Ahmet Sarıcan
1991 yılında Varşova Paktı’nın kendini lağvetmesi ve peşinden de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması, ABD öncülüğündeki emperyalist blokun tek başına dünya hakimiyetine açılan kapıyı aralamış oldu. Emperyalizm, yakaladığı büyük moral güç ve yüksek düzeyde kendine güven ile yeni dünyayı kendi istek ve arzuları doğrultusunda dizayn etmeye başladı. Artık tek kutuplu, ABD’nin başını çektiği bir dünya vardı. Üstelik ellerinde baş kaldıranın başını ezebilecek, rakipsiz kalan bir de NATO. Dünyanın uğradığı bu olağanüstü değişimden yayılan şok dalgaları sosyalist ülkelerin halkları ve kapitalist ülkelerdeki sol, sosyalist, komünist parti veya kişi ve kurumlar üzerinde onarılması zor yaralar açtı. Sol kendine güvenini kaybetti, kadrolarda yılgınlık ve dağılmalar başladı. Kafalar karıştı. Burjuva ideolojisinin sola sızmasını kolaylaştıracak ortam oluştu. Ve tabi bu ortamı burjuvazi tahmin edileceği gibi çok iyi değerlendirdi. Bu gün gördüğümüz; doğanın katline karşı duran komünistler yerine ipleri burjuva siyasetçilerin elinde olan çevre örgütleri, kadın erkek eşitliğini savunan ve yaşatan devrimci örgütler yerine erkek düşmanı feminist hareketler veya emperyalizmin beşinci kolu gibi çalışan LGBT gibi örgütlenmeler anlatmaya çalıştığım sürecin sonuçları oldu.
Aynı zamanda emperyalizm, böl-parçala-yönet politikasını daha rahat hayata geçirebileceği bir moment de yakalamıştı. Halkların ulusal kurtuluş savaşlarının arkasında durabilecek en büyük güç yok olmuştu. Şimdi burjuva ideolojisi milliyetçiliği körükleyecek, halkları birbirine düşmanlaştıracak, sonra da onların hamisi olacaktı. Öyle de oldu. Halklar birbirinin gözlerini oyarken, ayırıcı ve kollayıcı büyük abi rolleriyle geldi, ülkeleri parçaladı ve üzerine oturdu. Yetmedi, mükemmel bir yalan makinası olan emperyalist medya ortam oluşturdu, ABD ve ortakları ülkelerin üzerine çökmeye başladılar. Artık uluslararası kuralları ABD ve NATO koyuyordu. BM nezdinde meşru ülkeleri birer birer işgal etmeye başladılar. Afganistan, Haiti, Yugoslavya, Libya, Irak, Suriye ve diğerleri…
Emperyalizmin bu rahat duruma rağmen baharı fazla uzun sürmedi. ABD’de 2008’de konut krizi (mortgage krizi) patladı. Emperyalist blokun baş aktöründe bir finansal kriz patlar da sistemi etkilemez mi! Tabi kapitalist Avrupa da bundan nasibini aldı. Sistemin boyaları akmaya, pulları dökülmeye, cilası bozulmaya başlamıştı. Bu ülkelerde çalışma şartları bozuluyor, işçi sınıfında sendikalaşma oranı düşüyor, hak arama mücadeleleri baskı ve zorbalıkla engelleniyor, emekçilerin yaşam şartları geriliyordu.
Dünya ekonomisinde de Batılı burjuvaların şaşırdıkları, hoşlarına gitmeyen gelişmeler oluyordu. Bir dönem ucuz iş gücünden faydalandıkları Çin kendi pazarlarında büyük rakip olarak karşılarına çıkmıştı. Kapitalist ekonomiler durgunluğa girmiş, kendi ülkelerinde yaşayanlara refahtan pay veremez duruma gelmişlerdi. Bir taraftan Latin Amerika’da, Afrika’da ve Orta Doğu’da emperyalizmden uzaklaşan halklar ve diğer tarafta da kendileriyle boy ölçüşen Çin ekonomisi. Sıkışan Batı, başta da ABD ve NATO eski taktiklere yeniden başvurmaya başladı. Gürcistan’da renkli devrim ayaklanması yapmaya kalktı, beceremedi; Rusya’nın sert ve zamanında müdahalesi ile geri çekildi (2008). Ukrayna’da ise yeni seçilmiş iktidarı darbeyle diskalifiye etti (2014), yerine faşistleri yerleştirdi. Daha sonra Belarus ve Kazakistan’da da aynı stratejiyi hayata geçirmeye çalıştı ama tutmadı.
Ukrayna’da devam eden NATO-Rusya savaşına bakıp denilebilir ki ABD’nin dünya pazarındaki en büyük rakibi Çin. ABD neden Çin ile savaşı değil de Rusya ile savaşı tercih etti? Bu konuyu birkaç başlık altında ele almamız gerekiyor:
- Haritada bakıldığında görülecektir ki dünyanın en büyük kara parçasına sahip olan Rusya bir enerji deposudur. Rusyanın yer altı ve yer üstü kaynakları her zaman uluslararası sermayenin ağzının sularını akıtmıştır. Bu bakımdan Batılı büyük sermaye çevreleri hep bu topraklar üzerine çökmeyi hayal etmişlerdir. Ancak bunun kolay iş olmadığını onlar da biliyorlar.
- Bu devasa topraklar üzerinde yaşayan çok sayıda halk vardır. Emperyalizmin en güzel becerdiği şeylerden biri malum, etnisiteyi kullanarak halkların birbirinin boğazını sıkmasını sağlamaktır. Bunu gerçekleştirebilirse amacına ulaşması da kolaylaşır. Ama bu güne kadar görüldüğüne göre bunda başarılı olamamıştır.
- ABD için Çin’in gerek yasaklarla, gerekse askeri provokasyonlarla geriletilmesi çok zor olmasa gerek. Bu konu ABD politika çevrelerinde de tartışılmaktadır. Nitekim Trump, “Bizim hedefimiz Çin olmalıdır. Siz hedef olarak Rusya’yı öne çıkararak Rusya-Çin yakınlaşmasını sağladınız” demektedir. Kanımca, ABD büyük sermayesi Rusya’nın Çin’in yanında yer alabileceğini düşünerek böyle bir riski göğüslemek istememiştir. Önce Rusya’yı zayıflatmak ve yemek, sonra da Çin’in işini bitirmek gibi bir politikayı benimsemiştir. Bu arada bazen sopa göstererek, bazen de şeker vererek Çin’i Rusya’dan uzak tutmaya gayret etmektedir. Bunda nisbeten başarılı olduğunu söylemek abartı olmaz sanırım.
- Ukrayna’da Rusya’yı savaşa mecbur eden ABD, aynı zamanda Avrupa ülkeleri ile Rusya’nın yakınlaşmasının önüne set çekmiş, kıta ile Rusya arasındaki ekonomik, kültürel bütün bağların tahribatına yol açmıştır. Özellikle AB’nin başını çeken Almanya üzerindeki askeri hegemonyasını kullanan ABD, Avrupa’yı yeniden dizayn etmiş ve kendisine bağımlı hale getirmiştir.
Bütün bunlar olurken emperyalizmin saldırı örgütü NATO da işe koşulmuş, yeni maceraları koordine etmek üzere hazırlanmaktadır. Batılı devletlerin bütün savaş sanayii kurumları tam faaliyet içinde çalışmaktadır. Önümüzdeki yılları kapsayan siparişler kapitalizmin fabrikalarında üretilip yetiştirilmeye çalışılıyor. Büyük bir silahlanma yarışı başlamış durumda. Daha öldürücü, daha teknolojik silah ve cephane için var güçleriyle çalışıyorlar. Savaş ve savaş ortamları emperyalizmin devrevi krizlerinde işe yarıyor. Bu krizleri aşmasına katkı sunuyor.
Dünyadaki durumu böylece özetlemeye çalışmışken akla “Dünya nereye gidiyor?” sorusu takılıyor. Öyle ya, Batı durmadan el yükseltiyor. Ukrayna’da devam eden NATO-Rusya savaşında Batı daha öldürücü, daha teknolojik, daha uzun menzilli silahları devreye sokuyor. Diğer taraftan da Orta Doğu’da işgalci ve yayılmacı bir savaşı teşvik ediyor. Suriye, Lübnan, Yemen, İran gibi ülkelere doğrudan saldırılar düzenliyor. Diğer tarafta Rusya da boş durmuyor. Örneğin, Atlantik’te görev yapan savaş gemilerini Latin Amerika ülkelerine gönderiyor. Şu anda nükleer savaş tatbikatlarının üçüncüsünü yapıyor. Rusya Ukrayna’da devam eden savaşın yıllarca uzamasını istemez. Çünkü bu Batının Rusya’yı yıpratma savaşıdır. Bu güne kadar Batı amacına ulaşamamış olsa da savaşın uzaması Rusya için risk teşkil eder ve bu nedenle de Rusya Batılı ülkeleri anlaşmaya zorlayacak adımları atmaya başlamıştır. Sürecin nasıl evrileceğini hep beraber göreceğiz.
Dünyanın muhtelif yerlerinde uluslararası barışı bozabilecek sinir uçları birikmiş vaziyette. Bunları Filistin, Sırbistan’dan koparılıp Bosna Hersek içinde özerk yapı haline getirilen Sırp Cumhuriyeti, Moldova, Ermenistan, Tayvan, ihtiyaç duyulduğunda canlandırılacak Doğu Türkistan, Arktika vb. olarak sıralayabiliriz. Nitekim, bir yıla yakın süredir devam eden İsrail-Filistin çatışması ABD-NATO desteği sayesinde Orta Doğu’ya yayılmaya başlamıştır. İsrail’in hiçbir uluslararası kural tanımayan saldırı ve katliamları artarak devam etmektedir. Son olarak Hamas lideri Haniye’nin ve bir Hizbullah komutanının başka ülke topraklarında suikasta kurban gitmesi, vurulması ortamı iyice germiş, savaşın genişleme riskini artırmıştır. Nitekim, Rusya Güvenlik Komitesi Başkan Yardımcısı Medvedev yaptığı açıklamada, “Orta Doğu’da barışın hakim olabilmesi için topyekün bir savaştan başka alternatif olmadığını herkes görüyor” demektedir. Ve gidiş o yöndedir. Çatışmalar bölgesel bir savaş riskini artırmıştır. Durum Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Türkiye’nin savaşın içine çekilme ihtimali yadsınamaz. Ülkeyi yöneten ittifakın İsrail karşıtı söylemlerine bakıp yanılmamak gerekir. AKP, İsrail karşıtı bir savaşa doğrudan müdahil olamaz. AKP’de Batı’dan beslenen, Batı’nın düdüğünü çalan önemli bir güç vardır. Partinin sözcüsü gibi görünen Albayrak Medya Grubu’ndaki haber ve köşe yazılarına bakıldığında görülecektir ki Batı’ya karşı aktif bir tutum almak kolay olmaz. Suriye’de Türkiye’nin denetimindeki bölgelerde konuşlanmış olan ÖSO ve HTŞ gibi terörden beslenen örgütler son tahlilde ABD ve İsrail’den gelecek talimatlara göre hareket ederler. Keza Suriye’de Kürt siyasi hareketinin tavrı da zaten bellidir. Son senelerde AKP politikası dengeci olmuş, Batı’nın hoşuna gitmeyen durumlarda içerdeki kesim fren görevi yapmıştır. Ne yazık ki ülkede düzen muhalefeti de hiç iyi bir noktada değildir. Hatta iktidardan daha NATO’cu, yer yer iktidara bu konularda baskı oluşturan bir konumdadır. Bu bakımdan genişleme ihtimali olan bölgesel bir savaşta Türkiye’deki iktidarın tavrı durumdan vazife çıkarmak, savaşı toprak kazanımına dönüştürmek şeklinde olacaktır diye düşünüyorum. Tabi bu konularda ahkam kesmek doğru olmaz. Sonuçta bir savaşın ne getirip ne götüreceğini önceden kestirebilmek zordur.
Peki bu savaş ve gerilimler dünyada büyük savaşın (nükleer savaş) tetikleyicisi olur mu? Eğer ABD ve NATO böyle bir savaşa hazır olsaydı, bu güne kadar Rusya’nın canına okurdu. Dolayısıyla dünyayı da mahvederdi. Bazı alanlarda Rusya’dan gerideler ve böylesi bir kapışmaya henüz hazır değiller ama hazırlanıyorlar. Ayrıca kendi burjuvalarını böyle bir savaştan sağ çıkaracak güvenliklerini sağlamış değiller. Bu bakımdan tasarlayarak bir nükleer dünya savaşı çıkaracaklarına ihtimal vermiyorum. Ancak bazen dünyanın hallerinde tasarlamadan da kıyametler kopabilir. Umarım insanlığın başına böyle bir felaket gelmez. Çünkü ABD ve NATO var oldukça bu endişe her zaman olacaktır. O yüzden de yazımızı “KAHROLSUN ABD, KAHROLSUN NATO” diye bitirelim.