Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, sonuçları ve mücadele yolu

0
1584

Erdal Kudiş

Avrupa’da sağın gelişmesi 2010 sonrası hız kazandı. Genelde iklim şartları, yoksulluk ve savaşlar nedeniyle önce Güney Asya ve Afrika ülkelerinde, 2013 sonrasında ise Suriye’deki savaştan dolayı yaşanan göçler ile Avrupa’da göçmenlik ciddi bir olgu oldu. Bu göçler ile birlikte aşırı sağın yükselişi de hız kazandı. Aşırı sağın yükselişinin aynı zamanda parlamentolarda da yansıması oldu.

Söz konusu partilerin bazıları belli dönemlerde daha yaygın olarak kullanılır biçimde, “faşist”, “neo-faşist”, “neo-Nazi”, “radikal sağ”, “aşırı sağ”, “uç sağ”, “popülist”, “popülist sağ”, “radikal sağ popülist”, “popülist radikal sağ”, “milliyetçi popülist”, “ırkçı”, “göçmen karşıtı”, “yerleşik düzen karşıtı” gibi etiketler altında ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Bunlardan bazıları dönemin ruhunu yansıtır şekilde diğerlerinden daha popüler hale gelebilmektedir. Örneğin bugünlerde olgunun “popülizm” etiketi altında çağrıldığına tanık oluyoruz.

2000 öncesi istisnai bir durum olan göçmenlere karşı şiddet eylemleri giderek örgütlü bir hal almaya başlarken, özellikle Almanya’da bu durum ciddi sonuçlar da doğurdu. Göçmenlerin oturduğu binalar ve işyerleri kundaklandı, ölen ve yaralananlar oldu. Aynı şekilde organize örgütler kurulup göçmenlere karşı silahlı saldırılar da düzenlendi. Alman istihbaratı ve polisi ile ilişkili durumlar da yaşandı. Son örneği, geçtiğimiz Şubat ayında, Hanau’da 4’ü Türkiyeli 11 göçmenin öldürülmesidir.

Avrupa çapında aşırı sağ partiler, 1960’lardan bu yana yapılan ulusal seçimler ve Avrupa Parlamentosu seçimleri göz önüne alındığında, oylarını %5,1’den %13,2’ye çıkararak eski başarılarını ikiye katlamış görünmektedir. Aynı süreçte bu partilerin meclislerde elde ettikleri koltukların payı da üç kat artarak %3,8’den %12,8’e yükseldi. Seçilmiş temsilcisi bulunmayan aşırı sağ partiler bile, ana akım partilere ciddi baskılar uygulayarak, kamusal söylemi ve politika gündemini etkileme gücüne sahip oldu. Birleşik Krallık’ta ulusal seçimlerde ciddi bir başarı gösteremeyen UKIP’in Brexit sürecinde kilit bir rol oynaması bu durumun en önemli göstergelerinden birisi olarak görülebilir (Inglehart ve Norris, 2016: 2).

Aşırı sağ partilerin yükselişinin miladı 1980 sonrası süreç olmuştur. Front National’ın (FN) 1986’da gerçekleştirdiği seçim atılımından sonra FN, Avusturya’da FPÖ, Norveç’te FrP, İsviçre’de SVP %10’un altına düşmeyen oy oranları elde ederek sistemin yerleşik unsuru konumunu elde ettiler. 2000’lere gelindiğindeyse aşırı sağ parti ailesine Avusturya’da BZÖ, Yunanistan’da LAOS, Hollanda’da PvV, İsveç’te SD, Finlandiya’da PS gibi yeni ve seçim performansı açısından başarılı üyelerin katılım süreci devam etti.

Son olarak Almanya’da 2013’te kurulan AfD’nin çıkışı, uzun zamandır illegal çatılar altında toplanan ve şiddet eylemlerine de bulaşan aşırı sağın toplandığı legal bir platform oldu. AfD yabancı ve İslam karşıtı söylemleri ile öne çıkan bir parti oldu. İlk girdiği seçimde barajı geçemeyen AfD, 2017 genel seçimlerinde oylarını 3 kat arttırarak 94 vekil çıkardı. 2013’teki Hessen Eyalet Meclisi seçiminde yüzde 4.1 oy alan AfD, aynı eyalette 2018’de oylarını 3 kat arttırarak yüzde 13.1’e ulaştı. Saksonya ve Brandenburg seçimlerinde de AfD’nin oylarındaki ciddi artış, aşırı sağın ülkedeki yükselişini ortaya koydu. 2014’te yüzde 9.7 oy aldığı Saksonya’da oylarını yüzde 27.5’e çıkaran AfD, yine 2014’te yüzde 12.2 oy aldığı Brandenburg’da da oy oranını yüzde 23.5’e yükseltti.

Ayrıca 2020 Eyalet seçimlerinde Almanya’da aşırı sağcı AfD’nin, iktidar partisi CDU ile birlikte hareket ederek, eyalet parlamentosunda beş sandalyesi olan FDP’nin adayı Kemmerich’i Thüringen Başbakanı olarak seçtirmesi, ülke siyasetinde adeta deprem etkisi meydana getirdi. Bu durum Hitler’in iktidara gelişi ile benzeştirildi.

Sadece Almanya’da değil Avusturya ve Fransa’da da aşırı sağ partilerin yükselişi devam ediyor. Yine genelde sol ve sosyal demokrat partilerin iktidarda olduğu Yunanistan’da da aşırı sağcı Altın Şafak 2019 yılına kadar ciddi bir yükseliş gösterdi. Parti lideri ve önder kadroları, suça karıştıkları ortaya çıkınca tutuklandı. Buna karşın son dönemde bu partinin militanları, göçmenlere yönelik yaptıkları saldırılar ile gündemden düşmüyor.

Fransa’da aşırı sağcı parti FN uzun süredir seçimlerde 2. çıkarak, iktidara gelebileceğinin sinyallerini veriyor. Ancak Fransa’daki seçim sisteminin iki turdan oluşmasından dolayı, 2. turda FN’e karşı bir birlik yaratılarak rakibi kazandırılıyor. Ve bu durum denize düşen halkın yılana sarılmasına neden oluyor. Son seçimlerde yeni bir parti kurarak iktidara gelen Emmanule Macron da bu şekilde “zafer” ilan etti.

Fransa’da son seçimlerde olduğu gibi Avrupa’da da genelde iktidara merkez sağ partiler ya da sosyal demokrat kisvesi altında sağ politikaları savunan partiler geliyor. Ve bunu da aşırı sağa karşı kendini kurtarıcı olarak göstererek yapıyorlar. Örneğin Macron, aşırı sağ partiye (FN) alternatif olarak ve sosyal demokrat bir görüntü ile iktidara geldi, ancak FN’nin yapamayacağı sağ politikaları uygulayarak buna bir örnek teşkil etti.

Kapitalist sistem daha fazla kar hırsı ile daha ucuz emek ve daha az işçi ile sermaye biriktirmeyi hedefliyor. Avrupa’da 68 sonrası kazanılan sosyal ve sınıfsal haklar sayesinde işçi sınıfı buralarda ekonomik ve sosyal anlamda ciddi rahatlıklar yakaladı. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrası başta Avrupa’da olmak üzere birçok ülkede bu kazanılmış haklara yönelik ciddi saldırılar oldu ve olmaya devam ediyor. Bazı ülkelerde direnişler olsa da ciddi kayıplar da oldu.

Buna rağmen daha ucuz işgücü için batılı sermayeler üretim araçlarını ucuz işgücünün olduğu ülkelere taşıdı. Almanya başta olmak üzere sanayisi gelişen ve işgücüne ihtiyaç duyan ülkeler, sanayisi gelişmemiş ve işgücü fazlalığı olan ülkelerden ucuz işgücü transferine başladılar. Önce karşılıklı anlaşmalar şeklinde ve kısa süreli planlanan bu işgücü taşımacılığı zamanla kalıcılaştı, çünkü burjuvazi için çok karlı bir durum yaratıyordu. Avrupa devletlerinde çalışıp ülkelerine tatile gidenlerin kalanlara göre göreli gelişen ekonomik gelişmeleri bir cazibe yarattı. Bu da zamanla, bir zamanlar Amerika’ya olan göçün benzerini Avrupa’ya yarattı. Kendi ülkelerinde işsiz ve yoksul olan kitleler kurtuluş olarak Avrupa’yı görmeye başladı.

Afrika ülkeleri ise asırlardan beri Avrupalı devletlerin sömürüsü altında, bütün zenginliklerini onlara verdiler ve vermeye de devam ediyorlar. Dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmalarına rağmen halkın büyük çoğunluğu açlık sınırının çok altında yaşıyor. Zenginlikleri ile birlikte işgüçleri de aynı şekilde sömürüldü. Avrupa’da Afrikalı işgücü uzun süre en ucuz emek olarak görüldü. Örneğin Fransa’nın metroları, uzun süre kölelik şartlarında çalıştırılan Afrikalı göçmenlere yaptırılmıştır. Sömürge ülkelerin sömürge halkları da zenginliklerini çalan ülkelerde kölelik şartlarında yaşadılar.

İlk dönemler işgücü ihtiyacından dolayı Avrupalı işçiler ile göçmen işçiler arasındaki fark kimseyi rahatsız etmedi. Zaten işgücüne ihtiyaç da fazlasıyla devam ediyordu. Ancak gelişen teknoloji ile artık daha az işgücüne ihtiyaç duyulmaya başlanması, ucuza çalıştırılan göçmenlerin yerel işçiler ile kaynaşıp zamanla hak aramaya başlayarak aradaki ekonomik gelir farkını azaltması gibi nedenlerle birlikte burjuvazi yeniden ucuz işgücü arayışına başladı.

Ancak Avrupa’ya yapılan sürekli göçler ve Avrupa’dan da başta Asya ve Doğu Avrupa ülkelerine kayan fabrikalar nedeniyle, Avrupalı emekçilerin iş kayıpları başladı. Popülist politikacıların yönlendirmesi ile burjuvaziye yönelmesi gereken tepkiler yabancı emekçilere yöneldi. Emekçiler kapatılan ya da taşınan fabrikalar nedeniyle kaybettikleri işlerinin nedenini göçmen işçilerde aradılar.

Bunun sonucu olarak başta belirtildiği gibi sağ partiler sürekli gelişmeye başladı. İşini kaybeden ya da kaybetme korkusu olan emekçilere ulaşamayan ya da ona uygun politika geliştiremeyen sol partilerin de bunda etkisi büyük. Avrupa sol partileri kendi emekçilerine ulaşamıyor. Bu boşluğu da sağ ve popülist partiler dolduruyor.

Toparlayacak olursak, 1980 sonrası sermaye, yatırım yapmak yerine paradan para kazanmak amacıyla gelişmekte olan ülkelerde kredi, borsa ya da kısa vadeli yatırımlara girerek, riskler oluşunca geri çıkmakta; sabit yatırımlarda ise işgücü ucuz ülkeleri seçerek kar oranlarını en yüksek seviyeye ulaştırmaktadır. Bunun sonucu olarak iç pazar daralırken, yedek işsizler ordusu milyonları aşıyor. Böylece alım gücü düşerken, işgücü de ucuzlamaya devam ediyor. Sürekli hedef alınarak güçzüsleştirilen sendikalar ise emekçileri ve sorunlarını kucaklamaktan geri kalıyor.

Sabit sermaye yatırımlarının yoğun olduğu süreçte 3. Dünya ülkelerinden getirilen işgücü artık geldikleri ülkenin; Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika vs. vatandaşları olmuş, evlilik ve aile birleşimleri yoluyla sayıları artmıştır. Emekçi çocukları da genellikle emek alanında istihdam edilmektedir. Ne var ki gelmiş oldukları ülkede yapmış oldukları küçük yatırımların (ev, arsa, yada küçük işletme sahibi olmak) verdiği güvence ile bulunduğu ülkede suya sabuna dokunmadan, bulunduğu ülke ve emekçileri ile ortak mücadelelere katılmamakta ama onların yarattığı olanaklardan da faydalanmaktan geri durmamaktadır. Türkiye’de sağ partileri destekleyip Avrupa’da sosyalist, komünist partilere oy vermeleri ise trajikomiktir. Buna rağmen ezen ulus ilerici emekçileri bunlara düşmanlık beslememektedir. Onları eğitmeye, ortak mücadeleye dahil etmeye çalışmaktadır.

İşte bu noktada faşist hareketler devreye girmektedir. Gerek sportif müsabakalar, gerek kültür-eğitim, ekonomik ve askeri üstünlük demagojileri ile canlı tutulan şovenizm, yabancı düşmanlığı şeklinde hortlatılmaktadır. Bu akımlar milliyetçilik ve ulusalcı söylem ile yumuşatılıp, meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Gerçekte bunların hepsi de faşist oluşumlardır. Ve bilmekteyiz ki bunlar sermayenin koruyuculuğu altında var olabilmekte, ihtiyaç duydukları anda ve oranda siyaset sahnesine sürülmekte ya da geri çekilmektedir. Böylece emekçileri bölerek, zihinlerini, mücadelelerini ve enerjilerini sistemden çok başka alanlara aktarmalarını sağlarken, diğer yandan da ırkçı, şoven saldırılar ile yabancı emekçileri korkutup kendi ülkelerine geri göndermeye çalışmaktadırlar. Oysa sömürü ne milliyet ne cinsiyet ne de çocuk emeği tanır. O sadece yüksek kar ve güllük gülistanlık bir ortamda en düşük ücreti ödemeyi tercih eder.

Bugün sermayenin, “dünyanın en ücra köşesine kadar sınıfsız tahakkümünü” devletler üstü bir egemenliğe dönüştürmesine rağmen Çin, Rusya, Hindistan gibi güçlerin yanı sıra, Avrupa, ABD, Japonya gibi kapitalist ülke ve gruplar arası çelişkiler yaşanmaktadır. Büyük bir savaşı göze alarak bu sorunları çözememektedirler. Daralan dış pazar, ucuz hammadde kaynakları, ucuz işgücü ve vergi cennetlerine akan sermayeyi güvencesizleştirmekte ve iç pazarı yönetememektedir. Ne var ki büyük sermaye oldukça gönülsüzdür. Zira uzun yıllar sürdürülen sınıf mücadeleleriyle emekçilerin kazanımları, hak ve özgürlüklerin yanısıra, cılız da olsa örgütlülükleri, düşük faizle sosyal devlet uygulamaları emeği pahalı kılmaktadır. Bu yüzden de iç pazar çok karlı değildir. Ve emekçilerin bir şekilde baskı altına alınması ve terbiye edilmesi gerekmektedir. Devletler de, ekonomik iyileşme ve hak kazanma hareketleri ile grevlere taviz vermeyerek; sosyal kazanımları kısıtlayarak; eğitimi, sağlığı ve alt yapı kurumlarını daha fazla özelleştirerek; yerli üretim ve tarım ürünlerini kullanmaya teşvik ederek, yabancı mallar yanısıra yabancı düşmanlığını körükleyerek bunun gereğini yapmaya koyulmuşlardır. Üstelik yabancı işgüçü düşmanlığı yoluyla, sömürünün, işgücünün ucuzlaşmasının, işsizliğin kaynağının yabancılar olduğu yönünde algı oluşturarak, sömürünün ve mevcut durumun gerçek sorumlusunun büyük kapitalistler veya sistem olduğunu gizlemekte, sisteme olan düşmanlığı yabancılara kanalize etmektedirler.

Burjuvazinin işsizliği bitirme çabaları göstermeliktir. Zira burjuvazi yedek işçi ordusuna sürekli ihtiyaç duymakta ve onsuz yaşayamamaktadır. Çünkü bu durum çalışan işçiler üzerinde çok yönlü baskı oluşturmaktadır.

Ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Amerika’da George Floyd olayında görüldüğü gibi ırkçılık karşıtı hareket de aslında zayıf değil ve ani tepkiler gelişerek farklı boyutlara da varabilir. Benzer durum Fransa’da da yaşandı. Adama Tróere için adalet isteyen gençler yasaklara karşın 20 bini aşkın bir katılım ile eylem yaptılar.

Bu da gösteriyor ki özelikle gençler içinde olmak üzere halkta ırkçılık karşıtı bir taban var. Irkçılığa en çok maruz kalan göçmenler ise bu konuda genelde örgütsüz. Hem kendi toplumları içinde hem de bulundukları ülkelerin emekçileri arasında örgütlü değiller.

Göçmen devrimciler bulundukları ülkenin emekçileri içinde örgütlenmeden başarılı olamazlar. Geldiğimiz ülkenin halkları ve onların sorunları bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, bulunduğumuz ülkenin emekçilerinin sorunları ve halkları da bizi o kadar ilgilendirmeli. Bununla birlikte bizler iki kez daha fazla baskı altında kalıyoruz; hem sömürü olarak hem de yabancı düşmanlığı açısından. Son yıllarda artış gösteren ve kapitalizmin her krizi ile birlikte hedefe oturtulan göçmenlere yönelik düşmanlığa karşı bir politikamız ve pratiğimiz olmalı.

Almanya’nın Hanau kentinde yaşanan saldırının ardından Münster’deki Odak Kültür Merkezi’nin düzenlemiş olduğu eylem bu yanıyla örnek alınabilir. Arkadaşlarımız, Alman solcuları ve antifaşist güçler ile birlik olunca başarılı bir protesto gösterisi düzenlediler. Bu ve benzeri durumlara karşı eylem yapmak iyidir ancak devrimcilerin asıl görevi sadece saldırı karşısında eylem yapmak değil, saldırının nedenini ortaya çıkararak, bunların yaşanmamasını da sağlamak olmalıdır.

Bunun için ;

1- Öncelikle ırkçılık ve milliyetçilik üzerinde söyleşiler, paneller ve sohbetler düzenleyip, hem kendi halkımıza hem de yerel halka bunların yarattığı zararları anlatmak;

2- Yaşadığımız ülkenin sol ve antifaşist güçler ile ilişkileri geliştirmek;

3- Sendikal faaliyetlere katılıp, oralarda etkin olmak ve asıl sorunun göçmen emekçiler değil burjuvazinin kar hırsı olduğunu, bu nedenle işsizliğin yaşandığını anlatmak;

4- Parti ve STK’larda yer almak ve burjuvazinin bu politikalarını daha geniş çevrelere duyurmak;

5- Sosyal medya ve dijital alanı da bu anlamıyla kullanmak;

6- Demokratik Entegrasyonu hem göçmenlere hem de yaşadığımız ülkedeki halklara anlatmak;

7- Hepsinden önce ne ve nasıl yapacağımızın bir planı ve amacı olan örgütlenmeyi sağlamak gerekir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.