Mücadelemizde Nazım Hikmet

0
979

Müslüm Yalçın

Nazım Hikmet Ran 14 Ocak 1902 tarihinde Selanik’de doğmuştur; üst tabakadan, kalbur üstü bir ailenin çocuğudur. Aile bir kaymak tabaka da olsa özgürlüğe, edebiyata, sanata, aydınlanmaya değer veren bir ailedir. Belki onun aile köklerindeki zenginlik ve renk pek az kişide, şairde, romancıda ya da siyaset insanında rastlanabilir. Çok kozmopolit, çok renkli bir aile yapısına sahiptir. Annesi Ayşe Celile Hanım dilci ve eğitimci olan Hasan Enver Paşa’nın kızıdır. Şair Oktay Rıfat’ın annesi Münevver Hanım ile ve Türk şairi ve dil bilimcisi, Türk Dil Kurumu’nun kurucularından Sami Rıfat ile kardeştirler. Aynı zamanda asker kökenli siyaset adamı olan Ali Fuat Cebesoy ve İsmail Fazıl Paşa ile akrabalardır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Aydın Vilayet Valisi olan M. Rahmi Aslan, Harbiye Nazırlığı yapmış olan Hüseyin Hüsnü Paşa akrabalarıdır. Aile, zincirleme olarak bilim, siyaset ve askeriye içinde önemli bir yerde durur.

Hasan Enver Paşa’nın babası, yani Celile Hanım’ın dedesi Polonya’daki 1848 yıllarındaki ayaklanmalardan sonra Osmanlı İmparatorluğu’na göç eden Osmanlı olunca adını değiştiren, Mustafa Celalettin Paşa adını alan Konstanty Borzecki’dir. Mustafa Celaleddin Paşa Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yapmıştır ve aynı zamanda Türk tarihi üzerine önemli bir eser sayılan Les Turcs Anciens Et Modernes’i (Eski ve Yeni Türkler) yazmıştır. 93 Harbi’nde Tuna Cephesi’nde komutanlık yapmıştır.

Celile Hanım’ın annesi Leyla Hanım ise Alman kökenli Osmanlı Generali Mehmet Ali Paşa’nın kızıdır. Celile Hanım’ın babası da dedesi de Osmanlı İmparatorluğu’nda paşadır yani generalliğe yükselmiş subaylardır.

Celile Hanım, çok iyi bir eğitim almış Avrupa görgü kurallarına göre yetiştirilmiş bir kadındır. Ressamdır ve piyano çalmaktadır. Edebiyata çok büyük ilgisi vardır. Fransızca konuşmakta ve şiir yazmaktadır.

Nazım Hikmet’in babası, Matbuat Umum Müdürlüğü ve Hamburg Şehbenderliği yapmış olan Hikmet Nâzım Bey’dir. Hikmet Bey, Diyarbakır, Halep, Konya ve Sivas gibi illerde valilikler yapmış olan Mehmet Nâzım Paşa’nın oğludur. Mevlevi tarikatından olan ve özgürlükçü fikirlere sahip Nâzım Paşa, Selanik’in son valisidir. Nazım, şiir yazma konusunda dedesi Nazım Paşa’dan etkilendiğini söyler.

Nazım Hikmet, baba tarafından Türk, anne tarafından Alman, Polonya, Gürcü kökenli olduğunu söyler. Sosyal konumu itibarıyla, Polonya’nın seçkin kişileriyle ilişkileri olan üst tabakadan bir ailedir. Nazım Hikmet, hem anne hem de baba tarafından özgürlüğe, sanata, edebiyata değer veren bir aile içinde yetişmiştir. Şiire, edebiyata ilgi duymasında hem anne tarafının, hem de baba tarafının rolü çok olmuştur. Her iki taraf da özgürlüğe, edebiyata, yazım işlerine önem vermektedirler. Yazım sanatı bu ailenin içinde, derinliklerinde vardır. Nazım Hikmet şiire olan ilgisinin nasıl geliştiğini anlatırken şöyle der:

“Ben 1902 yılında, 20 Ocak’ta Selanik’te doğdum. Dedem valiydi, şiirle ilgilenirdi. Annem ressamdı, birkaç yabancı dil bilirdi. Babam önce elçilik, daha sonra üst düzey memurluk yaptı. İlk şiirimi 13 yaşındayken yazdım. Bir yangını anlatıyordu. Ailem benim harika bir çocuk olduğuma karar vermiş ve şiir yazmamı telkin etmeye başlamıştı. 15 yaşında bahriye okuluna verdiler. Deniz subayı yapmak istiyorlardı beni. Okuduğum sınıf ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı sporla, diğeri şiirle uğraşıyordu. Ben şairler tarafına düştüm. Okulda bize tarih ve edebiyat derslerini ünlü Türk şairi Yahya Kemal veriyordu. Kedimi anlatan bir şiir yazmıştım. Yahya Kemal, şiirimi okuduktan sonra kedimi getirmemi söyledi. Tüyleri dökülmüş, çelimsiz bir kediydi. Yahya Kemal o zaman bana, ‘Bu kadar allayıp pullayabildiğine göre, senden kesin şair olur’ demişti. 16 yaşındayken Yeni Mecmua’da ‘Servilikler’ adlı şiirim yayınlandı. Bu şiir herkes tarafından beğenilmişti. 17 yaşında artık yazdıklarım ciddi ciddi basılıyordu.”

Belki bizim bildiğimizden de ileride bir yerdedir Nazım Hikmet. Üst tabakadan bir aileden gelmesine rağmen ona sunulan olanakları, çok parlak mevki konumunu, devlet içinde kariyer, rahat ve mutlu yaşam vaat eden ailenin isteklerini, olanaklarını elinin tersiyle itmiş, yüzünü ezilenlere, emekçilere, halka çevirmiştir. Aydınlık dolu kafası, coşkulu ve şiir dolu yüreği onu ezilenlerle beraber olmayı ve hayatının sonuna kadar özgürlük ve komünizm için mücadele etmeye sevketmiştir. Şiir yazılacaksa hakkedenlere yazılmalıdır; şiirin bir amacı, hedefi olmalıdır. Yoksa şiir amaçsız hedefsiz, şiir olsun diye yazılmaz ki.

Gençlik Yılları ve Mücadelesi

Nazım Hikmet, ilk şiiri Feryad-ı Vatan’ı 11 yaşında kaleme almıştır. Henüz çocuk denebilecek bir yaşta iken geleceğin meyvelerinin o yaşta onda filizlenmeye başladığını görürüz. Onaltısındayken yazdığı, “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?” şiiri ise onun parlak geleceği için ipuçlarıdır. Şiir onda zaman zaman ortaya çıkan anlık, raslantısal duygular değil sağlam köklere dayanmaktadır. Şiirler, ona yolunu seçmede önemli rol oynar. Onun ruhunda şiir, kesintisiz akan bir ırmaktır; yavaş yavaş yolunu bulur ve akmaya devam eder. Nazım’ın dediği gibi, “Sanat, sanat yapmak için değildir sanat halk için, toplum içindir ve toplumsal yaşamdan yalıtılamaz.”

Nâzım’ın, Mehmed Nâzım imzasıyla yazdığı ve ilk yayımlanan şiiri olan “Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?”, 3 Ekim 1918’de Yeni Mecmua Dergisi’nde çıkmıştır:

Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?/Bir inilti duydum serviliklerde/Dedim: Burada da ağlayan var mı?/Yoksa tek başına bu kuytu yerde,/Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?/Gözlere inerken siyah örtüler,/Umardım ki artık ölenler güler,/Yoksa hayatında sevmiş ölüler,/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı? – Nazım Hikmet Ran.

1919 yıllarında Heybeliada Bahriye Mektebi’nden mezun olur. Mezun olduğunda dönemin okul gemisi Hamidiye Gemisi’ne güverte stajyer subayı olarak atanır. Nazım Hikmet Ran, şiir konusundaki üstün yeteneğini 1920’de Alemdar Gazetesi’nin açtığı yarışmada, şiirde birincilik ödülünü kazanarak gösterir. 1920’de geçirdiği bir hastalık sebebiyle, 1921’de stajyer subay görevinden ayrılmak zorunda kalır.

Nazım Hikmet ailesinden, yakınlarından yurt sevgisini, özgürlüğün önemini kavramıştır. Onun merakı yalnızca şiire değildir; öykü, anı, roman, insan düşüncelerini duygularını dökebileceği bütün yazım sanatı onun ilgi alanıdır. Asıl ilgi alanı toplumsal ilişkiler ve sınıf mücadelesidir. Nazım hiç bir konuyu toplumsal ilişki ve çelişkilerden, sınıf mücadelesinden yalıtarak ele almaz. Toplumsal hayat, içinde binlerce, onbinlerce şiirin, öykünün, hikayenin cıkacağı bir derinlikte, çeşitliliktedir. Önemli olan o duyarlılıkta yaklaşabilmek, hayatı hissedebilmektir. Taranta Babu’ya yazmış olduğu mektuplarındaki şiir onun hayata bakışını özetler niteliktedir adeta:

Görmek/ işitmek/ duymak/ düşünmek/ ve konuşmak/ koşmak alabildiğine/ başı/ dolu/ başı boş/ koş-mak…/ Hehehey TARANTA – BABU/ hehehey/ yaşamak ne güzel şey/ anasını sattığımın/ yaşamak ne güzel şey…/Düşün beni/ kollarım, senin üç çocuk doğurmuş/ geniş kalçalarındayken…/Düşün sıcak…/ Düşün kara bir taşa damlıyan/ çırılçıplak/ bir su sesini…/ İstediğin yemişin/ rengini, etini, adını/düşün…/Gözdeki tadını düşün/ kıpkırmızı güneşin/ yemyeşil otun/ ve koskocaman/ masmavi bir çiçek gibi açan/ ay ışığının…/Düşün TARANTA – BABU!/ İnsanoğlunun yüreği/ kafası/ kolu/ yedi kat yerin altından/ çekip çıkarıp/ öyle ateş/ gözlü çelik allahlar yaratmış ki/ kara toprağı bir yumrukta yere serebilir,/ yılda bir veren nar/ bin verebilir./Ve dünya öyle büyük,/öyle güzel/ öyle sonsuz ki deniz kıyıları/ her gece hepimiz/ yan yana uzanıp yaldızlı kumlara/ yıldızlı suların/ türküsünü dinleyebiliriz…/Yaşamak ne güzel şey/TARANTA – BABU/ yaşamak ne güzel şey…/ Anlıyarak bir usta kitap gibi/bir sevda şarkısı gibi duyup/ bir çocuk gibi şaşarak/ YAŞAMAK…/ Yaşamak:/birer birer/ ve hep beraber/ ipekli bir kumaş dokur gibi…/ Hep bir ağızdansevinçli bir destan/ okur gibi/ YAŞAMAK..

Taa çocukluğundan yazdığı, okuduğu, duyduğu şiirlerle, şiirsel hayatla büyüyüp gelişen sevgi pasif, yerinde durağan bir sevgi değildir. Aktifdir. O yazdıklarını yaşamak isteyen, yaşayan bir şairdir. Şiiri ona sevdiren, onu mücadeleye yönlendiren şey bilinç ve sevgidir. Bilinç ve sevgidir ki o devrimci mücadeleyi seçmiş, komünizmi savunmuş içinde geldiği sınıfı reddetmiştir.

“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/ Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim!/ Bilekler kan içinde, dişler kenetli/ ayaklar çıplak/ Ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ Bu cehennem, bu cennet bizim!/ Kapansın el kapıları bir daha açılmasın/ yok edin insanın insana kulluğunu/ Bu davet bizim!/ Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ Ve bir orman gibi kardeşçesine/ Bu hasret bizim!

Nazım’ın hasreti, özlemi bellidir; kimsenin kimseye kulluk etmediği bir memleketin özlemini dile getirir. Özgürlüğü, kardeşliği bundan daha güzel anlatan bir kelime, cümle olamazdı herhalde.

Ondaki yurt sevgisi, şiirsel coşkunluk onu mucadeleye, yurt savunmasına iter, mücadeleye katılmak üzere, 1921’de Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vala Nurettin ile Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice binerek İnebolu’ya, Anadolu’ya geçerler, amacı cepheye katılmak, cephede savaşmaktır ama cepheye gönderilmez. Bunun üzerine kısa bir süre Bolu da öğretmenlik yapar, daha sonra da Eylül 1921’de Batum üzerinden Moskova’ya gider ve orada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasi bilimler ve iktisat okur.

Moskova onun için çok farklı bir yerdir, penceresi dünyaya açık olan insanın bütünüyle özgürlüğü soluyabildiği, yaşayabildiği, kendisini yeniden ve yeniden üretebildiği; dünya edebiyatıyla, şairleriyle, yazarlarıyla irtibat kurabildiği, düşüncelerini açıkça tartışabildiği, dünyanın bütün ülkelerini görebildiği yerdir. Nâzım Hikmet Temmuz 1922’de Moskova’ya gittiğinde Ekim Devrimi sonrasında başlamış olan Beyaz Rus generallerinin, toprak ağalarının başlattığı iç savaşın son aylarıdır. O sırada Nâzım Hikmet orada Türkiye Komünist Partisi üyesi olarak bulunur. Burada Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde felsefe, siyasal bilimler ve iktisat dallarından oluşan Marksist-Leninist eğitim alır. Aleksandr Puşkin, Bagritski, Mayakovski, Selvinski, İnber, Panov gibi pek çok edebiyatçının, şairin eserlerini, yazım sanatlarını tanır…

Nazım Hikmet’in o uçsuz bucaksız şiir ve edebiyatın zenginliği içinde ufku daha bir açılır. Şiirde serbest ölçüyü burada geliştirir, şiirlerinde serbest ölçüyü deneyen, serbest şiiri yazan ilk şair olduğu söylenir. Ve kendisini eleştiren eski kuşak Türk edebiyatçıları, şairleri ile tartışır. Bu konuda şöyle görüşlerini belirtir:

“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır, böyle de. Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da barıştan da inkılaptan da hayattan da ölümden de sevinçten de kederden de umuttan da umutsuzluktan da söz ediyorum. İnsana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende bütün duygularının ifadesini bulabilsin.”

Şiirleri kavganın, mücadelenin şiirleridir. Mücadeleye, proleteryaya, emekçilerin kavgasına adanmışlık vardır şiirlerinde. Nazım Hikmet bütün benliğiyle ruhuyla insanların özgür yaşaması gerektiğine, sınıf sömürüsünün ortadan kalkması gerektiğine; insanların savaşsız, sömürüsüz, barış içinde yaşamaları gerektiğine inanmıştır ve o inancın savunucusu, savaşçısı olmuştur şiirleriyle, yaşamıyla.

İlk şiir kitabi Kanunisani 1924’de yayınlandı ve Moskova’da sahnelendi. Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurucularından Mustafa Suphi ve 14 arkadaşının 28-29 Ocak 1921’de Trabzon açıklarından boğularak katledilmelerini anlatır 28 Kanunisani.

“…on beş kere açtı göğsünü,/on beş kere örtüldü./onbeşlerin hepsi/bir komünist gibi öldü”

“burjuva kemal’in omuzuna binmiş/kemal kumandanın kordonuna/kumandan kahyanın cebine inmiş/kahya adamlarının donuna/uluyorlar/hav… hav… hak… tü”

Nazım Hikmet, Mustafa Suphiler’in katliamın şiirleriyle, tiyatrolarıyla canlandırır. Yüreği öfke doludur. Bu bir sınıf öfkesi, yoldaşlık öfkesidir.

“Göğsümde 15 yara var!/Sarıldı 15 yarama/kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!/Karadeniz boğmak istiyor beni,/boğmak istiyor beni,/kanlı karanlık sular!!!/Saplandı göğsüme 15 kara saplı bıçak./Kalbim yine çarpıyor,/kalbim yine çarpacak!…”

Nâzım Hikmet, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra 1924 Aralık ayında Türkiye Komünist Partisi’nin ülke içindeki faaliyetlerine katılmak üzere tekrar yurda döner. Türkiye Komünist Partisi’nin legal yayın çalışmalarında görev alır, Aydınlık dergisine yazılar ve şiirler yazar.

1925 Mart ayında çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu aracılığıyla liberal, sosyalist her türlü muhalif kuruluşlar ve yayın organları bir bir kapatılır, birçok yazar tutuklanır. Nazım Hikmet de aranıyordur ancak bulunamaz. İstiklal Mahkemesi’nde gıyaben yargılanır, Aydınlık dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarından ve faaliyetlerinden ve gizli komünist partisi üyeliğinden 15 yıl hapsi istenince aynı yıl bir takaya binerek dönemin TKP lideri Şefik Hüsnü ile birlikte yurt dışına çıkar, TKP’nin 1926 Viyana Konferansı’na katılır ve yeniden Moskova’ya gider.

Bir başka şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü, 1927’de yurt dışına çıkışından sonra Bakü’de yayımlanır. Şiirlerindeki vurgu etkileyicidir; onun ruhundaki devrimciliği, coşkuyu, komünist bilinci apaçık göstermektedir. Daha sonraki kuşaklar da bu şiiri şiar edecek, mücadelelerindeki kararlılığı, bağlılığı, inancı bu şiir ile vurgulayacaklardır.

“Bu bir türkü:-/toprak çanaklarda/güneşi içenlerin türküsü!/Bu bir örgü:-/alev bir saç örgüsü!/kıvranıyor;/kanlı; kızıl bir meş’ale gibi yanıyor/ esmer alınlarında/bakır ayakları çıplak kahramanların!/Ben de gördüm o kahramanları,/ben de sardım o örgüyü,/ben de onlarla/güneşe giden/köprüden/geçtim/Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi./Ben de söyledim o türküyü!/Yüreğimiz topraktan aldı hızını;/altın yeleli aslanların ağzını/yırtarak/gerindik!/Sıçradık;/şimşekli rüzgâra bindik!./Kayalardan/kayalarla kopan kartallar/çırpıyor ışıkta yaldızlanan kanatlarını./Alev bilekli süvariler kamçılıyor/şaha kalkan atlarını!/Akın var/güneşe akın!/Güneşi zaptedeceğiz/güneşin zaptı yakın!/Düşmesin bizimle yola:/evinde ağlayanların/göz yaşlarını/ boynunda ağır bir/zincir/gibi taşıyanlar/Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!”

O şiirleriyle, sınıf mücadelesinin bilinçli, yılmaz bir savaşçısıdır. Mücadelesini bütün devrimci düşüncelerin yasaklandığı o koşullarda, mücadeleyi, coşku dolu şiirleriyle taçlandırır.

“Salkımsöğüt/ Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!/ Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere/ koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! /Birden bire/ kuş gibi vurulmuş gibi kanadından/ yaralı bir atlı yuvarlandı atından! /Bağırmadı,/ gidenleri geri çağırmadı, /baktı yalnız dolu gözlerle/uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!/Ah ne yazık!/Ne yazık ki ona/dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,/beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!/Nal sesleri sönüyor perde perde/atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!/Atlılar atlılar kızıl atlılar,/atları rüzgâr kanatlılar!/Atları rüzgâr kanat…/Atları rüzgâr…/Atları…/At…/Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!//Akar suyun sesi dindi./Gölgeler gölgelendi/renkler silindi./Siyah örtüler indi/mavi gözlerine,/sarktı salkım söğütler/sarı saçlarının üzerine!”

Rus devriminde önemli rol oynayan, beyaz ordulara karşı savaşan ve daha sonra da Almanya’nın işgalinde Hitler faşizmine ağır kayıplar verdiren kızıl süvariler için söylemişti Nazım bu şiir. O aynı zamanda enternasyonalist bir ruhu, bir enternosyanalist devrimci coşkuyu, komünist bilinci taşımaktadır.

Türkiye’ye Dönüş

1928’de çıkan af yasasıyla tekrar Türkiye’ye döner. Şiirleri ve yazıları nedeniyle hakkında onu aşkın dava açılmıştır. Fakat onun yılmak bilmeyen bir azmi denizler gibi yurt sevgisi vardır. Hiç bir şey Nazım’ı sınıf kavgasından koparamaz. O proletaryanın, ezilenlerin, emekçilerin şairidir. Nazım şiirlerinin çoğunu bu yıllardan sonra yazar.

Nâzım’ın, Ankara’da eski TKP yöneticilerinden 1927 Tevkifatı sonrası Kemalizm ile uzlaşmayı tercih eden ve reformist bir yolda ilerleyen Şevket Süreyya Aydemirlerle yolu ayrılmıştır. Kendisine yapılan Halkevi bünyesinde çalışma teklifini geri çevirir. Nazım Hikmet onların, reformist, kemalist tutumlarına, düşüncelerine karşı, devrimci tutum alınca arkadaşlarıyla birlikte 1932’de partiden atılır.

Bir süre görece rahat bir dönem yaşanıp ardından yine baskılar artınca Nâzım yirmiye yakın takma ad kullanarak yazmaya devam eder. Zira artık o rejimin sıkı sıkıya takip ettiği “tehlikeli bir komünist”tir. Destanlarla öne çıkan ustalık döneminin ilk kitabı sayılan Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936) Türkiye’de sağlığında yayımlanan son eseri olur. Bu tarihten 1968 yılına kadar eserlerinin Türkiye’de basım ve yayımı yasaktır. Şiirlerinde, Dersim katliamına hiç değinmemesi, yer vermemesi onun usta şair konumuna aykırı bir durumdur, bu konudaki eksikliğinde TKP çizgisinin, Sovyet devriminin izlediği çizginin etkisi olabilir. Oysa ki Aanadolu topraklarındaki kimi isyanlara değinmiştir. Şeyh Bedrettin unutulmaz bir şiirdir mesela:

“Sıcaktı./Sıcak./Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı/sıcak./Sıcaktı./Bulutlar doluydular,/bulutlar boşanacak/boşanacaktı./O, kımıldanmadan baktı,/ kayalardan/ iki gözü iki kartal gibi indi ovaya.//Orda en yumuşak, en sert/ en tutumlu, en cömert,/enseven,/ en büyük, en güzel kadın:/ TOPRAK/ nerdeyse doğuracak doğuracaktı./ Sıcaktı./ Baktı Karaburun dağlarından O/ baktı bu toprağın sonundaki ufka/ çatarak kaşlarını Kırlarda çocuk başlarını/ Kanlı gelincikler gibi koparıp/ çırılçıplak çığlıkları sürükleyip peşinde/ beş tuğlu bir yangın geliyordu karşıdan ufku sarıp./ Bu gelen/ Şehzade Murattı./Hükmü hümâyun sâdır olmuştu ki Şehzade Muradın/ ismine/ Aydın eline varıp/ Bedreddin halifesi mülhid Mustafanın başına ine./ Sıcaktı./ Bedreddin halifesi/ mülhid Mustafa baktı,/ baktı köylü Mustafa./ Baktı korkmadan/ kızmadan/ gülmeden./ Baktı dimdik/ dosdoğru./ Baktı O./ En yumuşak, en sert/ en tutumlu, en cömert,/ en/ seven,/ en büyük, en güzel kadın TOPRAK/ nerdeyse doğuracak/ doğuracaktı./ Baktı./ Bedreddin yiğitleri kayalardan ufka baktılar./ Gitgide yaklaşıyordu bu toprağın sonu/ fermanlı bir ölüm kuşunun kanatlarıyla./ Oysaki onlar bu toprağı,/ bu kayalardan bakanlar, onu,/ üzümü, inciri, narı,/ tüyleri baldan sarı,/ sütleri baldan koyu davarları,/ ince belli, aslan yeleli atlarıyla/ duvarsız ve sınırsız/ bir kardeş sofrası gibi açmıştılar./ Sıcaktı./ Baktı./ Bedreddin yiğitleri baktılar ufka…/ En yumuşak, en sert,/ en tutumlu, en cömert,/ en/ seven,/ en büyük, en güzel kadın TOPRAK/ nerdeyse doğuracak/ doğuracaktı./ Sıcaktı./ Bulutlar doluydular./ Nerdeyse tatlı bir söz gibi ilk damla düşecekti yere./ Birden/ bire/ kayalardan dökülür/ gökten yağar/ yerden biter gibi,/ bu toprağın verdiği en son eser gibi/ Bedreddin yiğitleri şehzade ordusunun karşısına/ çıktılar./Dikişsiz ak libaslı/ baş açık/ yalnayak ve yalın kılıçtılar./ Mübalâğa cenk olundu./ Aydının Türk köylüleri,/ Sakızlı Rum gemicileri/ Yahudi esnafları,/ on bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın/düşman ormanına on bin balta gibi daldı./ Bayrakları al, yeşil,/ kalkanları kakma, tolgası tunç/ saflar/ pâre pâre edildi ama,/ boşanan yağmur içinde gün inerken akşama/ on binler iki bin kaldı./ Hep bir ağızdan türkü söyleyip/hep beraber sulardan çekmek ağı,/ demiri oya gibi işleyip hep beraber,/ hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/ yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber!/ diyebilmek/ için7 on binler verdi sekiz binini..7 Yenildiler./ Yenenler, yenilenlerin/ dikişsiz, ak gömleğinde sildiler/ kılıçlarının kanını.”

O, şiirlerinde çok yönlü düşünen bir şairdir. Şiirleriyle dar ulusal sınırları aşmış, dünyanın en uzak sınırlarına, en ücra yerlerine kadar ulaşmıştır. O, bütün emekçilerin, bütün emekçi kavgaların devrim savaşlarının şairidir. Enternasyonalist bir ruhla, dünya emekçilerinin kavgalarını şirlerinde birleştirir, övgülerle, onu dünya emekçi sınıflarının, devrim mücadelesinin hanesine geçirir, dünya emekçilerinin şanlı kavgalarını şiirleştirir. Şiirlerinde, bütün dünya proletaryası, bütün emekçileri birleşmiştir. Berkeley, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Taranta Babu’ya Mektuplar, Kız Çocuğu, İspanya vs. sayısız şiirleri onun ufkunun çok geniş olduğunu; onun dünyadaki özgürlük için savaşımları izlediğini, bütün devrimci gelişmelerde heyecan duyduğunu gösterir.

29 Mart 1938 tarihinde on beş yıl ağır hapsine ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilmesine karar verilir. Ağustos ayında 1938 Donanması Davası olarak da bilinen davada da o dönem TKP’nin önde gelen isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte “donanmayı isyana teşvik” suçundan yargılanıp herhangi bir tanık veya kanıt olmamasına rağmen yirmi yıl ağır hapis cezası almıştır. İndirimlerle beraber toplam hapis cezası, 28 yıl 4 aydır.

Şiirleriyle ilgili açılan pek çok davada beraat eden Nazım, 1938’de “orduyu ve donanmayı isyana teşvik”ten tekrar tutuklanır. Kitapları yasaklanır ve bu yasaklar 1968 yılına kadar sürer. Ama onun kitapları değişik dillere çevrilerek pek çok ülkede okuyucularıyla buluşur. Nazım Hikmet’in eserleri dünya basınında konuşulur, onunla röportajlar yapılır şiirleri tercüme edilir…

Artık onun için uzun bir hapishane dönemi başlamıştır. Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde on iki sene gibi uzun bir süre kalır. Bu arada sayısız değerli şiirler yazar. “Hapishaneden Yatacak Olana Bazı Öğütler” bunlardan biridir:

“Dünyadan, memleketinden, insandan/ umudum kesik değil diye/ İpe çekilmeyip de/ Atılırsan içeriye,/ Yatarsan on yıl, on beş yıl/ Daha da yatacağından başka, ‘Sallansaydım ipin ucunda/Bir bayrak gibi keşke”/ Demiyeceksin,/ Yaşamakta /ayak direyeceksin./ Belki bahtiyarlık değildir artık,/ Boynunun borcudur fakat,/ Düşmana inat/Bir gün fazla yaşamak./ İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin,/ Kuyunun dibindeki taş gibi./ Fakat öbür tarafın/ Dünyanın kalabalığına/ Öylesine karışmalı ki,/ Sen ürpermelisin içerde,/ Dışarda kırk günlük yerde yaprak kımıldasa./ İçerde mektup beklemek,/ Yanık türküler söylemek bir de,/ Bir de gözünü tavena dikip sabahlamak/ Tatlıdır ama tehlikelidir./ Tıraştan tıraşa yüzüne bak,/ Unut yaşını/ Koru kendini bitten,/Bir de bahar akşamlarından;/ Bir de ekmeği/ Son lokmasına dek yemeği,/ Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman./ Bir de kimbilir,/ Sevdiğin kadın sevmez olur,/ Ufak bir iş deme,/ Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir,/ İçerdeki adama./ İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,/ Dağları, deryaları düşünmek iyi./ Durup dinlenmeden yazmayı,/ Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,/ Bir de ayna dökmeyi./ Yani içerde onyıl, on beş yıl,/ Daha da fazla hatta/ Geçirilmez değil,/ Geçirilir,/ Kararmasın yeter ki/ Sol memenin altındaki cevahir!”

Mapusluğunun ilerleyen yıllarında rahatsızlıklar başlar. Ayrıca yargılanması ve verilen ceza adil değildir. Daha sonra Nazım açlık grevine başlar. (Mayıs 1950) Bu çok etki yaratır, annesi Cemile Hanım, şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat da açlık grevine başlamıştır. Bununla birlikte o dönemin sayılır aydınlarını da kapsayan bir imza kampanyası başlamıştır. Adnan Adıvar, Adnan Cemgil, Adnan Saygun, Ahmet Emin Yalman, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ali Naci Karacan, Bedri Koraman, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Behice Boran, Cahit Sıtkı Tarancı, Falih Rıfkı Atay, Gazanfer Özcan, Halide Edip Adıvar, Hilmi Ziya Ülken, Mazhar Osman Uzman, Mehmet Ali Aybar, Melih Cevdet Anday, Mina Urgan, Mustafa Ekmekçi, Nadir Nadi, Neyzen Tevfik, Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Refit Halit Karay, Sabahattin Eyüboğlu, Sabiha Sertel, Vâlâ Nureddin ve Zekeriya Sertel gibi aydınlar topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye başvururlar. Yurt dışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapılır. Paris’te Tristan Tzara’nın öncülüğünde “Nâzım Hikmet’i Kurtarma ve Yapıtlarını Yayma Komitesi” kurulur; Albert Camus, Picasso, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Aragon ve Yves Montand gibi aydın ve sanatçılar bu oluşuma destek verdiler. Birleşmiş Milletler nezdinde danışma organlarından biri statüsünde olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950’de Nâzım Hikmet’in serbest bırakılması isteğiyle meclis başkanı ile milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderir. Nazım Hikmet ile ilgili kampanya o kadar büyür ki, bir de «Nâzım Hikmet» adlı bir dergi çıkarılır.

9 Mayıs’ta annesi Celile Hanım, 10 Mayıs’ta şair Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat açlık grevine başlarlar. Türkiye’deki yetkililerle görüşmek için yurt dışından temsilciler yollanır. 14 Temmuz 1950 senesinde çıkan af yasasıyla Nazım Hikmet özgürlüğüne kavuşur.

22 Kasım’da Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Paul Robeson, Wanda Jakubowska ve Pablo Neruda‘yla birlikte «Uluslararası Barış Ödülü»nü almaya hak kazandığı açıklanır. Kendisinin katılamadığı törende ödülünü Neruda alacaktır.

Özgürlüğüne kavuştuktan sonra rahat bırakılmaz, yine sıkı takipler başlamıştır, iki sefer de suikast saldırısından kurtulur. Nazım öldürüleceğini düşünür ve tekrar yurt dışına çıkar.

Nazım Hikmet yurt dışına çıktığında da mücadelesini sürdürür. Dünya Barış Konseyi’nin aktif bir üyesidir artık o aynı zamanda.

25 Temmuz 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarılır. Yurtdışında kaldığı sürelerde Nazım Hikmet Macaristan, Bulgaristan, Fransa, Mısır, Küba gibi bir çok ülkeye giderek orada konferanslar düzenler; savaş ve emparyalizme karşı düzenlenen eylemlere katılır; radyo programları yapar.

Hayatının yarısından çoğunu sürgünde ve mapushanede geçirmiş olan Nazım Hikmet sağlığından çok şey kaybetmiştir. Bir çok değerli aydında, komünistte, devrimcide olduğu gibi o da yaşamdan erken kopar.

Novodeviçi Mezarlığı’nda toprağa verilen şair, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden Türk vatandaşlığına kabul edilmiştir.

Türkiye’de şiirlerinin önemli kısmı uzun süre yasaklanır. Çok sayıda şiirleri, eserleri ölümünden sonra yayımlanır. Şiirleri elli dile çevrilmiştir. Çeşitli ödüller almıştır. Nazım Hikmet’in dünyanın en sayılır, öne çıkan şairlerinden olduğu kabul edilir.

Nazım Hikmet Ran’ın doğumunun 100. yılı dolayısıyla 2002 yılı UNESCO tarafından Nazım Yılı ilan edildi. Nazım Hikmet Türkiye emekçi sınıfının yetiştirdiği dünyanın ilk sıralarından gelen tanınmış bir şairdir. Şiirlerinin dışında, öyküler, roman anı ve tiyatro oyunları da yazmıştır. Eseri, Türkiye’nin yanı sıra Rusya, Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’da ve daha bir çok ülkede sahnelenmiştir. Nazım Hikmet’in şiirleri, Ahmet Kaya, Ruhi Su, Selda Bağcan, Edip Akbayram, Fikret Kızılok, İlhan İrem, Genco Erkan, Fazıl Say, Cem Karaca, Fuat Saka, Zülfü Livaneli ve Yunan besteci Manos Loizos, Gülden Karaböcek, Grup Yorum, İlkay Akkaya, Hümeyra, Ezginin Günlüğü gibi sanatçılar ve gruplar tarafından bestelenmiş ve seslendirilmiştir. Açıktır ki Nazım Hikmet devrim mücadelesinin tarihine geçmiş bir devrim şairdir, burjuvazi onu yok edememiştir ve asla yok edemeyecektir de.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.