Selçuk Şahin Polat
Ülkemizdeki siyasi mücadeleyi tarihsel olarak analiz ettiğimizde, karşımıza derin izler bırakan iki devrimci-siyasi ayaklanmanın, başkaldırının çıktığını görüyoruz: 1- Şeyh Bedrettin’in liderlik ettiği, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in de başını çektiği isyan, 2- THKP, THKO ve TİKKO örgütlerinin başlattığı 68 başkaldırısı.
İki isyanın ortak özelliği, rejimi değiştirme hedefini içermiş olmasıdır. Halbuki Osmanlı dönemindeki bütün isyanlar ve muhalefet hareketleri, genel olarak ya paşaların değiştirilmesi ya da mevcut padişahın yerine bir başkasının getirilmesi üzerine yapılıyordu. Cumhuriyet döneminde de etnik ayaklanmalar mevcuttu! Yani bunlar, rejimi değiştirmeyi hedeflemeyen reformcu isyanlardı. Bu açıdan 68 başkaldırısı, toplumumuzu yıllarca etkileyecek bir derinliği içermektedir. Tıpkı Şeyh Bedrettin ayaklanması gibi!
Bu derinliği, bizler -devrimciler olarak- bugün yeterince bilince çıkartmış değiliz! Bu, sadece bir mücadele azmi, kararlılığı ve zalimlere bir başkaldırı değil, daha da önemli olanı, insan olmanın ve de gelecek komünist toplumun hedeflediği ortak değerlerin, 68’li dönemde yeşeriyor olmasıdır.
İşte, 1970 yılı sonunda, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlı Basın Yayın Yüksek Okulu’nda bir Pazar günü, 68 başkaldırısını başlatacak olan kadrolar, ilk toplantı için bir araya gelmişlerdi. Bu toplantı* aynı zamanda THKP-C’nin kuruluş toplantısıydı. Ulaş’ı ilk defa orada tanıdım. Sonuçta, orada bulunanların çoğunluğu DEV-GENÇ militanlarıydı ve siyasi bir oluşum için bir araya gelmişlerdi. Önerilen siyasi perspektif ise, Tupamaros hareketine benzer bir şehir gerillası hareketinin hayata geçirilmesi olarak tarif edilmişti. Merkez komite, askeri komite, işçi sınıfı ve köylüler arasındaki çalışma için komiteler kuruldu. Hepsi oybirliği ile kabul edildi. Askeri komiteye de Ulaş, Cevahir ve benim seçildiğim bize ayrıca gizlice bildirildi. Ve ben o günden sonra, Ulaş ve Cevahir ile tam üç (3) ay birlikte olacaktım.
Kavaklıdere veya Çankaya taraflarında bir eve yerleşmiştik. Evde, Ulaş tarafından bize teknik bir eğitim veriliyordu. Ondan Ankara’nın o soğuk kış akşamlarında araba kaçırma, plaka değiştirme, şoförlük, evde telsiz yapıp polisi dinleme ve kimlik yapma vb. gizlilik için gerekli tüm teknikleri öğrenmeye başlamıştık. Ta ki Ocak sonunda merkez komite tarafından acil toplantıya çağrılana kadar bu eğitimler devam etti. Merkez komitenin, Mahir’in hazırladığı teorik (Kesintisiz-I) konuları tartışmak için, bizi toplantıya çağırdığı da oluyordu. Fakat bize bildirilen son toplantı farklıydı. Bu toplantıda THKO’nun yaptığı Emek İş Bankası’nın kamulaştırılması iletildi. Ve bizim de gecikmeden harekete geçmemiz gerektiği söylendi. Eğitim çalışmasına ara verilmiş, kamulaştırma (soygun) için hazırlıklara başlanmıştı. Tabii yük tamamıyla Ulaş’ın üzerindeydi: Kamulaştırılacak bankanın seçimi, bu operasyonda kullanılacak arabanın ve silahların bulunması, bankaya hangi düzen içinde girileceği ve görevlerin dağıtımı, kaçış için nasıl davranacağımız vb. tüm ayrıntılar onun titiz çalışmasıyla hazırlanıyordu.
İkinci kamulaştırma girişimimizi de o hazırlamıştı. Bu anlamda o, hareketin teknik beyniydi. Ayrıca onu tanıtmak için sadece teknik yanıyla yetinmek, onu hiç anlatmamak olurdu. Ulaş’ı tarif edecek olan en özlü ifade, kanımca şu olsa gerek: Konuşarak değil, yaptıklarıyla kendini ifade eden, daha da önemlisi, övünmeyi bilmeyen birisi. Kendinden asla bahsetmeyen, sadece ve sadece örgütün ve liderliğin verdiği görevleri en iyi şekilde yerine getirmek için uğraşan ve de bildiklerini, yeteneklerini sıradan bir şey gibi paylaşan fakat yanlış bulduklarını da açıkça dile getiren bir devrimci. Tüm bunlar, sanırım bir komünistin temel özellikleri olsa gerek! Hoş, aynı dönem mücadeleyi birlikte yürüttüğümüz Sabahattin Kurt (SABO), Hüdai Arıkan, K. Sinan Özüdoğru, H. Cevahir gibi birçok yoldaşım da aynı özü taşıyorlardı: Her davranışlarıyla örnek, sessiz ve mütevazı fakat zalimlere karşı ölümü göze alan bir kararlılık, dahası yoldaşlar arası güven için gerekli olan tüm davranışları içselleştirmiş devrimcilerdi onlar. Bu devrimci özelliklerin yanında, siyasi şu özellikleri de aktarmam gerekiyor: Farklı görüşleri sonuna kadar dinleyen, eğer farklı görüştekilerin düşüncelerini benimsememiş iseler, karşısındakini incitecek hiçbir ima ve davranış sergilemeden kendi görüşlerini açıklayan kişilerdi onlar. Kararları tartışarak alan ama karar alındıktan sonra farklı düşüncede olsalar dahi bunu asla tartışma konusu yapmadan kararı hayata geçirenler. Ayrıca not etmeliyim ki 68’li gençlerin ve ileri kadroların tümünün bu özellikleri taşıdıklarını söyleyemiyorum. Dönemdeki mücadelenin siyasi tüm eksik ve yanlışlarına rağmen, hareketi ayakta tutan ve sürekliliği sağlayan, ileri kadroların çoğunun özellikleriydi bunlar.
Evet, Ulaş’ı anlatmak oldukça zor. Sanırım kelimeler ve bugünkü devrimci ortam, Ulaş’ı anlatmak için yeterli zenginliği bize vermiyor. Çünkü Ulaş dâhil bizim kuşaktan ölüme yürümüş devrimciler, birer efsanevi kahramanlar olarak algılanıyor ve siyasi grupçuluğun çıkmaz sokaklarında bir güç olarak kullanılıyor. Ne yazık ki onların sadece devrimci yanları dikkate alınıyor fakat komünist özelliklerini kavramak amacıyla hiçbir çaba harcanmıyordu. Ayrıca devrimci özellikler de ölüme gidişle eşitlenip grupların çıkarları için kullanıyordu. Hem de yüzsüzce: “En iyi öncü savaşını biz yaparız” diyerek bunlar yapılıyordu. Dolayısıyla ortaya, attıkları sloganları hayata geçirmeyen tutarsız ve güven vermeyen siyasi hareketler veya geçmişi taklit eden örgütler ortaya çıkmıştı. Sonuçta Ulaş ve diğer arkadaşların özelliklerini yani geçmişin devrimci ruhunu yansıtan bir siyasi hareketin bugün olmadığını fakat onların adına ve onların isimleri kullanılarak yaratılan örgütlerin çokça varlığına şahidiz. Bu yüzeysel yaklaşımın sonucunu da zaten görüyoruz: Kızıldere’deki inanılmaz dayanışmanın varlığına rağmen bir araya gelmemek için bütün güçleriyle ve taktikleriyle mücadele veren gruplar. Burunlarından kıl aldırmayan fakat çapsız ve bir avuç kalmış örgütler, popülizmin tavan yaptığı fakat zalimlere karşı mücadele taktiklerinde yerde sürünen, emekçi ve ezilen kitlelerle ciddi anlamda hiçbir bağı olmayan “komünistler” ve spor salonlarında, koşu bandında hızla koştukları halde, bunu gerçekmiş gibi taraftarlara sunan vb. leri gibi.
Satırlarıma, yazının başlığını analiz ederek son vermek isterim. Bugün çoğu devrimci arkadaşımız belki farkında değiller ama “belli bir yaşa geldik” diyerek mücadelede tatil (!) haklarını kullanıyorlar.
Ulaş başta olmak üzere, tüm arkadaşlarımız dövüşerek öldüler. Elbette ki ayakta ölmek sadece silahlı çatışmalarda ölmek değildir. Sağlıklı olmayı, en olumsuz koşullarda dahi dayanışmayı, paylaşımı, hoşgörüyü, kendimize ve çevremize karşı dürüst olmayı, Ulaş ve diğer arkadaşlar gibi her yönüyle örnek olmayı başaramaz, tek kelimeyle; bireyciliği içimizden ve çevremizden söküp atıp mücadeleyi yükseltemezsek, zalimler dünyayı hep yönetmeye devam edeceklerdir. Bu nedenle, yeryüzü aşkın yüzü olana dek, “Devrimciler ayakta ölür!”, diyerek mücadeleyi sürdürmek ve Ulaş’ı sevgiyle anmak istiyorum.
(*) Bu toplantı dâhil tüm ayrıntıları merak edenler MAHŞERİN BEYAZ ATLISI adlı kitaba bakabilirler.
Devrimciliği teorik ve pratik olarak kendi kişiliğine sindirmiş olanlar hayatları boyunca mücadele ederler. Hayatları boyunca doğrularının arkasında mücadele eden insanlar “ayakta ölür”.
Bu anlamıyla, S. Şahin Polat’ın bu belirlemesine katılıyor ve kararlı duruşuna selam yolluyorum.
Eğer güçlü bir mücadele ortaya konulabilirse Türkiye solundaki devrimci grupların etkilenerek grupçu perspektifi sorgulayıp aşabilecek potansiyele sahip olduğuna inanıyorum.