Eşim (yoldaşım) ile Yalova Armutlu ’da yaşıyorum. Emekliyim. 12 Eylül darbesine kadar meslek lisesi mezunu vasıflı bir işçi olarak çalıştım.
Sırasıyla; Cevizli Tekel, Tuzla Beton Boru fabrikası ve Bursa’da Mako fabrikalarında çalıştım. Bulunduğum her fabrikada işçi sınıfının sendikal ve siyasal mücadelesine katkı verme gayreti içerisinde oldum.
Son çalıştığım Mako fabrikasında seçilmiş baş temsilcilik yapıyordum ve DİSK Maden-İş Sendikası’nda da Genel Yönetim Kurulu üyesiydim.
12 Eylül sabahı Bursa Organize Sanayi Bölgesi’nde DİSK bünyesindeki 5 fabrikada devam eden grevleri ziyaret esnasında uğradığım son grev alanı olan Karsan fabrikasında işçilere hitap ederken jandarma tarafından bir Karsan işçisi ile birlikte gözaltına alındım. Daha sonra aramıza yeni isimler katarak dönemin ilk TKP davasını açtılar.
Bir buçuk yıla yakın tutuklu kaldıktan sonra tahliye oldum ama sonrasında verilen on sekiz yıl ceza nedeniyle kaçak yaşamak zorunda kaldım. Denilebilir ki o yıllar hayatımın en zor yıllarıydı.
1969 yılında İstanbul’daki sigara fabrikasında (Cevizli Tekel’de) genç bir işçi olarak iş başı yaptım. O yıllar, 1961 Anayasası’nın sağladığı nisbi özgürlük dönemi ve 68 devrimci dalgasının dünyada yayıldığı yıllardı. Ülkemizde de sınıf sendikacılığının ve sınıf dayanışmasının yükseldiği yıllardır.
Tek tek iş yerlerinde peş peşe işgaller ve direnişler yaşanıyordu ve DİSK hızla örgütleniyordu. İktidar bugünkü gibi enflasyonla kalkınma modelini seçmiş, fakirden alıp zengine verme gibi bir yol izliyordu. Bu da emekçi kitlelerde daha fazla memnuniyetsizliğe sebep oluyordu.
Benim çalıştığım Tekel’de yetkili olan Türk-İş’ti ancak işçilerde DİSK eğilimi gözle görülür bir vaziyetteydi. Bu bakımdan rahatlıkla DİSK çalışması yapabiliyorduk.
15-16 Haziran büyük işçi direnişini hazırlayan birden çok neden vardı. Halkın enflasyonla tanışması memnuniyetsizliği arttırdığı gibi, 68 rüzgârı mücadele azminin kabarmasında etkili olmuştur. Dönemin önemli nedeni; yükselen sınıf sendikacılığından korkan patronların sendikaları ortadan kaldırmak için harekete geçmiş olmasıdır.
Bu korku sadece patronlarla sınırlı kalmamıştı. O dönemin Türk-İş’i içindeki bazı CHP’li sendikacıların DİSK’in kapatılması için parlamentoda kulis çalışmaları yaptığı bilinmektedir. (Henüz Türk-İş içinde olan Genel-İş Sendikası’nın başkanı Abdullah Baştürk gibi…)
Bu amaçla 274 sayılı sendikalar kanunu ile 275 sayılı toplu sözleşme grev ve lokavt kanunu hazırlandı. İşte bu kanun bardağı taşıran damla oldu. Çünkü bu kanun ile DİSK işlevsiz kılınıyor, yani bir nevi kapısına kilit vuruluyordu. Üstelik bununla da kalmıyor, o zamanlar işi yerlerine özgü kurulmuş küçük müstakil sendikalar da kapanıyordu. İşte işçilerin isyanını hazırlayan esas neden buydu. Ve işçiler buna dur dedi.
Bu direniş benim hayatımın kalan dönemini etkileyen en önemli unsurlardan biri oldu. Sınıfsal özgüvenimi kazandım. Eğer birlikte mücadele edersek yapabiliriz, başarabiliriz, dedim.
Bu direniş o tarihte sol içi çatışmalara da neşter vurdu. İşçi sınıfı var mıdır, yok mudur? Varsa sübjektif olarak mı vardır yoksa objektif olarak mı vardır, tartışması yapıyorduk. Devrim tartışmaları yaparken işçi sınıfının üretimden gelen gücünü dikkate almadan teoriler oluşturuyorduk. İşçi sınıfının bu büyük ve beklenmeyen direnişi bütün tartışmalara damga vurdu.
DİSK’teki ilk kırılma, Genel-İş Sendikası’nın DİSK’e kabul edilmesinden sonra, bu sendika öncülüğünde Kemal Türkler’in DİSK Başkanlığı’ndan uzaklaştırılması oldu. Ne yazık ki bu olaya kendisini sosyalist olarak tanımlayan siyasi kişilikler de malzeme olmuştur. Esasen olay bir kişinin başkanlıktan uzaklaştırtılması değil, sınıf sendikacılığının yerine başka bir anlayışın ikame edilmesidir.
Liberallerin bu başarısından sonra hızları kesilmeyecek, DİSK’in mücadeleci sendikalarını DİSK dışına atma çabaları başlayacaktı. Ve nihayetinde 1980’de Kemal Türkler katledilecektir. Böyle bir sürecin üzerine bir de 12 darbesini eklersek DİSK’ten geriye kalan çok az şey olduğunu göreceğiz.
Ancak işçi sınıfımızın ve DİSK’in tarihi şanlı sayfalardan oluşmaktadır. Enseyi karartmamak lazım. Bu ateş küllerinden yeniden doğar. Yeter ki sosyalistler, işçilerin 15-16 Haziran’ında yaptığı gibi birlikte mücadeleyi önlerine koyabilsinler.
Dünyada ve ülkemizde işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi için ortamın çok uygun olmasına rağmen bu mücadelenin güç kazanamaması çok düşündürücüdür. Kapitalist sistem çöküş halindedir. Bütün cilası dökülür vaziyettedir. Toplumlara vaad edebileceği hiç bir şeyi kalmamıştır.
Buna rağmen sosyalizmin yükselemeyişi üzerine düşünmek gerekir. Teşhisi koymadan çare üretmek de mümkün değil. Gerek dünyada gerekse Türkiye’de bu durumun sebebi olarak bir çok faktörün yanında iki önemli konu üzerinde durmak istiyorum.
Birincisi kapitalist sistem özellikle ülkemizde devrimcilere karşı çok acımasız olmuş; her hak arama mücadelesini zalimce baskılamış, işkenceler, hapishaneler, cinayetler ile sindirme yoluna gitmiştir. Kitleler üzerinde bunun yarattığı durgunluk vardır.
İkincisi ise emperyalizmin sosyalist kadrolara ve düşünce sistemimize sızmayı başarmış olmasıdır. Etnisite ve cinsiyetçilik üzerinden sosyalist kadrolara sirayet eden burjuva düşüncesi sınıfla bağları zayıflatarak onun daha çok parçalanmasına sebep olmuştur.
Önümüzdeki görev işçi sınıfı adına siyaset yapanların ideolojik olarak sadeleşmesi ve parçalı halin son bulması için kolların sıvanması görevidir.
Bu emek düşmanı, soyguncu sisteme mahkum değiliz. Elimizde sosyalizm gibi bir rehberimiz var. Birleşik gücümüzle bütün zorlukların üstesinden gelebiliriz.
Güneşli güzel günlere…