Halkın yönetimden uzak tutulmasında elverişli bir araç, başkanlık sistemi: 16 Nisan 2017 referandumu ve olası tehlikeler

0
518

Fazıl Ahmet Tamer

Demokratik olduklarını ileri süren siyasi rejimlerin hem yönetim biçimlerinde hem de demokrasi tanımlarında önemli farklılıklar bulunduğu, ilgili herkesin bilincinde olduğu bir gerçekliktir.

Bir yönetim tarzının demokratik olup olmadığını söylemek için değişik kıstaslar ileri sürülebilir. Seçimlerin herkese açık, güvenilir, propaganda özgürlüğünün sağlandığı koşullarda gerçekleşmesi; seçilen temsilcilerin keyfi tutuklamalara karşı korunması, seçilenlerin geri çekilebiliyor olması ve makul sürelerde seçimlerin yenilenmesi, ifade/örgütlenme/toplanma özgürlüklerinin bulunması; partilere eşit, adil hazine yardımı; halkın doğrudan yönetime katılma koşullarının yaratılması vb. gibi.

Bu noktada ifade etmek isterim ki yönetime ne kadar çok insan katılırsa demokrasiye o kadar yakın olunacağı, bunun en üst biçiminin de doğrudan demokrasi, yani halkın tamamının, temsilcileri aracı kılmaksızın doğrudan yönetime katılma hakkının tanınması olduğu iddiası kolay kolay reddedilebilir, görmezden gelinebilir değildir. Belki bunun her zaman ve her koşulda yerine getirilmesinin mümkün olmadığından bahsedilebilir ki, günümüzdeki teknolojik gelişmeler dikkate alındığında bunun da çok esaslı bir karşı çıkış olduğunu söylemek sanırım çok kolay değildir.

Özgür erkek yurttaşların, Agoralardaki açık tartışmaların ardından doğrudan oylamaya katılarak karar aldığı Eski Yunan demokrasisinden günümüze doğrudan demokrasinin çeşitli örnekleri bulunmaktadır.

Bu örnekler ne yazık ki tarihsel süreç içinde çok geliştirilmemiştir. Bugün İsviçre’deki doğrudan demokrasi uygulaması da arkadan dolanımlarla kendisini boşa çıkaracak birçok engelle çevrilmiştir.

Türkiye’de gerçekleştirilen 16 Nisan 2017 referandumu ile yapılan da iktidarın, yönetim yetkisinin halktan iyice uzaklaştırılması, yönetici elit ve sınıfların temsilcisi olarak bir başkanın elinde, zirvede toplanmasıdır. Böylece egemenler mümkün olabilecek en uç seviyelerde denetim, tartışma, baskılardan uzak biçimde kendi çıkarları için kararlar alabilmeyi hedeflediler ve belirli ölçülerde de buna yaklaştılar.

Demokratik tartışmaların kısıtlandığı OHAL koşullarında gerçekleştirilen, Yüksek Seçim Kurulu’nun seçim akşamı, yasanın açık hükmüne aykırı bir şekilde aldığı mühürsüz zarflarda kullanılan oyların geçerli sayılacağı kararıyla hatırlanan 16 Nisan 2017 referandumu Türkiye’de parlamenter sistemi sona erdirmiş ve başkanlığa dayanan yönetim biçimini getirmişti.

Referandum sonucunda halkın yüzde 51,41’inin evet, yüzde 48,59’unun hayır dediği açıklanmış; hile, usulsüzlük tartışmalarına ise, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” yanıtı verilmişti.

Aslında 16 Nisan öncesine baktığımızda da bırakalım halk egemenliğini, meclis egemenliğinin de bulunmadığı, milletvekillerinin önlerine getirilen yasa teklif ve tasarılarından bugün olduğu gibi bihaber şekilde partilerinin direktifleri yönünde oy kullandığı hepimizin malumudur. O zaman da ülke meclisten yönetilmiyordu. Kararlar iktidardaki partinin yönetim kademelerinin, devletin sahipleri arasında bulunan üst düzey bürokratların, egemen sınıfların kendi aralarında oluşturduğu meclislerde alınıyor, teknokratlar tarafından mevzuatlaştırılıyor, meclise ya da ilgili karar alıcı organlara onaylattırılıyordu. 

(Bu durum tabii ki sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir. ABD’li Anayasa Profesörü Michael Glennon’un, 2014 yılında yayınlanan National Security and Double Government (Ulusal Güvenlik ve Çifte Hükümet) kitabında belirttiği gibi ABD’de de yürürlüğe giren kararlar yasama, yürütme ve yargı organlarına seçilen kişiler tarafından değil sayıları bine ulaşan, ileri derecede eğitimli, üst düzey bürokratların yönettiği bir iç ve uluslararası güvenlik aparatı tarafından hazırlanmakta ve onaylanması için seçilmişlerin önüne konulmaktadır.)

Ülkemize döndüğümüzde benzer yönetim tarzının zaten mevcut olduğu parlamenter sistemden neden başkanlık sistemine geçildiğini sormak haksız değildir.

Bunun yanıtının da ülkemizin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasal krizde saklı olduğunu düşünüyorum.

Başkanlık sistemi başkanın yetkilerinin senato, kongre, Anayasa Mahkemesi, bağımsız yargı, güçlü sivil toplum ve demokrasi geleneği ile sınırlandığı ABD’nin dışında, var olan demokratik ilkelere çok fazla zarar vermeden işlediği bir ülke bulunmamaktadır.

Güney Amerika ülkelerindeki başkanlık sistemleri de krizlerin emekçi sınıfların zararına bertaraf edilmesi için uygun araçlar olarak uygulanmaktadır.

Başkanlık sistemi ülkemizde 16 Nisan referandumu ile Türkiye’deki mevcut ve olası daha büyük krizlerin egemen sınıflar lehine bertaraf edilmesi amacıyla getirilmiştir. Bu şekilde halkı, onların temsilcilerini, düzen içi ya da dışı muhalif kesimleri iktidardan, karar alma mekanizmalarından uzak tutmak daha kolay bir hale gelmiştir.

Meclis içi tartışmalar etkisizleştirilmiş, tek tek bakanlar ve bakanlar kurulu hakkındaki gensoru hakkı ortadan kaldırılmış, yürütme organının meclise karşı sorumluluğu azaltılmıştır.

Yeni Anayasa ile Bakanlar Kurulu yürütme organı olmaktan çıkarılmış yerine cumhurbaşkanı getirilmiş, cumhurbaşkanına meclisi feshetme, kanun yetkisinde kararnameler çıkartma yetkisi verilmiştir.

Daha da önemlisi Hitler’in 24 Mart 1933’te Reichstag (Almanya Parlamentosu) tarafından Yetki Kanunu ile “geçici olarak” yetkilendirilerek parlamentonun izni olmadan ve hatta anayasal sınırlamalar olmaksızın hareket etme özgürlüğü sağlaması gibi 16 Nisan referandumu sonrası Anayasa sürekli bir istisna hali, yani açık diktatörlük ilanı için egemen sınıflara yasal ama hukuk dışı büyük bir zemin sunmaktadır.

Değiştirilen 119. madde ile Cumhurbaşkanına, koşullarının iktidar tarafından rahatlıkla hazırlanabileceği ortamlarda olağanüstü hal ilan etme yetkisi tanınmıştır. Böylesi bir OHAL döneminde de cumhurbaşkanı 119. Maddeni 6. fıkrası uyarınca Anayasa ile sınırlı olmaksızın temel haklar, kişi hakları ve ödevleri, siyasi haklar ve ödevler konuları dahil olmak üzere münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda da Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisine sahip olmuştur. Yani tek sözü kanun olan, Anayasayı ayaklar altına alabilecek bir güç cumhurbaşkanına tanınmıştır. 

AKP-MHP iktidarının, seçimleri kaybetme ya da farklı yönetememe krizleri nedeniyle iktidardan uzaklaşması durumu söz konusu olduğunda bu diktatörlük yetkilerini yeni Anayasa ile kullanabilmesi imkanı doğmuştur ve bunu denemek isteyeceği de büyük olasılıktır. Bu yetkilerle başkan, yani Erdoğan Anayasa İkinci Kısım 4. Bölümde yer alan seçme ve seçilme, parti kurma, partilere girme hakkı ve partilerin uyacakları esaslara ilişkin kanun hükmünde kararname çıkarabilecektir. Böylece siyasi partileri kapatabilecek, seçim kurallarını istediği gibi belirleyebilecek ve yasalara dayanarak ama baskıyla ve hukuksuzlukla iktidarının ömrünü uzatmayı deneyebilecektir.

Trump’ın ABD’de darbe girişimi düzenlediği bir dünyada böylesi yetkileri ele geçirmiş, yolsuzluğa, hukuksuzluğa batmış bir iktidarın böylesi bir girişime cesaret edemeyeceğini ileri sürmek büyük saflık olacaktır.

16 Nisan referandumu ile egemen sınıf ve katmanların halkı ve temsilcilerini yönetimden biraz daha uzaklaştırması mümkün hale gelmişken, sarsıcı kriz dönemlerinde de açık diktatörlüğün yasal zemini yaratılmıştır. 

Bu anlamıyla demokrasi güçleri olarak böylesi baskı dönemlerine hazırlanma sorumluluğu üzerimizdedir.

Genel demokrasi mücadelesinde de hedefimizin hem ülke çapında hem de örgütlü olduğumuz tüm kurumlarda doğrudan demokrasiyi, aracısız, temsilcisiz karar alma biçimlerini yaratmak; bireye, dar kurullara dayanan yönetim modellerinden uzaklaşmak olması gerektiğini düşünüyorum.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.