Bir 12 Eylül Değerlendirmesi

0
50

Hamza Yalçın

Bu yazıda, kendi tecrübelerimiz ışığında 12 Eylül askeri darbesini tartışacağız. Darbenin verdiği zararları çok yazdık; devrimci hareketin darbeye karşı mücadelesini değerlendireceğiz.

12 Eylül askeri darbesi yapıldığında, aynı yılın (1980) mart ayından beri cezaevi kaçağı olarak aranıyordum. Sokaklarda resimlerimiz asılıydı. O günlerde genellikle İstanbul’da kalıyordum. Darbe öncesi sıkıyönetime rağmen sivil faşist saldırılar yoğun şekilde sürüyordu. Devrimciler de aktif savunma tutumundaydılar.

Sarıyer ilçesi Hacıosman mahallesinde faşistler bizi çok rahatsız ediyordu. Faşistlerin hedef aldığı bir kısım devrimci ve demokrat aktif insan, mahalleyi terk etmek zorunda kalmıştı. Mahallede en çok hedef alınan kişi, şimdi yaşamayan arkadaşımız Ali Abi (Camcı Ali) ise ısrarla mahallede kalmaya devam ediyordu. Bir kez faşistler tarafından kaçırıldığında şans eseri ellerinden kurtulmuştu. Daha sonra evi kurşunlanmış, sokaklara “Camcı Ali’ye Ölüm!” yazıları yazılmıştı. Kahveye gittiğinde insanların tedirginlikten kahvehaneyi nasıl boşalttığını anlatmıştı. Artan baskılara bir son vermek amacıyla, saptadığımız hedeflere eylem kararı almıştık.
Ancak askeri darbe şartları değiştirdi. Sivil faşist güçlere karşı aktif savunma yapma olanağını değil, gereğini ortadan kaldırdı. Hacıosman’a, Ali Abi’ye gidip “Eyleme gerek kalmadı” dedim.

O günlerde bugünkü gibi elektronik izleme ve gözetim sistemi yoktu. Kameralar ve yukarıdan gözetleme de daha başlamamıştı. İstanbul’da sahte kimlikle, tabii ki sınırlı bir şekilde ve risk alarak, gezebiliyorduk. Hatta Haydarpaşa Garı’nda asılı olan listede kendi resmime bile bakmıştım.

Evet, 12 Eylül, sağ-sol çatışması halini almış olan süreci bir anda bitirdi. Sivil faşist saldırılara karşı aktif mücadeleye artık gerek kalmadı. Cuntacılar, kendi körükledikleri çatışmaları öyle kullanmıştı ki, can derdine düşmüş halkın büyük bir kısmı “iyi ki geldiler” dedi.

Direnme Çabalarımız Etkili Olamadı

Biz devrimciler, cuntanın planlarını bozabilecek seviyede bir direniş geliştiremedik. Boş durduğumuz, tası tarağı toplayıp kaçtığımız anlamına gelmez bu. Var gücümüzle mücadele etmeye çalıştık.

Mesela darbeden yaklaşık 6 ay önce kaçmıştım. Yurt dışına çıkma imkanlarımız olmasına rağmen, hapisten kaçan ya da başkaca sebeplerle aranan-aranmayan arkadaşlarla birlikte 1984 yazına kadar Türkiye’de mücadele ettik. Bu süre zarfında kaç kez kıl payı kurtulduk. Bazı arkadaşlarımız yaşamlarını yitirdi, 1983 yılında dört ileri arkadaşımız birden idam edildi. Koşulların zorluğuna  aldırmaksızın mücadeleye devam ettik.

Kadrolarımız azdı. Kitle ilişkilerimiz zayıftı. Paramız, barınma imkanlarımız da çok azdı. Adımız, şekli bir örgütümüz dahi yoktu. Ancak devrimci bir geleneğin insanıydık. O geleneğin içinde yetişmiştik. İç savaş sürecindeki çetin koşullara ve sıkıyönetim koşullarına psikolojik olarak da alışkanlık olarak da uyum sağlamıştık. Direnme doğrultusunda attığımız adımlar ne yazık ki etkisiz kaldı.

1984 yazında yurt dışına çıktıktan birkaç sene sonra gizlice gene Türkiye’ye girdik. 

Nihayetinde bir gün yakalandık. Türkiye’de işkence, hapislik, serbest bırakılma sonrasında yargısız infazlarla öldürülme tehditleri, geçim zorlukları; her türlü fedakarlığa ve çalışkanlığa rağmen boşta gezenin boş kalfası sayılma durumu yani kendini mücadeleye adayan devrimcilerin karşı karşıya kaldığı, bilinen aşağılanmalar ve zaman zaman polise veya hapse düşme, tekrar kaçaklık hayatı vb.

Öyle ki bu mücadeleler nedeniyle 1998 yılından beri ülkemizden uzak yaşamak zorunda kaldık. Ya gelip müebbet hapis yatacaksın ya da 37 sene boyunca ülkene gelemeyeceksin! Yeni bir ceza daha aldığımız için zaman aşımı 2035 yılına kadar sürecekmiş. Muhtemelen tüm büyüklerin o zaman ölmüş olacak. Sen ölmemişsem bile yaşıtlarının çoğu ölmüş olacak. Senden de geriye ne kaldıysa artık…

Var gücümüzle mücadele etmemize rağmen halkı etkileyemeden yenildiğimiz için, emperyalizmin işbirlikçisi egemenler bizi bütün kabahatlerin sorumlusu kötü örnekler ilan etti. En kötüsü ise, çevremizde bizi sevmeyenler, düşmanın kötülemesini haklı çıkarma yolunda davrandılar.

Devrimciler olarak elbette erdemlerden ibaret insanlar değiliz. Kurtulamadığımız, hatta muhtemelen fark edemediğimiz zaaflarımız ve hatalarımız var. Bunlara rağmen kendimizi gönül rahatlığıyla direnişçi görüyor, bununla gurur duyuyoruz. Bu konuda yalnız değiliz. Hapiste, dışarıda, yurt dışında mücadeleye bağlı direnen çok sayıda fedakar devrimci tanıyoruz.

Etkili bir direniş ortaya koyamayışımız neyi gösterdi?

Etkili olamadık çünkü 12 Eylül darbesi öncesinde direnecek bilinçte ve sağlamlıkta örgütler kuramamıştık. “İşçi sınıfının ve halklarımızın tek öncü örgütü” olma iddiasındaki irili ufaklı siyasi hareketler, askeri darbe karşısında bozguna uğradı.

Kitle hareketi yükselirken sosyalist örgütler birbiriyle dayanışma değil rekabet içindeydi. Sol içi rekabet zaman zaman şirketlerin rekabetinden daha sertti. Her bir örgüt bir tek kendisinin doğru olduğunu iddia ediyor, diğer devrimci örgütlerin ya peşlerinden gelmesini ya da dağılmasını amaçlıyordu. Örgütler rekabette hukuk tanımıyordu. Birbirlerini karşı-devrimci ilan edebiliyorlar, işçi çalışmasındaki rekabette bazı grupların diğerlerini işverene ihbar dahi ettikleri oluyordu. Bir yandan liselerde dayağa ve kötü muameleye karşı kampanya yapıyorken diğer yandan kendi içimizdeki disiplin cezalarında dayak ve kötü muamele de neredeyse kural olmuştu. Ülkede fikir özgürlüğünü savunurken birbirimizin ifade özgürlüğünü tanımıyorduk. Hatta devrimci adalet adına insan öldürmeler yaşanmaktaydı. Türkiye tarihinin en büyük devrimci yükseliş döneminde bir tek sağlıklı ve sağlam örgüt yapısı dahi kurulamamıştı.

Buradan çıkacak en önemli sonuçlardan biri, solun gerçek durumunu anlamak için tek tek örgütlerin üye ve taraftar sayılarına, kendi kendileri hakkındaki anlatımlarına ve birbiriyle kıyaslamalı güç ve etkinliklerine bakmakla yetinilmemesidir. On binleri yürüten, yüz binleri kucaklayan örgütlerin nasıl etkisiz kaldığını gördük. Sınıf mücadelesindeki devrimci niteliklerimiz ve örgütlülüğümüz, işçi sınıfı ve gençlikle bağlarımız ve diğer devrimci güçlerle ilişkilerimiz çok önemlidir.

Nasıl Direnebiliriz?

19 Mart eylemleri de gösterdi ki Türkiye solu, çok büyük bir devrimci ve demokratik potansiyele sahiptir. CHP liderliği, toplumun direnme potansiyelini devrimci gençliğin öncü çıkışıyla fark etti. Ancak sonraki sürecin de ortaya koyduğu gibi, devrimciler olarak bu potansiyeli harekete geçirecek ve sistemli bir şekilde geliştirecek yapıya sahip değiliz.

Sol gruplar kıyaslamasında nerede olduğumuz değil, devrimci mücadeleyi her koşulda hakkıyla sürdürecek tutarlılık ve örgütlülük önemlidir.

Devrimciler olarak her şeyden önce kendimize güvenimizi geliştirmeliyiz. Bu da haliyle birbirimize sevgi ve güvenimizi olumsuz etkiliyor. Kendimize güven eksikliği yüzünden kimimiz CHP’nin seçim ya da iç mücadele kampanyalarına takılıyoruz, kimimiz ise Kürt ulusal hareketinin yörüngesinde hareket ediyoruz. Kendi potansiyelimizin, değerimizin bilincinde değiliz. Birbirimize dayanışmacı değil de rekabetçi gözle bakmamız, hem kendimize hem de birbirimize karşı tutumumuzu çok olumsuz etkiliyor. Rekabetçi tutumla birbirimizi aşağıya itiyoruz.

Türk ulusalcılarına ve ezilen ulus milliyetçilerine; CHP’ye ve DEM Parti’ye verdiğimiz önemin çok daha fazlasını, solun kendi iç dayanışmasına, koordinasyonuna ve örgütlenmesine vermeliyiz.

Türkiye solu, kendi arasındaki farklılıklara rağmen kendi güçlerini birleştirebilir. Dayanışma, mücadeleden yana bütün samimi örgütleri geliştirir. Birbirimizden güç alarak görüşüp çözümleyebileceğimiz çok önemli sorunlarımız var. Sol içindeki bireyciliği ve grupçuluk çok büyük engelimizdir. Sol içinde kendi gücümüze güvenemeyip başka güçlere bel bağlamak çok büyük engelimizdir. Emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin sosyalist solu yurtseverlikten uzaklaştırmış olması, sol içinde liberalizmi, grupçuluğu ve bölünme kültürünü geliştirmiş olması çok büyük engelimizdir. Bu büyük zaaflarımızı, birlikte öğrenme ve mücadele sürecinde birbirimizden güç alarak teşhis edebilir ve aşabiliriz.

İşçi hareketi içinde sarı sendikalara karşı, devrimci anlayışla birlikte çalışabiliriz ve çalışmalıyız.
Birlikte öğrenci gençliğin, devrimci gençliğin birleşik örgütünü kurabiliriz ve kurmalıyız.
Birlikte sosyalist solun ortak devrimci okulunu kurabiliriz; bunu yapmalıyız. Birlikte sosyalist hareketin ortak hukukunu yaratabilir, onu kurumlaştırabiliriz ve bunu yapabilmeliyiz.

Dolayısıyla, 12 Eylül’den çıkarılacak en gerekli ders, yenilgimizin kaynağının esas olarak içimizdeki zaaf ve bölünmüşlükler olduğudur. Geçmişin ağır yükünü taşırken, geleceği inşa etmenin yolu, hatalarımızla yüzleşmekten, rekabeti değil dayanışmayı, grupçuluğu değil kolektif aklı ve iradeyi merkeze alan yeni bir örgütlülük anlayışı geliştirmekten geçer. Diremiş hem geçmişi cesurca sorgulama hem de yarını kurma iradesidir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.