Eylül Kalkan
Gezi Direnişi, Türkiye’de uzun yıllar boyunca biriken öfkenin, adaletsizlik duygusunun ve baskıların karşısında halkın sokaklara dökülerek gösterdiği en güçlü kolektif tepkilerden biriydi. 2013’te İstanbul’da bir parkı savunmakla başlayan süreç, kısa zamanda bütün ülkeye yayılan bir halk hareketine dönüştü. O günlerde on binlerce insan, farklı şehirlerde aynı duygularla sokaklara çıktı: özgürlük isteği, adalet talebi ve korkusuzca yan yana durma iradesiyle.
Gezi’nin en dikkat çekici yönlerinden biri, çok farklı toplumsal kesimlerin ortak bir hedefte buluşabilmesiydi. İşçiler, öğrenciler başa yazılsa iyi olur. Yani, “başta gençler ve kadınlar olmak üzere işçiler, öğrenciler, Aleviler, Sünniler, laikler, dindarlar, LGBT bireyler…” Herkesin kendi kimliğini koruyarak bir araya gelebildiği, tam anlamıyla tabandan gelen bir halk hareketiydi. Bu yönüyle Gezi, Türkiye’de “biz” olmanın mümkün olduğunu gösterdi.
Fakat bu büyük halk hareketi kalıcı bir örgütlenmeye evrilemedi. Sokaklarda ortaya çıkan dayanışma ve umut, zamanla bastırıldı. Devletin baskısı, medyanın susturulması ve örgütsüzlük; hareketin dağılmasına neden oldu. Ancak Gezi’nin bıraktığı iz silinmedi. O günleri yaşayanlar için Gezi bir dönüm noktasıydı. Mücadeleyle tanışma ve politikleşme süreci büyük ölçüde bu direnişle şekillendi.
Yıllar geçtikçe baskı arttı, ekonomik kriz derinleşti ve temel haklara erişim zorlaştı. Eğitim hakkı, barınma hakkı, beslenme hakkı giderek daha zor ulaşılır hale geldi. Gençlik bu koşullarda büyüdü; adaletsizliği hayatın her alanında hissetti. Bu nedenle, Gezi’nin üzerinden yıllar geçmiş olsa da onun taşıdığı mücadele ruhu farklı biçimlerde yaşamaya devam etti.
2025’in 19 Mart günü başlayan üniversite eylemleri, Gezi Direnişi’nin günümüze ulaşması olarak görülebilir. Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrenciler, barınma, beslenme, ulaşım gibi en temel haklar için sokağa çıktı. Ancak bu sadece bir “barınamıyoruz” eylemi değildi. Aynı zamanda “yaşayamıyoruz”, “susturulmak istemiyoruz”, “geleceğimizi biz belirleyeceğiz” diyenlerin yükselen sesiydi. Eylemlere katılan üniversiteliler yalnızca kendi taleplerini değil; işçilerin, kadınların, emeklilerin ve tüm yoksulların da taleplerini taşıyordu.
Bu eylemlerde ortaya çıkan örgütlülük düzeyi, önceki dönemlerden farklı olarak dikkat çekiciydi. Öğrenciler sadece sokağa çıkmakla kalmadı; forumlar kurdular, birlikte kararlar aldılar ve birbirleriyle dayanışma içinde hareket ettiler.
Gezi ve 19 Mart arasında sadece tematik bir benzerlik değil; düşünsel ve pratik bir süreklilik de bulunuyor. Her iki hareket de siyasal baskılara ve eşitsizliğe karşı yükselen halk tepkisiydi. Her iki hareket de dayanışma, yaratıcılık ve birlikte öğrenme üzerinden ilerledi. Ancak daha kalıcı bir dönüşüm için, bu enerjinin halkçı ve demokratik örgütlülüklere evrilmesi gerekiyor.
Mücadele artık yalnızca sokakta değil; kampüslerde, atölyelerde, dijital mecralarda, mahallelerde sürüyor. Direniş yeni biçimler alıyor. Gezi’nin ardından öğrenilen çok şey var: Sadece karşı çıkmak değil, yeniyi kurmak gerektiği; dayanışmanın bir refleks değil, bir siyasal çizgi haline gelmesi gerektiği gibi. Bu mücadele çizgisi, bugün daha fazla tartışma, daha fazla üretim ve daha fazla birlikte karar alma pratiğiyle sürüyor.
Gezi bitmedi. 19 Mart bir son değil. Mücadele biçim değiştiriyor, insanlar değişiyor ama direnişin özü aynı kalıyor: eşitlik, özgürlük, adalet ve dayanışma. Bu değerler etrafında örülen yeni halk hareketleri, geleceğin daha özgür ve yaşanabilir bir toplumunu kurmanın öncüsü olabilir.