İrlanda’da da yaşanmayacağının herhangi bir garantisi yok egemenler gözünde. Benzer bir sürecin oralarda da yaşanması ve başarısız olunsa da; sermaye iktidarının sorgulanması ihtimali bile büyük kabustur burjuvazi için. Bu sebepledir ki bir blok halinde Yunanistan’daki gelişme, büyümeden, tam anlamıyla güçlü bir umuda dönüşmeden boğulmak isteniyor.
Bizim görebildiğimiz budur.
Yunanistan’da yaşanan sürecin, Troyka karşısında bir güç olmasının kesinlikle önüne geçilmesi gereken bir tehdit olduğunun kabul gördüğünü anlıyoruz.
Bir umut var ve o umut güçlenip yayılmadan yok edilmek isteniyor.
Uzaklardan bakınca Yunanistan’daki süreç böyle görünüyor.
Barış Onay