Düşen dava… Savrulan hukuk (*)

0
259

Eren Aysan

Önceki gün Sivas katliamı davasını izlemek üzere duruşma salonundaydım. İster istemez her davaya gidişimde gözümün önünden film gibi yaşadıklarımız geçiyor. Ankara DGM’de başlayan ilk duruşmada on altı yaşındaydım. Otuz yıl sonra hayatın sunduğu sevinç ve gözyaşıyla, mutluluk ve kederle iç içe geçmiş bir inci tanesi gibi sıralı günleri anımsamak hem yorgunluk hem de tarifi imkânsız direnç yaratıyor. Sanıkların mahkeme heyetine bozuk para attığı zamanlar belleklerden siliniyor. “Şeriat isteriz” çığlıkları bile unutuluyor bir zaman sonra… “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” naraları sararmış mahkeme dosyalarında kalıyor. Yurtdışından getirtilemeyen sanıkların varlığı, kırmızı bültenle arananların ehliyet alması, nikâh kıyması bile sıradanlaşıyor konuşa konuşa… Toplumsal hafızasızlık, demir bir kapı gibi duruyor karşınızda. Ama siz unutmuyorsunuz, unutamıyorsunuz.

***

Sessiz sedasız arka sıralardan üç saat süren davayı izlerken aslında son duruşmamız olduğunu biliyordum. Sivas katliamı davasının da başkaca siyasi cinayetlerin davasında olduğu gibi “zamanaşımı” sözcüğüne takılıp kalacağını, adaletin sağlanamayacağını, mezar taşlarımızın da süreç içinde ıssızlığa gömüleceğinin ayrımındaydım. Karar açıklanınca malumun ilanını bir kere daha dinliyorsunuz, hızlı çabuk adımlarla oradan bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz, gözyaşlarınızı kendinize saklamaya çalışıyorsunuz. Sanki uzun zamandır beklediğiniz komadaki bir hasta yakınınızın ölüm haberini alıyorsunuz. Yine de kaybınızın ağırlığı altında eziliyorsunuz.

***

Dino Buzzati’nin “Tatar Çölü” romanında, askeri okuldan yeni mezun teğmen Giovanni Drogo’nun eylül sabahı ilk görev yeri olan Kuzey Krallığı’nın sınırındaki Bastiani Kalesi’ne gidişi anlatılır. Drago’nun yaşamı, yaklaşık otuz yıl kalede kaldıktan sonra eve dönüş yolunda, bir han odasında son bulur. Aslında kaleye dört aylığına gelmiştir. Bir yanda dik kayalıklarla dağların, diğer yanda Kuzey Krallığı’na ait uçsuz bucaksız Tatar Çölü’nün yanı başında otuz yıl boyunca kuzeyden gelen düşmanı bekler. Benim de adaletin tecelli etmesini bekleyişim, Drago’nunki gibi uçsuz bucaksız bir hiçlik karşısında kocaman bir boşluğa dönüştü. Çünkü Sivas’a imza günü yapmak için giden, şiir konuşmak, şiir söyleşmekten başka bir muradı olmayan, bir doktor aydının kızı olarak yanıtını alamadığım soruları sormaktan başka çarem de yoktu: “Sizin babanız imza günü için bir başka kente gitse ve otel dolusu arkadaşıyla yakılsa, otuz yıl sonra zamanaşımı kararı verilse ne yapardınız?”

***

Çok uzun yıllardır Türkiye’nin okuyan, anlayan insanlarının vicdanında kanayan bir yara: Failleri meçhul bırakılan siyasi cinayetler. Aileler eli erdiğince yakınını unutturmamaya çalışsa da bireysel çaba ve etkinliklerin geniş kitlelere ulaşamadığı bir gerçek. Gerçekleştirilen anmaların da çoğu zaman, alışılageldik bir formaliteyi yerine getirmenin ötesine geçmediği rahatlıkla gözlemlenebilir. Süreçte ailelerin çoğunlukla sonuçsuz bir hukuk mücadelesiyle karşılaştığını ve alanlarının daraldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesine acı deneyimlerden gelen ortaklığı yaşayanların ise bir araya gelip birbirlerinin yaralarını sardığını, dahası yine birbirlerinin yürüyen hukuk mücadelesine manevi destek olduğunu vurgulamak ise şaşırtıcı olmaz. Ne acı ki adaletin sağlandığı ülkelerde ne faili meçhul cinayetler olur ne de aileler kendilerinin ve toplumun yarasını sarmak için sürekli bedel ödemek durumunda kalır! Ancak bu noktada adalet gerçekten de kilit bir sözcük halini alır. Çünkü aslında “zamanaşımı” kararı siyasi cinayetlerde cezasızlığı meşrulaştıran bir olgu. Ne yazık ki cezasızlığın olduğu yerde yeni cinayetler ve katliamlar yaşanır. Ülkede belli bir kesim güvensizliğin içine hapsolur. Böyle bir Türkiye ise karanlığa gömülür.

***

Hayatı iliklerine kadar yaşamak, aşkla, sevdayla, tutkuyla, arzuyla harmanlamak kolay değil. Bizim gibi ülkelerde ise yaşamak ve insanca değerleri savunmak ise bedel ödemekten geçiyor. Yine de hayal ettiğimiz Türkiye’yi yaratmak, öncelikli olarak siyasi cinayetlerden ülkemizi arındırmak, adalet sözcüğünün yıpranmasına engel olmak zorundayız. Çünkü şiirler kulağımıza aydınlık geleceği fısıldıyor: “Bilirim yarın diye bir şey var/ çeliğin su katılmamış yanı/ ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek/ bir yanı var ömrümüzün/ belki birgün gülecek.” (Behçet Aysan)

(*) Bu yazı 16 Eylül 2023 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden alınmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.