Türkiye, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan yaklaşık 23 bin belediye işçisinin “Eşit İşe Eşit Ücret” şiarıyla gerçekleştirdiği grevle yankılandı. Önemli deneyimleri ardında bırakan grev sürecini belediye işçileri olarak konuşmaya ve buradan çıkardığımız derslerle yeni bir sendikal mücadeleyi büyütmeye ihtiyacımız var. “Grevler, işçi sınıfının gerçek savaş okullarıdır, proletaryanın gelecekteki büyük mücadeleleri için eğitim alanlarıdır.” diyen Marx’ın yolundan grevi ve geride bıraktıklarını özetlemek istiyoruz.
Kapitalizmin krizleri derinleştikçe, emek-sermaye çelişkisi de derinleşiyor. İzmir özgülünde birçok iş kolunda işçi direnişleri ve grevleri yaygınlaşırken, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde 23 bin işçinin grevi tam da bu çelişkinin patladığı bir anda, burjuvazinin nasıl örgütlü bir saldırıya geçtiğini, işçilerin nasıl yalnız bırakıldığını ve sendikal bürokrasiyi gözler önüne serdi. Ancak bu grev, aynı zamanda “Grev nedir?” sorusuna verilen yanlış yanıtların da bir envanteri oldu. Karl Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “Üretimin durması, sermayenin en büyük kâbusu” oldu. Ve o kâbus, derin bir çürüme ve manipülasyon yaratarak sınıf içinde bir düşmanlık oluşturduğunu hepimize gösterdi. Bütün yoksulların ve yalınayakların, işçilerin ve emeklilerin, kadınların ve gençlerin, ultra milliyetçi jargonla kendi sınıf kardeşlerine dönük linçe varan saldırılarını açığa çıkardı.
Grevin Diyalektiği: Neden Çöp Toplanmaz?
Hizmet aksaması olarak lanse edilen “grev”in ne olduğuna dair herkes bir şeyler söyledi. Sosyal medyada çöplerin toplanmaması, otobüslerin çalışmaması büyük bir sorun hâline getirilirken, işçilerin ne kadar çalıştığı ve bunu hak edip etmediklerine varan tartışmalar, ücret bordrolarının abartılı rakamlarla dilden dile dolaşmasına kadar vardı. Ortaya çıkan cehaletin yalanla harmanlanması tam da burada cisim buldu. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, elini kolunu sallaya sallaya grevi kırarak çöpleri topladı. Bu yasal olmayan grev kırıcılığını, “Grevdeysen evinde otur” safsatasıyla taçlandırdı.
Oysa grev; artı-değer sömürüsüne karşı kolektif bir direniş, metaların üretim ve dolaşım sürecini kesintiye uğratarak sermayenin kâr zincirini kıran bir eylem, işçi sınıfının “kendisi için sınıf” bilincine ulaşmasının en temel aracıdır. Üstünden atlanan da tam buydu: kamunun bir işveren olma gerçekliğinin göz ardı edilerek grevin içinin boşaltılmasıydı.
Durum böyle olunca, grevin kırıldığı ilk geceye dönüp bakmak gerekiyor. Grevi kırmak için sahaya çıkan Belediye Başkanı Cemil Tugay ile 2 No’lu Şube Başkanı Ercan Gül arasında yaşanan tartışmalar, sendikanın sahadan çekilmesiyle sonuçlandı. Bu gelişme, grev kırıcılığının tüm İzmir’e yayılmasına neden oldu. İlçe belediyelerinden CHP yöneticilerine, gençlerden halka kadar birçok kişi ellerine çöp poşetleri alarak sokaklardaki çöpleri toplamaya başladı. Ancak aynı dayanışma işçi cephesinde örgütlenemedi. Grev kırılırken, işçi sınıfı cephesinde gerçek bir dayanışma örülemedi. Diğer şubeler sessiz kalarak büyükşehir işçilerini yalnız bıraktı. Dayanışma grevleri örgütlenemedi, diğer sektörlerden destek sağlanamadı. Bu durum, işçi sınıfının örgütsel zayıflığını ve sendikal hareketin aynı iş kolundaki işçileri ortak mücadelede birleştirmek istemediğini gösterdi.
Genel merkez, şubeleri kendi kaderine terk etti; ne hukuki destek sundu ne de örgütsel gücünü harekete geçirdi. Çünkü bir süredir İzmir’de belediye iş kolunda yaşanan mücadele ve grev pratikleri, büyükşehir işçilerinin olası yenilgisiyle sonlandırılabilirdi. Bu durumda kaybeden yalnızca büyükşehir değil, tüm işçi sınıfı oldu. Ne şube ne de işçiler, bu ablukayı dağıtacak gücü oluşturabildi. Daha önce birçok grevi, toplu iş sözleşmesini (TİS) bir gecede imzalayarak sonlandıran genel merkez, bu sefer süreci işçileri yalnızlaştırarak ve tüm saldırılara göz yumarak yönetti. Bu tablo, Genel-İş’in CHP ile kurduğu siyasi ilişkilerin etkisini de açıkça ortaya koydu.
Genel-İş 1, 2, 3 ve 9 No’lu dört şubenin birlikte yürüttüğü grev sürecinde, özellikle 2 No’lu Şube kararlılığıyla öne çıktı. Bu kararlılık, işçiler üzerinde psikolojik üstünlük sağlamada önemli bir etkendi. Ancak şubenin deneyimsizliği ve yeni mücadele araçlarını kavramaktaki yetersizliği de göz ardı edilmemelidir. Bu eksiklik, sürecin seyri açısından dikkatle not edilmesi gereken bir unsurdur. Özellikle 1 ve 3 No’lu şubelerin “Biz alacağımızı aldık.” diyerek grevden çekilmek istemesi, işçi sınıfının örgütsel parçalanmışlığını ve politik zayıflığını gözler önüne serdi. Bütün işçilerin ortak kazanımlarına odaklanmak yerine, dar şube çıkarlarına yönelmek, sendikal koltuk hesaplarının sınıf mücadelesine nasıl zarar verdiğini gösterdi. Sonuçta, gösterişli bir pazarlık ardından sendika geri adım attı ve grev fiilen sonlandırıldı.
Grev Hazırlık Aşamasında Kazanılır
Yaşanan son grev süreci, grev öncesi hazırlıkların önemini işaret etti. Şimdiye kadar gerçekleştirilen belediye grevlerinin çoğu 2-3 gün sürerken, bu grevin 7 güne yayılması sendikada belirsizlik yarattı. Sürecin uzunluğu ve baskısı karşısında gerekli hazırlıkların eksikliği daha da görünür hâle geldi.
Grev öncesinde işçilere yönelik kapsamlı eğitimler yapılmadığı gibi, işçilere yasal haklarını anlatan bir mücadele hattı oluşturulamadı. Bu durum, hem sahada direnişin zayıflamasına hem de işçilerin özgüven kaybı yaşamasına neden oldu. Öncesinden kurulan grev komiteleri sahada işlevli hâle getirilemedi; grev gözcüleri tam takır şantiyelerde yer almadı. İşçiler sendikanın arkasında dik ve örgütlü durdular; ancak grevin ilerleyen günlerinde bu duruşun sürdürülmesi, güçlü ve etkin komitelerle desteklenmediği için sekteye uğradı. Komitelerin demokratik şekilde yapılandırılması, işçilerin sürece doğrudan katılımı ve sahadaki karar alma mekanizmalarına etkisi sağlanamadı. Bu durum, merkeziyetçi ve yukarıdan aşağıya örgütlenen bir grev modelinin sınırlarını bir kez daha gösterdi. Grev yalnızca ilan edilerek değil, hazırlığı yapılarak kazanılır.
CHP Sosyal Demokrasinin Neresinde?
Grev süreci, yalnızca belediyelerin ya da sendikaların değil, aynı zamanda CHP’nin sınıfa ve emeğe bakışını da açığa çıkardı. CHP, kendi tabanıyla birlikte işçi karşıtı, açıkça emek düşmanı bir tutum izledi. Bu süreçte, iktidarın yıllardır uyguladığı otoriter, anti-demokratik ve halkı kutuplaştıran politikalarının; medya manipülasyonu, dezenformasyon ve algı operasyonları gibi araçlarla nasıl işlediğini ve bu araçların CHP tarafından da nasıl içselleştirildiğini bir kez daha hep birlikte gördük. CHP gibi kendisini “sosyal demokrat” olarak tanımlayan bir partinin, işçileri yalnızlaştırması ve greve katılan emekçileri hedef göstermesi ideolojik olarak durduğu yeri gösterdi.
Halkı işçilerle karşı karşıya getiren, grev sürecini kriminalize eden, temizlik hizmetlerini bahane ederek kamuoyunu yanlış yönlendiren yalan haberler, sadece iktidarın değil, CHP’li belediyelerin de bir yöntemi oldu. Grev kırıcı uygulamaların “dayanışma” gibi sunulması; çöplerin toplanmasını, halk sağlığını değil, işçilerin taleplerini önemsizleştiren bir dille anlatması, işçilere karşı adeta bir medya kuşatması yarattı. Bu kuşatmaya karşı sendikaların etkili bir karşı propaganda süreci yürütememesi, sürecin yönetilmesindeki zaafları da net biçimde ortaya koydu.
Bir diğer önemli eksiklik ise, sürecin uluslararası işçi ve sendikal hareketle yeterince ilişkilendirilmemesiydi. Oysa dayanışmanın yalnızca yerel değil, küresel düzlemde örülmesi gerekiyordu. Türkiye’de yaşanan bu tür grevlerin, dünya emek hareketinin dikkatine sunulması, uluslararası dayanışma kampanyalarının devreye sokulması ve kamuoyuna bu desteğin duyurulması, hem işçilerin moralini yükseltir hem de belediye yönetimleri üzerinde ciddi bir baskı oluşturabilirdi.
Bu grev, İzmir’de ve Türkiye genelinde kitlesel olarak örgütlenen önemli bir direniş olarak tarihe geçti. İşçiler son derece kararlıydı. Ancak grev bize gösterdi ki, salt ücret odaklı bir sendikal anlayışla yol alınamıyor. Bu tür mücadelelerin, bir kentin sosyal dokusunu ve halkını da içine alan bütünlüklü bir direnişe dönüştürülmesi gerekiyor. Öte yandan, CHP ile kurulan organik ilişkilerin işçi sınıfı açısından nasıl tıkanma yarattığı da bir kez daha açığa çıktı. CHP’nin “emekten yana” retoriğiyle pratiği arasındaki uçurum derinleşti.
Kentle bütünleşik bir grev hattı kurulamaması, eksik kalan diğer bir yandı. Grev öncesinden başlayarak halk bilgilendirilmeli, grevin meşruiyeti açıklanmalı, işçilerin neden yoksullaştığı Mehmet Şimşek’in ekonomi politikalarıyla bağlantılı şekilde anlatılmalıydı. Mahallelerde dayanışma komiteleri kurulmalı, kent halkı grev kırıcı uygulamalara karşı fiilî dayanışma içinde olmalıydı. Ancak sendika bu hazırlıkları yapmadı ve kentin gücünü yanına alamadı. Sosyal medyanın gücü bu süreçte bir kez daha öne çıkarken, ne sendika ne de işçiler bu alanı yeterli düzeyde kullanabildi.
Grev ne yazık ki kazanımla değil, kayıplarla sonuçlandı. Son yılların en zayıf toplu iş sözleşmelerinden (TİS) biri imzalandı. Daha önceki TİS’lerde yer alan %11,5’lik “işe devam teşvik primi” tamamen kaldırıldı. Verilen zam oranı ise sadece %18,5’te kaldı. Refah payı ise tamamen ortadan kaldırıldı. Ayrıca, büyükşehir belediyesinde 1.050 işçinin işten çıkarılması için SGK’ya başvuru yapıldı. Bunun devamının geleceği ise bilinen bir gerçek.
Bu grev, sadece işçi ile işveren arasında değil; sınıfsal çıkarlar ile politik özne olma mücadelesinin bir sonucuydu. Sonuç olarak, bu grev yalnızca bir toplu sözleşme mücadelesi değil, aynı zamanda mevcut sendikal anlayışın, siyasal ilişkilerin ve sınıf hareketinin sınırlarının da açığa çıktığı bir eşikti. Kaybedilen yalnızca ücret artışı ya da bir hak değil; sınıfın ortak mücadelesine olan güvenin zedelenmesi oldu. Fakat her kriz, aynı zamanda bir yeniden inşa imkânıdır. Bu yenilgi, tabandan örgütlenen, işçilerin söz ve karar sahibi olduğu, sermayeye ve düzen partilerine mesafeli, mücadeleci bir sendikal hareketin zorunluluğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Şimdi görev, bu deneyimlerden ders çıkararak yeni bir yol haritası çizmekte ve gerçek bir sınıf sendikacılığını hep birlikte örmektir.