Hüseyin Cevahir’i Anmak 

0
345

Müslüm Yalçın

Yolun düşerse kıyıya bir gün

ve maviliklerini enginin

seyre dalarsan,

dalgalara göğüs germiş olanları hatırla,

selamla, yüreğin sevgi dolu,

çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar

eşit olmayan savaşta

ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden

sana limanı gösterdiler uzakta.

Pierre-Jean de Béranger

Evet, onlar fırtınalarla çarpıştılar; eşit olmayan bir savaşta… Dipsizliğinden enginin yitip gitmeden bize limanı gösterdiler uzakta.

İlk koşucularımızdı onlar; ilk yola çıkan, ilk karı boranı dizleyen, ilk ipi göğüsleyenlerimizdendi. Düşmanın mızraklarıyla ilk karşılaşan, düşmanın ateşinin üzerine ilk koşanlarımızdandılar.

Onlardan önce de mücadele edenler olmuş, mücadeleden düşenler olmuştu; fakat hiçbir çıkış, onların çıkışı kadar yankı yapmamış, onların mücadelesi kadar kucaklayıcı olmamış; onlarınki kadar derin etki yapmamıştı. Onların çıkışı görkemliydi.

Çok kısa zamanda çok büyük işler başardılar. Onları takip edenlerin elli yılda başaramadıklarını onlar, o dar, yokluk koşullarında yalnızca birkaç yıl içinde başardılar. Devrim için mücadeleyi toplumun gündemine soktular; bütün toplumsal, sosyal ilişkileri yeniden sorgulattılar; insanların körü körüne, dinsel tabu gibi inandıkları şeylerin üzerine ışık olup düştüler.

Devrimci dayanışmayı, ölümüne yoldaşlık ilişkilerini, ilkeli, tavizsiz mücadeleleriyle onlar bize gösterdiler.

Neredeyse hepsi de aynı yolda öldüler; hepsinin de kafasında o an tek bir düşünce vardı: devrim yapmak.

Halkların bağımsızlığı ve kurtuluşu için; adalet, özgürlük için, savaşsız, barış içinde yaşamak için bir devrimin gerekliliğine inanmışlardı.

Hepsi de bu mücadelenin silahlarıyla donatıyordu kendilerini; hepsi de bu mücadelenin gerekliliğine inanmakla kalmıyor, kendilerini de bu mücadeleye seferber ediyorlardı. Kendilerini her alanda yetiştiriyorlardı.

Eşitsiz bir savaştı, ama olsun; uyuyan bir toplumu uyandırmak, davalarına sahip çıkmalarını, başka bir yaşam daha olduğunu onlara göstermek gerekti.

Çok vakitleri yok gibiydi; ok yaydan çıkar gibi başlamışlar, düşmanın üzerine atılmışlardı. Ve eşitsiz bir savaştı; öldüler!

İşte bu süreçte bir daha toprağa gömülemeyecek, inkâr edilemeyecek bir biçimde, sert bir savaşla devrim sorunu ortaya kondu, gündeme getirildi.

Maliyeti çok ağır bir savaştı; Türkiye devrimci hareketi en önemli kadrolarını kaybetmişti ama devrim için mücadelenin kaçınılmaz olduğu gerçeğini de ortaya koymuştu.

İşte devrimin, ölümsüzlerin taburundan şehit düşen öncülerinden biri de Hüseyin Cevahir idi.

Bugün onun ölüm yıldönümü, bugün onu anıyoruz.

Onların hayatlarını ve mücadelelerini bilmek, onları anmak; hem bir devrimci sorumluluk, bir görevdir; hem de onların mücadelesine, mücadelemize, devrimci bir davaya olan saygının, inancın gereğidir.

Onları anmak, onların tuttukları yolda yürümek demektir.

Hüseyin Cevahir, Dersim’in Mazgirt ilçesinin Yeldoğan (eski adıyla Sobek) köyünde doğmuştur.

İstanbul Tıp Fakültesi’nde okurken Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne geçiş yapmıştır.

68 kuşağı devrimcilerine baktığımızda, onların öğrenciliğin, devrimci faaliyetlerin dışında çok yönlü entelektüel faaliyetlerin de içinde olduklarını; çeşitli sanatsal, kültürel çalışmalar içinde bulunduklarını görürüz.

Hüseyin Cevahir de öyledir. Kendi kuşağının öncülerindendir.

Çok yönlü bir kişiliğe sahiptir; yaratıcıdır, yeteneklidir, alçakgönüllü biridir. Çevresinde, arkadaşları içinde çok sevilir. Ağırbaşlılığı, olgunluğu nedeniyle arkadaşları arasında “Baba” lakabıyla çağırılır.

Onun mütevazılığına, olgunluğuna, alçakgönüllülüğüne dair yığınlarca şey anlatılır; belgeseller düzenlenir, kitaplar yazılır.

Politik faaliyet içinde birleştirici bir rol oynamaktadır daima. Devrimci mücadeleyle beraber, sanatsal-kültürel alanda da çalışmaları vardır.

Şiirler yazar, öyküler yazar, politik yazılar yazar.

Karakter olarak ağırbaşlı, sakin bir yapısı ve birleştirici bir rol oynamasından dolayı olmalı ki, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi gibi seçkin bir okulda okul derneği başkanlığına getirilmiştir.

Sosyalist düşüncelerle tanışması esas olarak Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde olmuş olsa da, o daha önceden mücadeleye hazır gibidir.

Dersim gibi katliamlar yaşamış, Alevi inancının güçlü olduğu, adaletsizliklere karşı öfkenin büyük olduğu, devlete karşı güvensizliğin bulunduğu bir yerden gelmiştir.

Annesinin nişanlısı Dersim katliamında hayata veda etmiştir.

İçinden geldiği sosyal, toplumsal ilişkiler ve bunun onda yarattığı duyarlılığın sonucu olarak, siyasal olaylara ve toplumsal mücadeleye karşı zaten bir duyarlılığı vardır.

İstanbul Çapa Tıp Fakültesi’nde okurken, sonradan tercihini Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden yana kullanmasında, İstanbul’dan Ankara’ya gelmesinde bunun rolü büyüktür.

Başta Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve daha sonra Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) içinde aktif görevler almıştır.

Bu süreçte Mahir Çayan ile yakın ilişki kurmuş; Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi ve örgütün Genel Komitesi içinde yer almıştır.

Ayrıca Doğu Anadolu Bölgesi sorumluluğunu üstlenmiştir. Hiçbir görevi reddetmeyecek kadar gözüpek ve kararlıdır.

Gittiği yerlerde, tertemiz ve ağırbaşlı kişiliği sayesinde sevilmekte ve itibar görmektedir.

Devrimci düşünceleri ve eylemleriyle, gözüpeklikleriyle artık üniversitelere sığmıyorlardı; üniversiteler onlara dar geliyordu.

1969-70 yılları, dünyada devrimci gençlik rüzgârlarının estiği; savaş karşıtı, emperyalizm karşıtı gösterilerin yükseldiği, giderek iktidarlarla çatışmaya dönüştüğü yıllardı.

Dünyada yaşanan gelişmelerin etkisi ve içinde bulunulan ekonomik-politik koşullar nedeniyle, üniversite gençliği o süreçte çok hızlı bir şekilde politikleşmiştir.

Kendi demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini; halkın bağımsızlık ve özgürlük mücadelesiyle, sınıf mücadelesiyle birleştirerek önlerine devrim hedefini koymuşlardır.

Devrimci mücadeleyi daha ileriye taşımanın çabası içindeydiler.

Hüseyin Cevahir’in de içinde bulunduğu Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi, devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla silahlı soygunlar gerçekleştirmiş; Kadir Has gibi büyük burjuva ailelerinden iş insanlarını kaçırarak fidye almışlardır.

Hapishanedeki arkadaşlarının serbest bırakılması için İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırmaları, tüm dünyada yankı uyandırmıştır.

Ancak iktidar, taviz vermeyen bir tutum sergilemiş; siyasi tutsaklar serbest bırakılmamış ve Elrom öldürülmüştür.

Mücadele tüm hızıyla sürmektedir. Üniversitelerden başlayan mücadele dalga dalga yayılmakta; soygun ve sömürü düzenine, bağımlılık ve kölelik düzenine karşı çıkan isyancıların prestiji her geçen gün büyümektedir.

Burjuvazi, “terörist” olarak nitelendirdiği üniversite kökenli devrimci kadroların halkı daha fazla etkilemesini ve kamuoyu oluşturmasını istememekte; bu nedenle hızlı davranarak onları yok etmek istemektedir.

Ülkede devrimcilere yönelik bir sürek avı başlatılmıştır. Hüseyin Cevahir, 29 Mayıs 1971’de Mahir Çayan ile birlikte kaldıkları bir evde kuşatılmıştır.

Kuşatma üç gün sürmüş; Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir, üç gün boyunca devletin kolluk güçleriyle çatışmışlardır.

1 Haziran günü Hüseyin Cevahir, 28 kurşunla katledilirken, Mahir Çayan yaralı olarak sağ ele geçirilmiştir. Her ne kadar mücadeleleri çok uzun yılları kapsamasa da, onları daha sonra gelecek olanlardan ayıran bazı önemli özellikler vardır.

Seçtikleri hedefler, siyasi amaçlarıyla daima paralellik içindedir. Görüşlerinin, siyasi çizgilerinin, hedeflerinin dışında davranmamış; buna ters düşecek eylem ve tutumlardan uzak durmuşlardır.

Hedefleri ve düşmanları her zaman açıktır: Bu düzenin temsilcileri ve kurumlarıdır. Yığınlarda o günlerden bugüne taşınan şöyle bir düşünce mevcuttur: “Onlar maceracıdır; yürüttükleri dava, gençlik hayalleri ve hevesleridir.”

Oysa onların mücadelesi, davaları ve görüşleri; bir heykeltıraşın, bir ressamın detaylı, sabırlı emeği gibi derinlikli bir çalışma ve uğraş gerektiriyordu. Ve bu mücadele çok riskliydi- ölüm kalım meselesiydi- ve onlar bunun da farkındaydılar.

Hüseyin Cevahir ve yoldaşları, halkın deyimiyle, yaşamlarını kurtarmış; geleceklerini neredeyse garantiye almış bir noktadaydılar.

İsteselerdi, kişisel çıkarlarını ön plana alıp akademik kariyer peşinde koşar, rahat bir yaşam sürebilirlerdi.

Hepsi de çok başarılıydı; hepsi de bulundukları okullarda en başarılı, en yetenekli öğrencilerdi. Onlar için “maceracı” diyenler asıl yanılgı içindeydi; kendi toplumsal davalarına sırt çeviriyorlardı. Oysa onlar, uzun bir emek, ardı arkası kesilmeyen fedakârlıklar gerektiren bir davayı omuzladılar.

Bu, bireysel bir dava değildi; halkın kurtuluşunun davasıydı- toplumsal bir davaydı. Onlar, ölebileceklerini bile bile sürdürdüler davalarını; ve birer birer düşerek toprağa şehit oldular.

Onlar mücadele verirken, davalarını uzun uzun anlattılar, düşüncelerini kitaplara döktüler.

Onlar çok geç anlaşıldı, çok geç… Çünkü bu toplum, on yıllar boyu, yüzyıllar boyu özgürlükten, adaletten, insanca yaşamdan bihaber yaşamıştı.

Böylesi bir değişim fikri, o bilinç, ezilmiş ve korkutulmuş halka yabancıydı.

Biat etmişlerdi kendilerini ezen düzene; yenilmez, yıkılmaz bir devlet, değiştirilemez bir düzen anlayışı vardı kafalarında. Çünkü korkutulmuş, ezilmiş, sindirilmişlerdi.

O eski kuşağın; az çok sınıf bilinci almış işçiler, sosyalistler, komünistler ve bazı aydınlar hariç, neredeyse tamamı böyleydi. Devrimden söz ettiğinde, rahatlarının, düzenlerinin bozulacağını düşündükleri için sana düşman gibi bakıyorlardı.

Devrimci fikirleri, devrim düşüncesini bu toplum içinde yeşertmek zordu ama mümkündü. Bu toplum, kendisini ezen düzenin işbirlikçisi gibi davranıyordu; kasabın bıçağını yalayan koyun benzetmesi buradan doğdu.

Aziz Nesin, yıllarca kitaplarında bunu anlatmaya çalıştı.

Dindar bir aileden gelmişti; temeldeki bozukluğu, dinin nasıl kullanıldığını, toplumun nasıl aldatıldığını görmüştü.

Dini kullanarak halkın sırtından geçiniyorlardı. Din, onların zenginlik kaynağıydı.

Turan Dursun, ilahiyat fakültesini bitirmiş, Diyanet İşleri’ni temsil eden biriydi.

Her şeyi görerek, yaşayarak öğrenmişti.

Din, yığınları yönetmenin bir başka silahıydı; yığınları pasifize etmenin, toplumsal gerçeklerden uzaklaştırmanın aracıydı.

Turan Dursun, bunları kitaplarında açıklamaya giriştiğinde asalak, egemen sınıfların ve köhne karanlık düzenin gözünde bir tehdit haline geldi.

Aziz Nesin de, Turan Dursun da, resmi toplumdan dışlandılar. Turan Dursun öldürüldü, Aziz Nesin ise Madımak Oteli katliamından zor kurtuldu.

Toplumun büyük çoğunluğu, gerici ideolojilerle, dinin etkisiyle, düzenin çok yönlü çabasıyla şekillenmişti. Bu zeminde devrim fikrini, adalet, özgürlük ve bağımsızlık düşüncelerini yeşertmek çok zordu ama mümkündü.

İşte Hüseyin Cevahirler, Deniz Gezmiş ve yoldaşları; Mahirler, İbolar ve yoldaşları bunu başardılar- hem de canları pahasına.

Bütün toplumsal ilişkileri yeniden sorgulattılar; başka bir dünyanın mümkün olduğunu, başka bir biçimde yaşanabileceğini gösterdiler. Kuşkusuz bu mücadele yalnızca onlara ait değildi.

Onlardan çok önce de adalet ve özgürlük uğruna mücadele edenler vardı. Ama onlarınki bir patlama niteliğindeydi.

Aydınlığın, devrimci mücadelenin aşamayacağı bir sınır yoktu. Fikirlerini, aydınlıklarını; özgürlük, adalet ve devrim düşüncelerini her yere taşıdılar. Düzenle cepheden bir savaşa giriştiler. Ancak bu kolay değildi.

Karşılarında, katliamlar yapmaktan çekinmeyen; türlü yöntemlere, hilelere başvuran, yüzyıllardır kemikleşmiş asalak ve sömürücü bir düzen vardı.

Onlar bunu biliyorlardı.

Halkların kurtuluşu için, ucunda ölüm bile olsa mücadele gerekiyordu- bu kaçınılmazdı.

Ve onlar bunu yaptılar.

Ölümünün 54. yılında Hüseyin Cevahir’i saygıyla anıyoruz.

Yaşasın halkların devrim mücadelesi!

Devrim şehitleri ölümsüzdür!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.