Arda Akarsu
Kimileri tarafından “ekonomik kriz”, eleştirel iktisatçılar tarafından ise “bölüşüm krizi” olarak nitelendirilen; gittikçe artan bir biçimde yoksullaştığımız, emek gücümüzün gün geçtikçe ucuzlaştırıldığı ve alım gücümüzün günden güne eridiği; deyim yerindeyse “sefalet koşullarını aratmayacak” bir süreçten geçiyoruz. Yılın son zamanlarındayız. Ülkemize ve halkımıza reva olmayan koşullarla karşı karşıyayız ama dört bir yanımız da direniş! Ne emekçiler ne de mücadele eden öteki güçler suskun…
Yakın zamanda yeni asgari ücret “pazarlıkları” başlayacakken, 2023 yılının asgari ücretinin belirlendikten birkaç ay sonra bile yoksulluk sınırının ve hatta açlık sınırının dahi altında kaldığını hepimiz görmüştük. Verilere göre şu anda ülkemizde 16 milyonun üzerinde ücretli çalışan bulunuyor. Geçen yılın istatistikleri, bu yıla uygulandığında ise 7,1 milyon kişinin asgari ücretle çalıştığı tahmin ediliyor. Asgari ücretin 17 bin lira olduğu koşullarda, Türk-İş verileri dört kişilik bir ailenin aylık gıda harcaması tutarını (yani açlık sınırını) 20 bin 432 lira olarak ortaya koyarken, gıda ile birlikte diğer tüm temel harcamalar için haneye girmesi gereken toplam gelir tutarını (yani yoksulluk sınırını) ise 66 bin 553 lira olarak gösteriyor.
Halkın çok büyük bir kısmı bu sömürü koşullarına maruz bırakılırken patronlar iktidarı da arkalarına alarak gücüne güç, zenginliklerine zenginlik katmaya devam ediyor. Verilere göre Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi, ülkedeki servetin yüzde 40’ını alıyor. En zengin yüzde 10’luk kesim ise toplam servetin yüzde 70’ine sahip. Ekonomik adaletsizlik, zaman zaman haberlerde karşımıza çıkan, arazilerin ortasında meydana gelmiş o koca göçükler-obruklar gibi, ülkemizin emekçilerinin hanelerini de çökertmiş vaziyette. Daha birkaç ay önce İBB’nin İstanbul Planlama Ajansı (İPA), İstanbul’da yaşamanın maliyetinin bir önceki yıla göre yüzde 61,84 oranında arttığını ifade etti.
Halk, derken genel bir toplamı ifade ediyoruz elbette. Gençlik de buna dahil. Türkiye’nin en kalabalık kentlerinden olan İstanbul’da valilik verilerine göre 1 milyon 834 bin öğrencinin bulunduğunu ve bunun 553 binden fazlasının devlet üniversitelerinde okuduğunu öğreniyoruz. Öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan (KYK) almak zorunda kaldığı kredi ya da bursların lisans öğrencileri için aylık 2 bin lira, yüksek lisans öğrencileri için 4 bin lira, doktora öğrencileri içinse 6 bin lira olduğunu biliyoruz. Önümüzdeki sene, yani 2025’te burs ve kredilere yüzde 30 civarında bir artış geleceği öngörülüyor. Bu veriler, bize öğrenci gençliğin yaşadığı barınma, beslenme sorunlarının düzeyini açıkça gösteriyor. Önümüze çok daha sık bir biçimde düşen “intihar” haberleriyle üzülüyoruz. Ülkemizde son 5 yılda yaklaşık 2 milyon üniversitelinin, çeşitli nedenlerle okuduğu okulu bırakmak zorunda kaldığı belirtiliyor.
“Okuyacaksın da ne olacak…” şeklindeki klişe, gerçekten de haklılık payı barındırıyor artık. Artık üniversiteyi bitirmek de ne yazık ki insanların yaşam kalitesini doğrudan yükseltmiyor. Üniversiteler, deyim yerindeyse yalnızca “işsizler ordusu”na eleman yetiştiriyor ve böylece piyasadaki ücretleri düşürmeye yarıyor. İŞKUR verileri de bu gerçekliği ortaya koyar durumda: Verilere göre son 15 yılda üniversite mezunu işsiz sayısı 10 kat artmış. Kayıtlı işsizlerin her 4’ünden 1’i üniversite mezunu. Yaşadığımız kapitalist düzende daha önceleri “sosyal statü” şeklinde tarih edilen üniversite eğitimi, az yukarıda ifade ettiğimiz gibi şimdilerde boş bir çaba olarak görülüyor. İyi üniversitelerden, güzel derecelerle mezun arkadaşlarımıza piyasada asgari ücretin yalnızca bir tık üzerinde maaşlar teklif edildiğini öğreniyoruz. Daha geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğimiz Polonez fabrikasında direnen işçi arkadaşlarımızdan birisinin, kısa bir süre önce mezun olan ve atanamayan bir öğretmen olduğunu öğrendik. İktidar, eğitimin içeriğini günden güne boşalttı, bilimsel eğitimi tasfiye ederek onu piyasa lehine araçsallaştırdı.
KYK yurtlarındaki ihmalleri ve bu ihmaller sonucunda meydana gelen cinayetleri hep beraber gördük. Öğrenci intiharları ile karşılaşıyoruz. Geçimlerini sağlamak, ailelerine katkı sunmak için inşaatlarda, fabrikalarda çalışan öğrencilerin iş cinayetlerine kurban gittiğini izliyoruz. İSİG Meclisi, AKP Türkiye’sinde en az 907 çocuk işçinin, iş kazalarında hayatını kaybettiğini paylaşmıştı. Bunlar, yaşanan cinayetlerin sadece görünen ya da ölçülebilir tarafları. Gerçek, görünenden oldukça fazla. Sakat kalanlar, hastalıklara tutulanlar ise cabası…
Genel olarak kötü bir tablo çizdiğimizin farkındayız. Güllük-gülistanlık bir ülkede yaşamıyoruz. Gençliğin apolitikleştirilmeye, sindirilmeye, yarış atı gibi rekabetçi hale getirilmeye çalışıldığı AKP Türkiye’sinde gerçekleri ortaya koyacağız ki bu gerçekliğe karşı ne yapmamız gerektiğini bulalım.
Başta belirttiğimiz gibi, maruz kaldığımız sorunlar karşısında susmayanlar da az değil. Mesela Polonez işçilerinden Tarkett işçilerine, maden işçilerinden belediye çalışanlarına kadar yüzlerce-binlerce insanın bir biçimde direndiğini görüyoruz. Gençlik için de bu durum böyle. Yoksulluk arttıkça, kriz derinleştikçe “gelecek kaygısına” itilen ve kurtuluş yolunun “kendini kurtarmaktan” geçtiği kanıksatılmaya çalışılan gençliğin, tüm bu manipülasyonlara karşın direndiğini, toplumsal mücadelelerin en önünde saf tuttuğunu izliyoruz. İşçi eylemlerinde, hak ve özgürlük arayışlarında, emperyalizmin savaşlarına karşı baş kaldırışta hep en önde gençlik.
Ne kadar baskılanmaya, sindirilmeye çalışılsa da gördüğümüz üzere toplumun en dinamik, en coşkulu kesimini yine gençliğin oluşturduğu görülüyor. Taşıdığı potansiyeller, bu sistemi değiştirecek ve kendisine dayatılan geleceksizliğe itiraz geliştirebilecek özelliklere sahip olmasını sağlıyor. Üniversitelerde, liselerde okuyan gençler, her türlü saldırıya karşı en önde, en dayanışmacı şekilde mücadele verebiliyor.
Gücümüzün farkına varmalıyız. Ezilen, sömürülen sınıfların birleşirse başka bir dünyanın mümkün hale gelebileceğini biliyoruz. Aldığımız eğitimleri, geliştirdiğimiz becerileri ileriye doğru taşırken, o bilgilerimizi halkımız-yurdumuz-ezilen ve yok sayılan insanlarımız için de kullanmalıyız. Bize dayatılan bencil, bireyci ve rekabetçi ideolojiyi yok saymalı, kurtuluşumuzun dayanışma ve birlikle gerçekleşeceğini kavramalıyız. Ülkemizin geleceğini inşa ettiğimiz bu mücadelede aynı zamanda kendi geleceğimizi de inşa ettiğimizi biliyoruz.
Şimdi yeni bir yıla, mücadeleyle dolu olacağını bildiğimiz 2025’e yaklaşıyoruz. Sayısız saldırı ve haksızlık, hukuksuzluk ile karşılaşacağız ancak onlara cevap veren sayısız mücadelelere de tanık ve onların parçası olacağız. Koşullar, bizi bir adım daha öne çağırıyor. Ülkemizin ve dünya halklarının geleceğinde önemli bir rolümüzün olduğunun farkındayız.