POLİS DİKTATÖRLÜĞÜ

3
2556

Emperyalizme bağımlı kapitalist sistem önemli iç değişikliklerden geçerken sol bu sürece tavır almakta zorlanıyor. Yakın dönemde Türkiye’de devlet içinde adeta bir iç savaş yaşandı. Toplum tepeden tırnağa yeniden örgütlenmekte. Demokrasi kılığında neo-liberal, dinci bir polis devleti ve bir gözetim toplumu şekilleniyor. Türkiye solu bu süreçte bağımsız bir güç olarak yer alamadı. Ergenekon operasyonları devlet içindeki iç savaşın önemli
muharebeleriydi. Operasyonlar başladığnda solun bir kısmı Darbe Karşıtı Platform adıyla bir birlik oluşturmuştu. Bizim bazı arkadaşlar da bu platforma katılmışlardı. Basın generallerin askeri darbe girişimleri içinde oldukları haberlerini veriyordu. Darbe Karşıtı Platform çeşitli illerde toplantılar ve açıklamalar
yapmaktaydı. Bir süre sonra (Nisan 2007) Ömer Yazganların askeri cunta tarafından 1983 yılında idama götürülürken yazmış oldukları ve ailelerine teslim edilmeyen mektupları çeyrek asırlık bir gecikmeyle kamuoyuna yansıyacaktı. İktidar ve basın o mektupları bile istismar etti. Gerici güçler Ömerlerin mektuplarından mevcut iktidara yağ çıkarma operasyonunda acılı aileleri kullanmaya çalıştılar. Olayın acısı bir kez de darbeciliğe karşı cesur adam rollerindeki Erdoğan tarafından Anayasa oylaması sürecinde gündeme getirildi. Solda çok insan Erdoğan’ı statükoyu sorgulayan, askeri darbelerin önünü kesen insan olarak görmeye başlamıştı. Biz Odak olarak bu yaklaşımın ısrarla karşısında durduk. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan AKP’nin girdiği 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından işbaşına gelmesinden bu yana ülkemizde önemli bir değişim yaşanıyor. Değişimin başını AKP ile Gülen Cemaati çekiyor. ABD,Avrupa ve liberaller değişimi demokratikleşme olarak adlandırıyorlar. Ordu ve eski statükoyu savunanlar sürekli geri plana itilirken AKP-Gülen ittifakının arkasındaki güçler öne çıkıyor. Devlet ve toplum bu süreçte sürekli yeniden örgütleniyor. Süreci gözden geçirmek ilginç olacak.

ABD Mamulü AKP

AKP; Erbakan’ın 1990’lı yıllardahızla yükselen ve 1995’teki seçimlerde % 21.4 ile birinci gelen partisinin bölünmesiyle ortaya çıktı. 12 Eylül darbecileri solu ve Alevileri ezince geriye Türkiye’nin sivil toplumu olarak tarikatlar ve dincilik kalmıştı. Özal iktidarı döneminde tarikatlar alabildiğine gelişti. Liberallerin çok övdükleri sivilleşmenin özü budur. Olağanüstü dinamizm kazanmış olan dinciliğin önünü kesmek iddiasıyla yapılan postmodern darbenin tarihi 28 Şubat 1997 kabul edilir. O tarihte Milli Güvenlik Kurulu, Erbakan’ın başında olduğu ve 28 Haziran 1996’da kurulan Refah-yol koalisyon hükümetine irticaa karşı olduğu iddia edilen kararlar dayatmıştı. MGK’da “irtica PKK’dan daha tehlikeli” diye yeni bir konsept belirlenmişti. Generallerin açıktan hakaretlerine maruz kalan Erbakan başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı ve daha sonra açılan davada hem partisi kapatıldı (16 Ocak 1998) hem de kendisine siyaset yasağı getirildi. Erbakan’ın partisinin oylarının mevcut gidişle yüzde elliyi aşarak yüzde yetmişlere ulaşacağı saptamasını yapan dönemin generallerinin “28 Şubat bin yıl sürecek” dedikleri iddia edildi. Ancak o yöndeki hesaplar hiç tutmadı. Çünkü generallerin güç aldıkları ABD’li emperyalistler Türkiye ve Ortadoğu için daha 1990 başlarından itibaren başka şeyler düşünmeye başlamıştı. Ortadoğu’da dinin yükselişine bakan ABD islami hareketleri neo-liberalizm ile daha uyumlu hale getiren bir model yaratmak üzerinde durmaya başlamıştı. 12 Eylül ardından kurulan Özal iktidarı onlar için büyük deneyim sağlamıştı. Özal iktidarının kendi egemenlikleriyle nasıl uyum içinde olduğunu gördüler. Ne var ki, Özal’ın tabanı yoktu ve dinci hareket ile yalnızca ittifaklar kurabiliyordu. ABD dinci hareketlerin kendisine dayanmalıydı. Gülen hareketi onlar için bulunmaz fırsattı. En büyük islamcı akımlardan biri olan Nurculuğu kontrol altına alarak neo liberalizmin ve Batı’nın hizmetine vermiş olan bu hareket, emperyalizmin dünya politikasının tam anlamıyla uzantısı olarak gelişmekteydi. ABD emperyalistleri Gülen Cemaati’nin önünü açtılar. Bu durumun farkında olan askerler bir yandan Gülen ile iyi geçinmeye, onu kullanmaya ve diğer yandan da onu denetim altında tutmaya çalışıyorlardı. Gülen en büyük adımını polisi ele geçirerek atmıştı. Erbakan’ın çevresindeki yeni nesil; yerel yönetimlerdeki deneyimleri sırasında iktidar ve parayla tanıştıkça eski idealist düşüncelerinden sıyrılarak ABD ile daha yakın bir ilişkiye hazır hale gelmekteydi. Erdoğan ve arkadaşları o ekibin en önemli isimleriydiler. Erbakan ezildikçe Milli Görüş hareketi onların çevresinde toplandı. Erbakan yasaklanınca ortalık onlara kaldı. Her şey önlerinde hazırdı. Onlara parti kurup seçimleri beklemek kalıyordu. Tek engel Ecevit önderliğindeki koalisyon hükümeti idi. Irak’ı işgal etmek için büyük hazırlık yapmış olan ABD yönetimi türlü entrikalarla Ecevit’in partisini böldü ve koalisyon hükümetini dağıttı. Çünkü Ecevit Irak’ın işgaline olumlu bakmıyordu. AKP’nin iktidara getirilmesi operasyonu, geleneksel egemen güçleri büyük bir karışıklığın içine soktu. ABD emperyalistleri 12 Eylül darbesiyle kurulan düzene Özal’ı katmıştı. Bu kez de 28 Şubat rejiminin kurduğu düzene Erdoğan eklemlenmişti. Erdoğan ve Gülen iktidarı; Kemalizm adı verilen düzene Huntington’un Medeniyetler Çatışması kitabında tarif edildiği şekilde bir son vermek istiyorlardı. Statükonun sürdürülmesi olanaksız görünüyordu. Düzeni sürdürmek için bir yol askeri müdahale idi ama ABD’nin; hiçbir askeri müdahaleye izin vermeyeceği çok açıktı. Ordunun başına sıkı Amerikancı ve dinci bir general olarak bilinen Özkök getirilmişti. Özkök’ün çalışma arkadaşları olan kuvvet ve ordu komutanları ise AKP’den rahatsızlardı. Yasalar onları mevcut düzeni korumakla yükümlü kılıyordu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ergenekon Davası Görevleri mevcut düzeni korumak ve kollamak olan generallerin Hükümet aleyhine davranmaları değil davranmamaları suç kabul edilebilirdi. Çünkü Hükümet Türkiye’deki mevcut laikliği ortadan kaldırmak için yani illegal amaçlarla işbaşına gelmiş ve devletin gücünü ve olanaklarını kurulu düzene karşı gizli metotlar temelinde kullanarak karşıtlarını tasfiye etmekteydi. Generallerin Hükümet aleyhine davranmaları için Ergenekon gibi bir örgüte üye olmaları gerekmiyordu. Hürriyet yazarlarından Hadi Uluengin müstafi genelkurmay başkanı Koşaner’in ifadelerinden aktardığı gibi askerler kurulu düzeni savunmak için vardı. Mesele iç Hizmet Kanunu’nun 35nci Maddesi ile sınırlı görülemez. Hatta onların sadece okulda alıştıkları Harbiye Marşı’nı inanarak söylemiş olmaları dahi yeterliydi: Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız, Tufanları gösteren, tarihlerin yadıyız, Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti, Cehennemler kudursa, ölmez nigahbanıyız. Savaşçı ve yaman bir ırktan geliyoruz, büyük tarihsel süreçlerden geçerek ve muazzam bedeller ödeyerek kendimize çok uygun bir rejim kurduk, isterse cehennemler kudursun, onu savunacağız, ifadeleri.

Ancak yaşananlar askerlerin o marşı, yeminleri ve benzeri söylemleri ciddiye almadıklarını gösterdi. Generaller kurulu düzeni “cebren ve hile ile” değiştirmekte olan AKP Hükümeti karşısında direnemedikleri gibi zaman zaman direnecekmiş gibi şov yaparak kendilerini ezdirdiler. Geçmişte Demirel ve Erbakan karşısında aslan kesilen generallerin Erdoğan karşısında bu duruma düşmelerinin sebebi, yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ABD’dir. Onların “Atatürkçülükleri ve laiklikleri” ABD’ye karşı çıkmaya cesaret etmelerine yetmedi. Ergenekon operasyonları tepeden inmeci laik düzeni yukarıdan aşağya tasfiye etmek için yapılmıştır. ABD emperyalistleri operasyonların arkasında yer aldılar. Operasyon devletin tepesinde kurulan, polise, cemaatlere ve ABD’ye bağlı çalışan illegal bir örgütlenme tarafından yapıldı. Ordu üst yönetimi ise bu operasyonlara en azından destek vermişti. Türkiye’de 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri ABD’nin onayı ile yapıldı. AKP iktidarına karşı bir askeri darbenin ise koşulları yoktu, çünkü ABD net bir şekilde Erdoğan’ın arkasında duruyordu. Dolayısıyla Ayışığ, Sarıkız, Balyoz gibi darbe iddiaları olsa olsa zemin yoklama çabalarıdır. Zaten özellikle Balyoz iddianamesinin çelişkilerle ve sahte belgelerle dolu olduğu dışbasına bile yansımış bulunuyo r ( h t t p : / / w w w . h u r r i y e t . c o m . t r / g u n dem/18478731.aspgid=381).

Askerlerin yeminlerine bağlı kalamadıklarını söylemek daha doğru olur. Amerika’dan işaret alamadıkları için cesaret dahi edemediler. Sadece ileride suçlanmalarını kolaylaştıracak içi boş gösteriler yapabildiler. Askerler mevcut düzeni darbe ile koruyamayacaklarını anlayınca onlar da statükoyu sarsacakbir sivil hareket yaratma yoluna girdiler. Atatürkçü Düşünce dernekleri bu çabalarda dikkat çekmekteydi. Bu hareket AKP iktidarından tedirgin olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi Kemalist demokrat denebilecek çevreleri ve Alevi kitlesini etkileyerek büyük bir kitle gücü yarattı. Cumhuriyet mitingleri adı altında milyonların katıldığı eylemler düzenledi. Susurluk skandalında adı kontrgerilla lideri olarak geçen Veli Küçük ile orducu zihniyete yakın Perinçek çevresi de bu hareketin içindeydiler. Statükoyu savunan ordu üst yönetimi ise AKP’nin yanında yer aldı. Mitingleri düzenleyen çevre ise daha ileriye gidemediği gibi aralarındaki çelişkilerin artmasını engelleyemedi. AKP zaten saldırmak için bahane arıyordu. Hükümetin en azından bilgisi dahilinde işlendiği açık olan Hrant Dink cinayeti ve benzeri saldırılar koz olarak kullanıldı ve Cumhuriyet mitingleri ile gelişen hareket hem kriminalize edildi hem de terörist olarak damgalandı. Hükümet özel yetkili mahkeme kurdurarak sivil hareketin başındaki muhalifleri darbecilikten yargılamaya başladı. Ergenekon Davası aslında sivil hareketi tasfiye etmek ve özellikle devleti yeniden örgütlemek için açıldı. Bu süreç öyle gelişiyor ki, daha önce Cumhuriyet mitinglerine karşı çıkmış olan generaller ve subaylar bile şimdi hükümete karşı yasa dışı tertip içine girmekle suçlanıyorlar. AKP ve Gülen Cemaati ittifakı onları birbirine karşı kullanarak ezdi.

Yeni Düzen

Türkiye uzun yıllar ordu devleti idi, şimdi artık polis ve cemaat devleti haline geldi. Sürecin arkasında ABD ile AB var. Toplum mühendisi kafalı Batılı ülkeler Büyük (ya da Genişletilmiş) Ortadoğu denen bölge için öngördükleri Ilımlı islam operasyonunu ilkin Türkiye’de yaptılar. AKP ile Gülen Cemaati’nin işbaşına gelmesi, bir hükümet darbesidir. Bu güçler; basını ve yargıyı da denetimleri altına aldılar. Türkiye’de yaprak kımıldasa haber alacak sıkılıkta bir polis gözetimi düzeni kurdular. Basında aleyhlerine yazan gazetecileri işlerinden kovdurttular. Ergenekon duruşmalarında, Erzincan, Deniz Feneri ve KCK davalarında gözlendiği gibi yargıyı sıkı denetim altında bulundurmaktalar. Herkes gözetim altında. Herkes dinleniyor. Herkes her an uygunsuz bir durumda ya da o duruma sokularak internetten teşhir edilebilir, ya da uydurma gerekçelerle içeri atılabilir ve hükümetin emriyle davranan mahkelemelerde yargılanabilir.

Eski rejim orduya emanetti, şimdiki ise polise. Başbakan ileri demokrasi adını taktığı yeni rejimi polise emanet ettiğini açıkladı. Demokratikleşme ve sivilleşme denen süreç Sorosçu bir nitelik taşıyor. Sürecin özü polis gözetimi ve dincileşmedir. Eskiden Türkiye’nin “en önemli ihraç maddesi”nin ordusu (Soros) olduğu söylenirdi. Şimdi bu listede polisi de yerini aldı. Polis, ABD tarafından desteklenen cemaatin yardımıyla ordu üzerinde sıkı bir denetim kurdu ve onu yeni düzene uydurdu. Göründüğü kadarıyla ordu; geçmişte cemaatçi kurumlaşma için hallaç pamuğu gibi atılmış olan polis teşkilatı ile (Bakınız Haliçte Yaşayan Simonlar, Hanefi Avcı; imamın Ordusu, Ahmet fiık) benzeri bir süreçten geçiyor. Onlarca muazzaf general içeri tıkıldı. Silivri’de tutuklu olan muazzaf üst düzey subay sayısının orta boy bir ordunun komuta kademesini oluşturmaya yettiği söyleniyor. Yükselmesine kesin gözüyle bakı lan başkaca bazı üst rütbeli subaylar da şantaj kuşkusu yaratacak şekilde emekliliklerini istemişlerdi. Hükümet tutuklamaları ordudaki terfileri kontrol etmek için bir araç olarak kullanıyor.


 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş
Önceki İçerikMİHRİ BELLİ
Sonraki İçerikVAN’DA İNSANLIK SUÇU

3 YORUMLAR

  1. AVRUPA VE ENTEGRASYON
     
    Avrupa kapıları açılınca, Anadolu’da, boy-aşiret-kabile sosyo-kültürel aşamasını aşamamış milyonlarca insan direkmen Avrupa’ya yöneldi. Büyük kitleler, Türkiye’ de yükselmeye başlayan ırkçı – dinci ideolojilerin yörüngesinde, bir yerleri talan ve yağmaya gidiyormuş gibi, hiç bir kural ve kaide tanımadan Avrupa’ ya akın etmeye başladılar. Orada yüzyıllar boyunca nice emek ve alın terleri ile kazanılmış haklara tepeden konan ve aynı zamanda da bu hakların yokedilmesinde yeni bir dönemin açılmasına yol açan bu kitleler, kanunlardaki açıklardan yararlanarak, soy-soplarını son ferdine kadar beraberlerinde sürükleyerek, 1000 yıl önce Anadolu’ya akın eden atalarının yaptıklarına benzer bir durumun ortaya çıkmasını sağladılar.
    Anadolu’yu Müslümanlaştıran çöl ve step kabilelerinin sosyo-piskolojik yapısının nüveleri burada kendisini yeniden gösteriyordu. Aile kurma veya birleşimi adına soy sop evliliği yapılıyor, bebekler daha ana karnında iken kuzen ve yeğenlerle ‘evlendiriliyordu’, azami bir kitleyi sürüklemek için insanlar tekrar tekrar evlendirilip, boşandırılıyor, kadınlar oturum almak için, birer kağıt parçası olarak kullanıldıktan sonra, ödenek, din vatan uğruna fedekarlık adına susturulup sokağa atılıyordu. Ama tam hızlada her sene bir çocuk yapılıyor ve bunlar tarikat ve cemaatlere birer hediye olarak teslim ediliyordu. Tarihteki aşiret- klan- boy yapılanmasının Anadolu’dan alınıp, Avrupa’nın göbeğine yerleştirilmesi işte böylece bir gerçek oluyordu.
    Kan bağlarının temel rol oynadığı kapalı sülale evlilikleri ile çoğalan bu kitle içerisinde görülen olağanüstü derecedeki uyumsuzluk, şizofrenik hastalıklar, doğan çocuklarda ki aşırı agresyon, biyolojik çarpıklıklar, zeka derecesindeki feci düşüşün temellerinde, yalnızca dış faktör değil, aynı zamanda, aile zorlamaları ile gerçekleşen bu yakın kan eviliklerinin yol açtığı genetik deformasyon da önemli bir faktör olarak kendini gösteriyordu. Böylesine bir temel üzerinde yükselen bir kitle, yalnızca Avrupalılarla değil, Çin’liler, Avrupa’ ya gelmiş İranlılar, Kore’liler veya şili’ lerle de entegrasyon problemi yaşıyor!!…

    Bu kitlenin sosyo-piskolojik yapısı 1400 yıl evelki Arap aşiretlerinin durumundan hiçte ileri değil:
    Halife Ömer peygamber Muhamet’in kızının kızını alarak, hem de 60 yaşında ve 12-13 yaşında bir kızı alarak o dönemin aşiret kültürüne uyuyordu. Ebebekir’in kızı Muhammed’e, Muhammed’in kızı Osman’a, Ömer’in kızı Muhammed’e, Muhammed’in kızı Ali’ye, Ali’nin kızı Ömer’e vs. vs. İşte bu cümbüş yapı Anadolu’ dan Avrupaya hala akın etmeye devam eden, aynı yolda ilerleyen kitlenin de esas karakteristiğidir. Muhamet döneminde Arap aşiretleri bu taktikle ultim bir nüfus patlaması yaparak 22 yıl içerisinde 30 dan fazla ülkeyi ele geçirdiler. Bu taktik Orta Asya siteplerinden akıp gelen Müslümanlaşmış boyların, Anadolu topraklarını ele geçirmeleri sürecinde de temel bir rol oynadı.
    R. T. Erdoğan, şimdiki hedefimiz 2071 şifresi ile, Avrupa göbeğinde betonlaşmış, aynı ideolojik- politik yapıya sahip tarikat ve tekkelerin denetimindeki klan-soy-sop topluluklarının önüne, bilinen hedefi yeniden koyuyordu.
    Kendilerini kıskaç altında tutan, onların potansiyellerini negatif yönde değerlendiren örgütlenmelerden kurtulamayan insanların baş sorunu kuşkusuz işte kendilerinin yarattığı bu uyum(entegrasyon)sorunudur. Bu sorunun içinde, davranış kalıplarındaki anormallikler, sosyalleşme sorunları, duygusal savrulmalar, yalnızlık ve itilmişlik duygusuna kapılma, ebeveyinlerden devralınan kabile-aşiret kültürel varlığının parçalandığını düşünme önemli içsel sorunlardır. Kısacası uyum sorunu içseldir.
    Yağmacı talancı Osmanlı güruhu bu aşiret klan boylarını gurbet denilen alanda da yakaladı…Askerlik parası, vize parası, ayakbastı parası ve dini hizmetler adına bilinen haraçlar konuldu. Göçmen işçi kitlesine Avrupa’ da doğan erkek çocukları için askerlik parası adı altında binlerce Mark ödeme zorunluluğu getirildi. Dini hizmetler adına bilinçsiz kitle kandırılıyor, imamların 2. maaşları bile bunlara ödetiriliyor, Tekke ve cemaatler devlet desteğinde Avrupa’da cirit atıyor, memleketini terkedenleri geldikleri yerde de rahat bırakmıyorlar. Kapalı kafes toplumu hallerinde, çanak antenlerle önlerine konulanların dışına çıkmayan kitle, 2 vatan oyunu oynuyor, ama bunların hiçbirinde yaşamıyor. Mekke’ ye Hac hizmeti adına Suudi Arabistan’ ı kendi vatanı olarak görüyor ve kişi başına en az 15 000 Dollar ayırıyor. Geldikleri Türkiye veya bir Arap ülkesini de kendi vatanları olarak görüyor ve oraya da askerlik görevi, vatan görevi adına, her genç başına 10 000 Euro ayırıyor. işin garibi ise gövdelerinin durduğu yere vatan değil, kafir’in gurbeti’ diyorlar. Avrupa’ da yaşayan bu Müslüman nüfusun %97 si yaşadıkları, oturdukları yere ‘vatanım’ demiyor. Avrupa’ da oturan ama ruhen başka yerlerde olan bu ucube insan tipi tarihte üniktir. “Ecdadımız” deyip, sadece kafa kesip fetih yapmış bir padişah tasavvuruna sahip cahil kitle, o padişahların kafa/kol kesen Ortaçağını yansıtan filmler dışında hiç bir kültür ve yaşam biçimine yanaşmıyor…
    Herkesi Müslüman ve Türk yapmayı ana hedef seçen binlerce organizasyon Özal_Evren Türk İslam sentezi çizgisine bağlı olarak uluslararası örgütlerle beraber hakimiyet altına alıyor ve onları uyumsuzluğa sürükleyerek kendi amaçları doğrultusunda kullanılıyordu…Din kardeşiyiz’ kandırmacasıyla insanların dini hassasiyetlerini sömürüp,dini bütün bir yaşam tarzına sahip Irkçı bir İslam dairesinin dışına çıkmayacak kitlenin çoğaltılması, başta Türk İslam kavramı olmak üzere, ırkçılığı veya kavmiyetçiliğin, göçenlerin doğal kültürünün önüne geçirilmesinin amacı budur işte. 

    Avrupa’ nın hemen hmen her şehri çanak Televizyon antenleri ile donatılıp, cahil kitlenin saçma sapan mafya dizileri ve sahte medyanın dezenformasyonu dışında herhangi bir bilgi kaynağına ulaşmasının önüne geçiliyordu… Yeni doğan çocuğa türbanı hazır tutuluyor, bebeklere ilk öğretilen kelime ‘ pis gavur’, düşman ‘ kafir’ oluyordu…Eğitimsiz cahil kitle, kendisi ahırda ki hayvan muamelesi ile yetiştirildiğinden dolayı, kendi çocuğunu da aynı hayvan muamelesi ile yetiştiriyordu. Günde bir kaç defa ‘ sıpa’ ve diğer hayvan adlarını duyan çocuklar bu kadar kötü bir eğitim ve terbiyenin etkisinde, Avrupa hapishanelerinin sabit birer müşterisi olamaktan öteye gidemiyorlardı. Bu dönemde suç nisbetinde ve çeşitlerinde değişiklik ve artma başladı. Avrupa hapşshaneleri Türk Müslüman gençlerle dolmaya başladı. O zamana kadar ekseri adam öldürme, dövme ve hakaret gibi ihtiras suçlarına rastlanırken, bu defa namus cinayetleri, hırsızlık, gasp, eşkıyalık, kalpazanlık suçları ekseriyet kazandı. Politik İslam, herzamanki gibi, şimdide suç işlemeye yatkın kitleyle başarıya ulaşacağını iyi biliyor ve kriminal unsurlardan binlerce kişiyi etrafına topluyordu.
    Şimdilerde anti Avrupai, dinci ırkçı bir yapının altyapısınin başarılı bir şekilde inşa edildiğini görüyoruz. Tarikatların cirosu milyarlarla ölçülüyor. Her tarafa büyük camiler kurulmuş, militan kadrolar her kuruma sızarak büyük güç toplamış, gövdesi Avrupa’da, aklı ruhu Türkiye, Pakistan veya Arap çöllerinde olan 50 milyonun üzerinde Müslüman bir kitle bir araya getirilerek, entegrasyon değil, dezentegrasyonun hızı artırılmıştır.
    Din, iman katarak iyice zehirlenmiş bir Arapçı, Türk ırkçılığını yaymakla Avrupa Birliğine entegre olunamaz. Bunlar ancak, ondan ne kadar uzaklaşabileceğinin ispatları olabilirler.! Benzerliklerini, ortaklıklarını değil de, misafir olunan yerde yaşayan insanları korkutan ucube, tehlike olmanın yollarını aramakla oraya entegre olunamaz.
    Devlet politikalarından hedeflenen, yağma talancı hükümetlerin siyaset edindikleri “kolonileşme”, yi teşvik eden, “Avrupa İslamı, Türklüğü”ne oynayan, her türlü toplumsal gelişmeyi köstekleyen ve post modern sultanlığa oynayan, hırs şöhret peşindeki yeni din mafyasının güvenlik siyasetine hizmet eden bu imamlar ordusu- Diyanetin 90 000 civarındaki devasa kadrosu ve de gönüllüce cemaat ve tarikatlara katılan yüzbinlerce militan-, esasında Türkiyenin kuyusunu kazan, onun AB üyeliğini tümden dinamitleyen en büyük faktördür. Müslümanların kanserleşmiş ebedi yayılma ihtiyacını karşılamaktan başka bir şey yapmayan bu imamlar ordusu, entegrasyon değil, yakıp yıkma ve yağmalamanın peşindedir.
     
    Sevgi ve Saygılarla
    Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey

    Esin Duran, N. Gök,
    Sezer Aşkın,
    Melahat Baykara,
    Uğur Demir
    Bedri Engin,
    Selma Altuntaş,
    Filiz Serin,
    Vedat Koçak,
    Salih Birdal,
    Mustafa Gur,
    Hasan Zafer
    Bahar Ünsal
    Osman Bahar
    Ayse bahar
    Metin Maslak
    H. Maslak
    Dilek Solak
    zeynep içkaya
    Sevda maslak
    Sercan Gezmiş
    İpek Doğan
    Nazım Doğan
    Murat Doğan
    esin erkan
    Beyhan erdem
    n. erdem
    İsmail Deniz
    Ayten BARAK
    Ugur Birdal
    Ahmet Tan
    Yıldırım Kongar
    Selma Kongar
    Birol Aytekin
    Hatice Gül
    Ibrahim Erkin
    Kemal erdem
    Rıza Akdemir
    Mehmet Coskun
    Hüseyin demir
    fethi killi
    Yeliz Ender
    Mustafa Ender
    Ugur Basak
    Kemal Dektaş
    Ayten Ilkdal
    Nuri Aktanır
    Metin Koc
    Sevgi Ender
    Burhan Kulakçı
    Oğuz Duran
    Burcu Kanter
    Aysel kanter
    Erol kanter
    Layla SOLGUN
    Orkun Keskin
    T. Vural
    Oğuz şen
    Nur Şen
    Ismail çaykara
    Burhan Orkal
    D. Kahan
    Seher Yıldız
    Esra akkaya
    Mehmet Uzan
    Yeliz IŞIK
    Seyhan İlknur
    Osman Çekiç
    esma yıldız
    Murat Çetindal
    Ali OkyarMusa Tekin
    Aslı Birdal
    Nazmi Doğan
    İnci Gür
    Mürsel Bozkır
    Zeynep Şengül
    Gülcan Iğsız

    http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi

  2. R. T. Erdoğan’ın büyük sürü ideolojisi.
     
    Muhamed’in 1400 sene evel Arap Bedevilerine dayattığı demografik çoğalma yöntemini dayatan Erdoğan tek lider olma yolunda ilerliyor.
    Konya mitinginde, “1071 Anadolu’ya hükmümüz, 2071 Cihana hükmümüz“, diye pankartlar asıp, sloganlar atan Erdoğanland sürüsü, Türkiye’yi yeni maceralara sürükleme yolunda!
    Çoğalın, çoğalın her ne pahasına olursa olsun çoğalın, herşey mubahtır diye bas bas bağıran AKP yönetimi, Türkiye’ yi fare deney laboratuvarına çevirdi.

    ”R.T ERDOĞAN GENÇLERE 2071 NESLİNİ YETİŞTİRME ÇAĞRISINI YİNELEDİ

    Erdoğan, ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler 2071’i göremeyebiliriz, gençler sizlere sesleniyorum. Özellikle bekar olanlarınıza sesleniyorum. Evleneceksiniz, inşallah 1071’in neslini siz yetiştireceksiniz. Ama öyle bir şuurla yetiştireceksiniz ki onlar bu ülkenin yerini ilk 10’un içerisinde farklı bir yere taşıyacaklar. Çünkü biz farklı ufukların insanlarıyız her gittiğim yerde onun için en az 3 çocuk diyorum. Çünkü genç yetiştirilmiş, dinamik bir nesli biz yetiştireceğiz. Bunu ihmal etmeyelim. Eğer bugün 444 kod numarasıyla yeni bir dönem başladıysa bunu iyi hesap ediniz. —Kaynak: dindiyanet.—
    Ortalığı çalak çocukla doldurarak çoğunluk sağlamak isteyen Erdoğan’ın Konya mitinginde, “1071 de Anadolu hükümranlığı, 2071 cihan hakimiyeti” diye sloganlar atıldı ve pankartlar taşındı. Büyük sürü yeniden büyük felaketler peşinde…! Tek lider, tek ırk, tek din’ e oynayan Erdoğan devamla, ‘İşte 326 tane milletvekiliniz var, 326 milletvekiliyle gene mi bahane’ diyorlar. Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor…”, diyerek niyetini de iyice belli etti.
    İstanbul’da padişahların kurduklarından daha büyük cami kurmak, başkanlık sistemi ve akabinde tek liderlik, Muhamed’in 1400 sene evel Arap Bedevilerine dayattığı demografik çoğalma yöntemini dayatmak, aşırı hızla çoğalacak kalabalıklara Wahhabiler’ in fetih ve ganimet hedeflerini aşılayacak tarikat ve cemaatleri güçlendirerek çığ gibi büyüyen bu kitleler üzerinde politik ve psikolojik alanlarda tam kontrol sağlamak, işte 2013 Türkiyesinden yeni manzaralar…
    Osmanlı’nın kaldığı yerden tam hızla devam, hem de en büyük minareleri dikenin kaldığı yerden devam. Muhamet, kız çocuklarını öldüren bedevi ve Wahhabiler’in önlerine yeni hedefler koymuştu. Ayetler indirtti ve kuma gömüp öldürme yerine, onları tam hızla çalışan Arap üreticisi fabrikalara çevirerek gerekli silahlı güçlerin oluşumunu sağladı. Her Arap Müslüman erkek birden fazla kadına sahip olma hakkını Allah’tan alıyordu. Muhamet poligami yöntemini uygulayarak hem Arap’ların hayvansal duygularına sesleniyor hemde bu yolla olağanüstü derecede büyüyen Arap nüfusunu komşu ülkelere yönlendirerek kısa zamanda dünyanın o dönemki en büyük 2 gücünü tehdit etmeye başlıyordu. Politik taktik tutmuştu. Çölde dolaşan, dünyadan tamamıyla kopuk yabani Bedevi kabileleri bugün Erdoğan’ ın da savunduğu ve uygulamaya koyduğu yöntemler sayesinde büyük bir hızla Bizans ve Pers imparatorluklarının sınırlarını aşarak Anadolu’ya ulaşıyorlardı. İşte bu çoğalmak, çoğalmak, tavşanlar gibi çoğalmak, kutsal artış ve sayıyla hakimiyet kurmak, ilk olarak Erdoğan tarafından kodlanmamış, bunun Medine kodlaması Arap Muhamet’ e aittir. Bu şekilde ekspononşiel olarak çoğalan Arap nüfusu kısacık bir zaman dilimi içinde 30 ülkeyi din iman adına ele geçirdi.
    AKP usulü yöntemlerle çoğaltılmaya çalışılan deney hayvanları (laboratuar fareleri) gözüyle bakılan sürüler demek ki bu fetih ve yağmalar için gereklidirler. İnsanın aklına takılabilir, neden bu kadar insan bu kadar önemli?. Erdoğan tayfası bu insanların sadece varlığını istiyor ama, nasıl olmaları onlar için asla sorun değil! Her sene bir Erdoğan doğuracak kadınlar bu insanları nasıl eğitecek? Cahil cuhul insanlar, uyumsuz, kriminal kalitesiz unsurların yarattıkları imago yetmiyormuş sanki, bu defa da virus usulü çoğalma devletin resmi ideolojisi oldu…! Dünyanın dört bir yanına işçi veya göçmen diye sürülecek olan bu deney farelerini çekici kılan bir çok sebep var. Müslümanlığın yağma ve talan hareketlerini genişletmek ve dünyanın bütün özgür halklarını baskı ve terör altına almaktır amaç. Sevimli Erdoğancıklar biyolojik olarak da oldukça çekici bir yapıya sahipler-Erdoğan’ın her lafında genç nüfus diye yutturmaya çalıştığı dejenere unsurlar–, islamist Türk modeli olarak kullanılmaya en uygun mücahitler olacaklardır.
    Bütün bunlar, ekonomiyi korumak için(miş). demekki kobaylık? Aramızda bazıları fare olmalı ki, ırkımız dinimiz ayakta kalabilsin!
    Erdoğan Bosna’da: “Herhalde bundan dolayı gücenmezsiniz… Bosna Hersek’in nüfus artış hızı çok düşük. Bu bakımdan hocalarımızın da desteğine ihtiyacımız var. Ben Türkiye’de ‘3 çocuk’ diyorum ama burada en az 5 çocuk olması lazım. ” kaynak: –Hürriyet gazetesi—
    Bir ülke insanının ‘gönüllük şartıyla bile olsa’ laboratuar faresi muamelesi görmesine nasıl izin verilir? Doğrusu buna akıl erdirmek mümkün değil!
    ”Başbakan Erdoğan, İstanbul’da katıldığı bir konferansta ilginç açıklamalarda bulundu. ‘Eşim dört çocuğumuzun bezlerini elinde yıkayarak büyüttü. Şimdi iş çok daha kolay. Çamaşır makineleri var. 5 çocuk bile olur” dedi. kaynak: RADİKAL—
    AKP ve diğer Türk İslam sentezcilerinin yapmaları gereken tek şey varsa o da hemen Himler gibi özel bir laboratuvar kurup orada aşırı hızla Türk, Arap ve Müslüman üretmektir. Bu kadar bağırma, çaba ve eziyete ne gerek var?
    AKP, sadece İslamist bir parti değil aynı zamanda yayılmacılığa soyunan ırkçı bir partidir. AKP, Hanefi mezhepli Sunni İslam diktatörlüğüdür. AKP, neo Osmanlıcı, yayılmacı, İslamist hegemonya hedefinde tehlikeli bir oluşumdur. AKP, cami avlusundan yükselip devlet olanaklarını ele geçiren tarikat ve cemaatlerin partisidir. AKP, Baas Partisin’den daha katliamcı, Molla rejiminden daha geri bir rejimdir. Nato’nun ikinci büyük ordusu yine Nato’nun silahlarıyla her gün köy ve kasabaları bombalıyor, Filistinli kardeşi için İsrail’e savaş açmayı düşünen, Türkiyede özgürlüğün kırıntısını bile çok gören siyaset güdüyor. Cami avlusundan sivil düşünce çıkmaz. Cami avlusundan demokrasi hiç çıkmaz. Cami avlusundan iktidar olanlar ne yapmış bakınız. Yırtık ayakkabı ile cami avlusundan siyasete giren Erdoğan kısa sürede Karun kadar zengin oldu. Yetmedi, oğlu, kızı, damadı, velhasıl hanımına selam verip elpençe divan duran herkes zengin oldu. Daha doğrusu, devletin milli hasılasını kendisi gibi düşünenlere peşkeş çektirdi. Türk islam sentezi doktirinien bağlı olarak üretilen kimliksiz, niteliksiz insan tipinin doğuşunda, tarihsel sosyal faktörlerin yanında işte bu Erdoğan tipi insanların büyük rollleri vardır. Kalpazanından işkencecisine hertürlü suç işleyeni bu ideolojinin arkasına sığınıyor. Terör, yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik, adam kayırma, fuhuş, ahlaksızlık, cinayetler, yalan ve talanı maskelemek için kullanılan ırkçı Vahhabici Türk İslam ideolojisinin büyük sürüsü, büyük felaketlerin habercisi olmaktan daha ileriye gidemez.
    Türkiye’de yaşanan ağır beyin yıkama, kitlelerin zorla Müslümanlaştırılmasına bağlı olarak ortaya çıkan derin kimlik bunalımının yolaçtığı derin hasar her alanda görülmeye devam ediliyor. Böyle çarpık bir ”kimliğin” ortaya çıkmasında çeşitli faktörler vardır. Bunların başında çağdışı devlet doktirini geliyor. Günümüzde nicelik değil, nitelik önemlidir. Kalitesiz nüfus patlamaları çağı çoktan geçmesine rağmen, Türkiye yöneticileri eski kabile, cemaat, tarikat, aşiret kafa yapısından kurtulamadıkları için kuru kalabalığa tapmaya devam ediyorlar.
    Avrupa’ da, sayısal olarak 100 000 ü geçkin göçmeni olan 59 ülke var, resmi rakamlara bakılarak bu sayının altında olanları bir tarafa bırakırsak, Türkiye kendi insanını göçebeliğe sürüklemede hala baş sırada. Ekonomi iyiye gidiyorsa, etkisini en çok bu alanda göstermesi gerekmiyor mu?. Avrupa’ ya en fazla göçmen vermiş olan Türkiye, entegrasyon alanında ise en arkada! Bırakalım, Alman, İngiliz, veya Çinliyi, Japonlar bile negatif Türk imagosuna sahip olmaya başladı.
    Osmanlı’dan devralınan, parazit yaşama, başkasında olana el koyma, tembellik, sahtekarlık, çalıp çırpma kültürü, en bariz şekliyle, Avrupa’ya kadar sürüklenmiş insanlara konulan zorunlu haraçlarda görmekteyiz. Hem doğduğu yerden göçe yolaçan bir sistemde direteceksin hem de gittiği yerde onu rahat bırakmayacaksın! Hiç bir ülke kendi toprakları dışında doğan çocukları, ”zorunlu vatan görevi, zorunlu askerlik” adı altında baskı altına alıp binlerce Euroluk bir soyguna tabi tutmuyor. Yurtdışında doğan, Türkçe’ yi bilmeyen 4. kuşak Türk çocuklarının çocuklarını bile 10 000 Euro ile haraca bağlayan Erdoğanland mafyası, vatan görevi, her erkek “Türk’ ün kutsal hizmeti”, ”yapmazsan kız vermezler”, diye lanse ettiği militarist terörcü doktirinini terk etmiyor. Türk Devleti’ne göre “Bedelli Askerlik” uygulaması “sunulan hizmet”tir ve Türkiye’li göçmenlerin, askerlik süresi yüzünden oturum statüleri ve işlerinin tehlikeye girmemesini sağlar!. Resmen tehdit var. Her ne kadar anaerkil bir kavramla “anavatan” için denilse de burada söz konusu olan asıl mesele, “Yurtdışı Türkleri”nin kelle parasıdır. Gerçekte bu “hizmet” kendi Vatandaşlarına karşı savaş için askeri bütçeye kaynak gasbıdır. Avrupa alanında yaklaşık 140 ülkeden göçmenler yaşıyor. Bunlardan yalnızca Türkiye orada doğanları sonsuza kadar böylesine bir haraca bağlıyor. Hiç bir ülke kendi toprakları dışında doğan çocukları, ”zorunlu vatan görevi, zorunlu askerlik” adı altında baskı altına alıp binlerce euroluk bir soyguna tabi tutmuyor. Bu noktada bir daha ispatlanıyor ki Türkiye, askeri ile, dini ile ve genel olarak bütün kültürü ile çok gerilere saplanıp kalmıştır. Bu nedenledir ki de hiç bir topluma entegre olamıyor, Türk kelimesi, türk imajinasyonu o kadar negatifse, bunun objektif nedenleri vardır! Japon’ yalı bir insanda bile bu imaj varsa bunun kökten irdelenmesinde yarar vardır.Bu noktada bir daha ispatlanıyor ki Türkiye, askeri ile, dini ile ve genel olarak bütün bir kültürü ile çok gerilere saplanıp kalmıştır. Bu nedenledir ki hiç bir topluma entegre olamıyor. Türk kelimesi, Türk imajinasyonu bu kadar negatifse, bunun objektif nedenleri vardır! Japon’yalı, Etiyopya’ lı, Güney afrika’ lı bir insanda bile bu imaj varsa bunun kökten irdelenmesinde yarar vardır. Yoksa eski Osmanlı- Hiristiyan savaşlarından bahaneler aramakla hiç bir sorun çözülemez. Kaldı ki Avrupalı bu savaşları artık unutmuş, onların üstünden ne sular akmış!
    Şimdiye kadar bütün suç Avrupalılarda aranıyordu, bütün entegrasyon bürolarının çıkış noktaları buydu. 40 yıldan beri takip edilen bu anlayış nihayetinde tamamıyla iflas etti. Salon bürokratlarının ezbere uyguladıları bütün göçmen politikaları, göçmenlerin kendileri tarafından çöpe atıldı. Türklerle savaş yapmamış Japonlar’a ne oluyor? Japonlar yeni gelmeye başlayan Türkleri en tehlikeli yani sorun teşkil eden ulus olarak görüyorlar. Hiristiyan veya Türklere karşı önyargılı değiller! Son zamanlarda Türklerin bu ülkedeki suça karışma oranlarındaki bariz artış malesef kötü bir sonun başlangıcını hazırlamış durumda, işin özü tüm dünyadaki olumsuz negatif türk imajı bu ülkede de realite oldu. Tokyo’da İbrahim tatlıses’in kasedini koyup, fenerbahçe maç kazanmış diye kornaları çalıp, ilk iş olarak bir cami kurarak ezanı yüksek sesle okuyup bütün mahalleyi kışkırtan asosyal kitle, Türk Müslüman kimliği adına olmadık alışkanlıklar, dünyada ne kadar negatif değer ve yargılar varsa onlara fikse olmaktan vazgeçmiyor.
    Dünyanın en büyük 3. Üniversitesi olan Stanford Üniversitesinin araştırmasına göre Türkiye’deki Türk geni %9 dur.
    Türkiyedeki Genetik uzmanlarıda Anadoluda Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı’nın, Türk’ e yaklaşımından farklı değildir. Avrupa Türk ismini aşağılamak için kullanırdı, Osmanlıda öyle.

    Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, “Hangi dindensin?” sorusuna, “Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, “mahbûb ve müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır.

    Hatta Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken müslümanları kastediyordu. Mesela İstanbul’un resmi ismi 1930’lara kadar Konstantiniyye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” manasına gelir. Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul yapılmışır. Osmanlı kayıtlarındada 1920lere kadar İstanbulun adı Konstantiniyye diye geçer. Ki zaten İstabul kelimeside Yunancadır. İstanbul: Grekçe; Eis Ten Polin (Şehire doğru), Osmanlının Constantinopoli feth edip İstanbul yapması tarihi bir yalandır. İstanbul adı 1930’da verilmiştir… Dr. Wells: “Anadolu’da Türk dili ve kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını gösteriyor. Kendinizi “Türk” sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir”. Osmanlıca Arapça ve Farsça karışımı dildi. Bilinenin aksine Osmanlıca denen yapay dil Türkçe değildir. Türkçede çok fazla Arapça ve Farsça kelime olduğu için böyle sanılıyor.
    Osmanlıda saray dili Persçeydi. Osmanlının kullandığı alfabede Pers alfabesiydi.
    Arapça ve Farsça yazan, konuşan ediplerin, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları sebepsiz değildir. 1914′ e kadar Anadoluda başlıca 4 büyük halk yaşıyordu, Türk nüfusu henüz çoğunluk değildi. Rumlar, başta karadeniz alanında- çoğunlukla Müslümanlığa geçmeseydi, hemen hemen Türk nüfusuna yetişiyorlardı. Ermeni ve Kürtler yaklaşık yüzde 40 civarında bir nüfus oluşturuyorlardı. Ama beyinleri yıkanmış, kandırılmış, hafıza kaybına uğratılmış bugünkü 75 milyon insan, Anadolu’ nun sanki ani bir gök gürlemesi ile Türkleştiğini, orta Asya’ nın steplerinden gelen bir avuç göçebenin boş tertemiz bir alan bulup, orada safi ırkını genişletip bugünkü haline geldiğine öylesine inandırılmış ki, bu insanların şimdiki terör, şiddet ve tehdit algısı ile oluşturulan bir çemberin dışına çıkması tamamen imkansız bir olaydır. Bu otoriter sistemin başlıca gücü ordu ve Diyanet, Nakşiciler, süleymancılar, milli görüşçüler denilen islamist paramiliter örgütlenmelerdir.

    Sevgi ve Saygılarla
    Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey

    Esin Duran,
    Selda Suner,
    N. Gök,
    Sezer Aşkın,
    Melahat Baykara,
    Uğur Demir
    Ismail B. Cenk
    Bedri Engin,
    Selma Altuntaş,
    Filiz Serin,
    Nedim Serin,
    Vedat Koçak,
    Salih Birdal,
    Mustafa Gur,
    Hasan Zafer
    Bahar Ünsal
    Osman Bahar
    Ayse bahar
    Metin Maslak
    H. Maslak
    Dilek Solak
    zeynep içkaya
    Sevda maslak
    Sercan Gezmiş
    İpek Doğan
    Nazım Doğan
    Murat Doğan
    esin erkan
    Beyhan erdem
    n. erdem
    İsmail Deniz
    Ayten BARAK
    Ugur Birdal
    Ahmet Tan
    Yıldırım Kongar
    Selma Kongar
    Birol Aytekin
    Hatice Gül
    Ibrahim Erkin
    Kemal erdem
    Rıza Akdemir
    Mehmet Coskun
    Hüseyin demir
    fethi killi
    Yeliz Ender
    Mustafa Ender
    Ugur Basak
    Kemal Dektaş
    Ayten Ilkdal
    Nuri Aktanır
    Metin Koc
    Sevgi Ender
    Burhan Kulakçı
    Oğuz Duran
    Burcu Kanter
    Aysel kanter
    Erol kanter
    Layla SOLGUN
    Orkun Keskin
    T. Vural
    Oğuz şen
    Nur Şen
    Ismail çaykara
    Burhan Orkal
    D. Kahan
    Seher Yıldız
    Esra akkaya
    Mehmet Uzan
    Yeliz IŞIK
    Seyhan İlknur
    Osman Çekiç
    esma yıldız
    Murat Çetindal
    Ali OkyarMusa Tekin
    Aslı Birdal
    Nazmi Doğan
    İnci Gür
    L. Okar
    Mürsel Bozkır
    Zeynep Şengül
    Gülcan Iğsız
    Murat Nidar
    şemsi Kaya
    Ayten Ekşi,
    Eda leman
    nermin ışıl
    D. Polat
    Kadir Erdem
    Serdar OKTAY
    Mehmet Özdemir
    Mustafa Erkan
    Nuri AKTAS
    Emine AKTAS
    O. Kadir Ergun
    Metin Kurca
    Sedat Isiklar
    Filiz Bag
    Kadir Baskale
    Sevim Varlik

    http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
     
     

bedri için bir cevap yazın İptal

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.