Hamza Yalçın
Erdoğan, kurucusu olduğu ve başında bulunduğu tek adam diktasını kuvvetlendirmek için yeni bir “Milliyetçi Cephe” hareketi başlattı. “Milliyetçi Cephe” hareketi Afrin’e savaşa karşı çıkanları bile vatan haini ilan etti. Erdoğan’ın bu kutuplaşma stratejisinin sonuçları neler olabilir ve Türkiye solu ne yapmalıdır?
Erdoğan, Bahçeli’nin MHP’sini, Yazıcıoğlu’nun Büyük Birlik Partisi’ni yanına alarak kendilerini “milli ve yerli” ilan etti. Bu adım Erdoğan’ın saltanatına yani dinci faşist diktaya karşı olanları haliyle “gayrı milli” ilan etmeyi amaçlamaktadır. Gayrı milli damgasını en baştan yiyenlerden biri Türk Tabipler Birliği (TTB) oldu. TTB yöneticileri yayınladıkları bildiride “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri için gözaltına alınmışlardı. Sonra Bahçeli onları vatan haini ilan etti. Ardından da TTB’nin adındaki Türk sıfatı çıkarılması gündeme getirildi. Erdoğan kendisine bugüne kadar çok zayıf muhalefet etmiş olan CHP’yi dahi “milli ihanet partisi” olarak anmaktadır.
Erdoğan’ın “yerli ve milli” kavramlarının içine hem Osmanlıcılığı hem İslamcılığı hem de Türkçülüğü doldurduğunu görüyoruz. Faşist diktatörlük, Türkiye’nin geçmişindeki birbirine çok zıt değerlerin birlikte kullanmaya çalışıyor. Bir yandan Abdülhamit’i diğer yandan Mustafa Kemal’i kullanıyorlar. Erdoğan aynı zamanda, milli ve yerli tanımlarına anti-emperyalizm havası katmaya “ABD’ye kafa tutan bağımsızlıkçı lider” görünümü vermeye çalışıyor. Rejim, “Avrupa bizi çekemiyor, bizi geriletmek ve hatta bölmek için PKK’yı destekliyor” propagandasını kullanmaktadır. Futbol yazarlarından Rıdvan Dilmen Erdoğan’ı övmek için “Parkasız Deniz Gezmiş” demişti. Perinçek’in Vatan Partisi bu propagandaya “Devrimcilik ve Atatürkçülük” adı altında çok aktif katkı sağlıyor. Geçmişte Erdoğan’ın yıktığı rejimin asker efendileriyle işbirliği yaparak ayakta kalan Vatan Partisi geleneği bu konuda çok deneyime sahip olduğu için şimdiki hizmetinin karşılığını da bol bol alıyor. Dergileri el altından kollanıyor, televizyonları ve parti binaları çalışıyor ve işleri yürüyor.
Türkiye’de kutuplaşma
Ülkemizde nüfusun birbirine karşı koşullandırıldığı en büyük kutuplaşmalar arasında Türk-Kürt, Alevi-Sünni, İslamcı-laik kutuplaşmaları bulunuyordu. Erdoğan bu kutuplaşmalara önce AKP-Gülen ittifakı ile onların karşısındakiler ya da başka bir deyimle İkinci ve Birinci Cumhuriyetçiler kutuplarını ekledi. AKP-Gülen ittifakı önce Birinci Cumhuriyetçileri Ergenekoncu ve darbeci diye tanımladı ve toplumu darbeciliğe karşı kendi saflarına çekti. Sol hareketin çok önemli bir kısmı Ergenekoncu ve darbeci ilan edildi. Öyle darbeci çığırtkanlığı yaptılar ki bir kısım solu bile etkileyerek darbeciliğe karşı çıkma adı altında AKP-Gülen ittifakının yedeği durumuna düşürdüler. AKP-Gülen ittifakı sonra Ergenekoncu, Karargahçı gibi suçlamalarla onlara karşı da saldırılara başladı. Ergenekoncu adı verilen Birinci Cumhuriyetçiler tasfiye edildikten sonra Gülen Cemaati Fetöcülük olarak tanımlanarak yeni bir kutup yaratıldı. Gülen Cemaatine karşı mücadelesiyle bilinen gazeteci ve yazar Ahmet Şık’tan Sözcü yazarlarına kadar neredeyse Erdoğan’a muhalif herkes Fetöcü kutbuna itildi.
Suriye’ye karşı yürütülen savaş ile birlikte ülkemizde bu savaşa karşı tavır temelinde laikler ile islamcılar diye ifade edilen din istismarcılarının çevresindeki kitleler arasındaki kutuplaşma yükseldi. Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan ve darbeci olarak gösterilen kitlelerin baş talebi laiklikti. Gezi Direnişi esas olarak aynı kutuplaşmanın ürünüydü ve Erdoğan iktidarını çok ürküttü.
Alevi-Sünni kutuplaşması bilindiği gibi Türk-Kürt kutuplaşmasından çok çok eskidir. Erdoğan içinden geldiği Alevi düşmanı eğilimi Suriye’ye karşı savaş, IŞİD, El-Nusra, ÖSO gibi tarihin gördüğü en kötü sonuçlara götürdü. Erdoğan Alevi-Sünni kutuplaşmasını her dönem kullanırken bir dönem Alevi açılımı adı altında kendi Alevisini yaratmaya da çalıştı. Ancak Alevi kesimde AKP’ye ilgi duyanlar AKP tabanının onları kabul etmemesi sebebiyle Erdoğan’dan uzaklaşmak zorunda kaldılar. Aleviler dinci-laik kutuplaşmasında genelde laik tarafta durmaktadırlar.
Mevcut kutuplaşmalar arasında Türkiye’nin başına en büyük belayı Türk-Kürt kutuplaşması sardı. Türkiye’de siyasal sistemin Kürt gerçekliğinin reddedilmesi üzerine kurulmuş olması Kürt aydınlarının tepkisiyle karşılaştı. Kürt Ulusal Hareketinin 1984 yılında gerçekleştirdiği atılımdan sonra Türkiye’de Türk-Kürt kutuplaşması arttı. 1990’lı yıllarda Kürt ulusal hareketi sorunun barışçıl çözümü yolundaki yaklaşıma ağırlık verdi. Türkiye oligarşisi çözüme yanaşmadığı gibi Kürt hareketine “Ya teslim olacaksın ya da imha edileceksin” alternatiflerini sundu. Öcalan İmralı sürecinde egemen güçlerle uzlaşmak için daha çok çaba sarfettiği halde cesaret edip de onunla anlaşarak bu sorunu çözen çıkmadı. Çünkü iktidar sahipleri birbirinden korkuyordu. Mevcut Kürt hareketi yerine başka bir örgüt olsaydı da kendisine dayatılan o alternatifleri kabul etmezdi. Kürt hareketi direndikçe ayakta kalacağını, kitlelerle buluşarak güç haline geleceğini gördü. Savaş boyunca toplumda Kürt hareketine karşı düşmanlık alabildiğine geliştirildi. Burjuvazi bu düşmanlığa dayanarak Türkiye solunu Türklerden tecrit etti. Bu düşmanlık CHP’yi adeta esir aldı. Şimdi AKP bu düşmanlık sayesinde hem muhalefeti bölüyor hem de iki tarafı birbirine karşı kullanıyor.
Erdoğan iktidara yerleşirken Ergenekoncu adını verdiği Birinci Cumhuriyetçileri devletten ve toplumdan tecrit etmek için Kürt hareketi ile sözde bir barış süreci başlattı. Bu bir tarz ittifaktı. Leyla Zana gibi bir kısım Kürt siyasetçisi Erdoğan’ın iktidara yerleştikten sonra Kürt sorununu çözmek olanağına kavuşacağını düşünüyordu. Çünkü Erdoğan eğer Kürt sorununda barışçı çözüm yoluna girerse atacağı adımı kendisine karşı kullanacak güç kalmıyordu. Erdoğan ise rakiplerini tasfiye ederek ipleri eline aldıktan sonra Kürt hareketini hedef alacaktı.
Erdoğan ne zaman Kürt hareketine saldırdıysa CHP’yi ve ulusalcıları hep yanında buldu. CHP ve ulusalcılar Kürt hareketine ve PKK’ye karşı öyle şartlanmışlar ki onunla geçici ittifak bile yapamıyorlar. AKP, Türkiye’yi IŞİD egemenliğine götürürken bile CHP ve ulusalcılar, laik Kürt hareketiyle birlikte direnmeyi akıl edemediler. Kürt hareketi hakkında kendi yaratmış oldukları “Bebek katili Öcalan ve katil PKK” resmine esir oldular. Oysa Erdoğan kendi iktidarı için hiç korkmadan Sayın Öcalan diyebiliyordu. Bu süreçte Türk kimliği nasıl Kürt kimliğine karşıt olarak şekillendiyse Kürt kimliği de Türk kimliğine karşı şekillendi. Öyle oldu ki Kürt halkını savunan Türkiyeli devrimciler Türk halkından tecrit oldular. Onlara Kürt halkı da güvenmeyecekti. Bu süreçte Türkiye solu içinde bile Türk ve Türkiye kavramları gericilikle ve faşizmle bir görülmeye başladı. Türkiye egemenleri Kürt hareketine karşı ABD ve AB desteği sağlamak için sürekli ödünler verdiler. Kürt hareketiyle savaş politikaları yüzünden halkın özgürlüğü sürekli kısıtlandı. Kürt hareketi ile savaş politikaları yüzünden birinci cumhuriyet dincilik tarafından yıkıldı ve şimdi Türkiye daha kötüye gidiyor.
Türk ulusalcıları Kürt ulusal hareketi karşısında tek çözüm olarak onu ezmeyi ve tasfiye etmeyi gördükleri için hem kendilerini ezen Erdoğan’dan kopamıyorlar hem de Erdoğan’ın niye Suriye ile ittifak yapmak yerine onunla savaştığı sorusuna cevap bulamıyorlar. “Erdoğan Suriye’yi istikrarsızlaştırmasaydı Kürt meselesi bu hale gelmeyecekti. Madem Erdoğan Kürt meselesini çözmek istiyor o zaman niye Suriye hükümeti yerine ÖSO çeteleriyle birlikte davranıyor?” diye soruyorlar. Gerçekten de Erdoğan adeta Kürtlerin Türkiye’ye karşı birleşmesinin ve ayrı bir devlet kurmasının yolunu açmak maksadıyla davranıyor. Ama Türk ulusalcıları aynı eleştirici yaklaşımı kendilerine niye gösteremiyor? Çünkü Kürt-Türk ilişkilerinin savaş ve ezme politikaları temel alınarak gerçekleşebilecek tek çözümü, Türkiye’nin bir beladan diğerine maruz kalarak mahvolmasıyla ve Kürtlerin Türklerden koparak ayrı bir devlet olmasıyla sonuçlanacak çözümdür. Sadece Türkiye’de değil İran’da ve bütün Ortadoğu’da ardı arkası gelmeyen etnik ve dinsel savaşlara yol açar. Türkiye’nin ulusal çıkarlarının korunmasının, Türkiye’de demokrasinin ve özgürlüklerin sağlanmasının biricik çözümü Kürt hareketi ile anlaşmaktan geçmektedir.
Erdoğan’ın Anti-emperyalistliği ve milliliği
Erdoğan ABD emperyalizminin halkları birbirine düşürmeye dayanan Büyük Ortadoğu Projesi adlı emperyalist projesinin eş başkanı olarak Türkiye’nin başına getirildi. İktidarını ABD’ye dayanarak iş başında kaldı. Rakiplerini ABD’ye dayanarak tasfiye etti. Onun anti-emperyalistliği sadece kendi saltanatıyla ilgilidir; ülkemizin ve halkın çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur. Erdoğan’ın anti-emperyalizmi ABD tarafından kullanıldıktan sonra bir tarafa atılmaya itirazdır. İdeolojik olarak El Nusra ve IŞİD anti -emperyalizmine yakındır. Onun milli tarafı çürümüş bir yerli diktatörün milliliği kadardır. Kaldı ki Erdoğan’ın ABD ve İsrail karşısındaki kafa tutmalarının aralarındaki bir anlaşmanın ürünü olması ihtimali dahi hesaba katılmalıdır.
Erdoğan’ın milliyetçi cephe yaklaşımı, ABD ve Avrupa ile kötüleşen ilişkilerine de uygun düşmektedir. Erdoğan, ABD ve Avrupa ile ilişkileri iyiyken, neredeyse Türklük karşıtı durumuna gelmişti. O dönem Türkiye’de Türk’üm demek bile riskliydi. Çünkü Erdoğan’ın ABD ve Avrupa’ya dayanarak ve ayrıca Kürt hareketi ile olsun liberallerle olsun iyi geçinerek muhaliflerini saf dışı etmesi gerekiyordu. Muhalifler o dönem Türkçü geçiniyorlardı. Erdoğan o zamanlar Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girebilmesinin garantisi bile görünüyordu. Şimdi hava tersine döndü ve Erdoğan kendi iktidarını savunmak için ABD-AB karşıtı duruma geldi.
Türkiye’de Avrupa hayranlığı ne kadar yüksek olursa olsun Erdoğan’ın taktiği ona kuvvet kazandırabilir. Türkiye halkı, çoğu halklar gibi, kendinden olanı hem küçümseme hem de abartma eğilimlerini birlikte taşımaktadır. Bu iki zıt eğilim sürekli birbirine dönüşme dinamiğine sahiptir.
Erdoğan’ın yerli ve milli cephesi neo liberal, faşist ve katliamcı bir ümmetçiliğe dayanmaktadır. Bu anlayışla yeni bir millet oluşturulabilir mi? Bir çok insan öyle millet olmaz, diyor. Fakat “Osmanlıcılık anlayışıyla ulus oluşturulamaz”, iddiası doğru değildir. Ulus sonuçta bir tarihsel ve toplumsal bir kategoridir ve onu insanlar oluşturur. Dolayısıyla bu ihtimal teorik olarak tıpkı Türkiye’nin Batı sisteminden kopması gibidir ama gerçekleşmesi çok zordur. Batılı sistemden Erdoğan tarzı “anti emperyalizm” de ümmetçi milliyetçilik de ilerici veya anti-emperyalist değil, gericidir.
Türkiye solu
Erdoğan’ın yerli ve milli cephesi öncelikle 2019 seçimlerini kazanmayı hedefliyor. Afrin’e karşı savaş bu amaçla başlatıldı. Savaş koşullarında muhalefetin gelişmesinin önlenmesi ve ABD ve AB ile Erdoğan’ın ilişkilerinin düzelmesi beklenmektedir.
Erdoğan’ın kurmak istediği sistem, en etkin siyasal güçler arasında laik ulusalcıların, Kürtlerin ve sosyalistlerin aleyhinedir. Bu güçler arasında bir tek Kürt hareketi, örgütlü ve kitlesel olduğu için, ezilmekten kurtulabilir. Türkiye solu ülkemizin aydınları, emekçileri, gençliği ve kadınları başta olmak üzere halkla birlikte direniş örgütlemek için özellikle Kürt ve Türk ulusalcıları arasında birlik sağlanması için çalışmalıdır. Aleviler zaten bu birliğe gönüllü destek vereceklerdir.
Türkiye solu Türk ulusalcılarından etkilenerek Kürt ulusal hareketine kötü gözle bakmamalıdır. Türkiye solu diğer yandan ulusalcıların Türklüğü ve Türkiye kimliğini kötüye kullanmasına tepki duyarak bu kimliklerden uzaklaştıracak tutum ve davranışlara düşmemeye çok önem vermelidir. Sol hareket egemen güçlerin Türk ulusal kimliğini sömürmek için kullandıkları “Türk Ordusu”, “Türk Silahlı Kuvvetleri”, “Türkiye” gibi kimlik ifadelerini olduğu gibi kabul etmemeye özen göstermelidir. Türkiye diktatörlüğün işgali altındaki sevgili yurdumuzdur, Türk kimliği Türkiye’de yaşayan halkın çoğunluğunun kimliğidir. Kürtleri ve Türkleri ezen Türklerin silahlı kuvvetleri ya da ordusu değil egemen güçlerin, şimdi de Erdoğan’ın, ordusudur. Halkı ezen devlet, Türklerin devleti değil Erdoğan’ın diktatörlüğüdür. Türk halkı diktatörlük tarafından esir edilmiştir. Egemen güçlerin geliştirmeye çalıştığı birbirine düşman Türk ve Kürt kimliğine karşı bizler halkların dostluğuna ve zulme karşı ortak mücadelesine dayanan ulusal kimlikler geliştirmeliyiz.
Türkiye solunun Türkiye’yi ilerici ve özgürlükçü yurtsever değerlerimizle birlikte savunmak sorumluluğu var. İşgal edilmiş bu ülke bizim ülkemiz, esir edilmiş bu halk bizim halkımızdır. Ülkemize, halkımıza ve değerlerimize sırtımızı dönmemeliyiz. Ülkemizi ve halkımızı faşizme teslim etmemeliyiz.
22.03.2018