KAPİTALİZM KADINLARIN YAĞMALANMASIDIR! [1]

0
1206

Sibel Özbudun

“Kadının esaret altında

tutulduğu bir toplumda,

hiç kimse erkek kadar ağır bir

biçimde cezalandırılmamıştır.”[2]

Zeliha Altuntaş (Komün TV): 25 Kasım’ı geride bıraktık. “Mirabel Kardeşler” nezdinde şiddetin her türlüsünü konuşmak istiyorum.

Devlet şiddeti ve onun içinde ki onu besleyen- onun beslediği erkek şiddetini… Ve bunun biçimlerini… Tarihe ve günümüze baktığımızda Kadınlar savaş ile birlikte fethedilen, işgal edilen toprakların bir parçası olarak tecavüze uğramış, satılmış, köleleştirilmiş ve yurdundan edilmiştir.

Çin asıllı Amerikalı yazar Iris Chang’ın 1997 yayınlanan “Nanking Tecavüzü” adlı kitap ile birlikte İnsan Hakları örgütlerinin çabalarıyla Japonya Asya Kadınlar Vakfı’na 800 milyon Dolar ödedi. Bu bağlamda “Savaş Mekânı” olarak “Kadın Bedeni” üzerine neler söylersiniz?

Sibel Özbudun: İnsan simgelerle düşünür. Nedir simge? Bir “şey”i, kendisiyle herhangi bir ilişkisi olmayan, ama anlamı yaygın ve ortak kabul gören bir başka “şey” aracılığıyla ifade etmek, anlatmak, göstermek. Yüzük ile kişinin medeni hâli arasında hiçbir ilişki yoktur gerçekte, ama sol yüzük parmağında taşınan bir halkanın kişinin evli olduğunu gösterdiğine dair genel bir kabul vardır toplumda. Üzerinde belirli renk ve şekiller olan belirli biçim ve ebatlarda bir bez parçası ile ülke arasında somut, nesnel bir ilişki yoktur ama hemen herkes, bayrağın ülkeye, ulusa işaret ettiği konusunda hemfikirdir.

Simgeler düşünmeyi kolaylaştıran araçlardır. Anlaşılması ve anlatması güç kavramları, bir toplumun üyelerinin ortak deneyimlerinden türetilen simgelerle ifade ettiğimizde, iletişim kolaylaşır.

Öte yandan, simgeler, kimi zaman yoğun duygu kaynakları, güçlü, harekete geçirici motiflerdir. Bu nedenledir ki insanların en yalın, en az yontulmuş duygularını denetlemeye, harekete geçirmeye talip din ve milliyetçilik gibi ideolojiler, bu tip güçlü simgelerden bolca yararlanır.

Beden, bu anlamda bu “yontulmamış” duyguları harekete geçirmede başvurulan zengin bir simgeler kaynağı. Bedenden kaynaklanan simgeler o denli “hakiki”dir ki, onların “simge” olduğunu bile düşünmez, sahihliklerinden asla şüphe etmeyiz. Örneğin “beş parmağın beşi bir değildir”, dolayısıyla da insanlar arasında eşitlik mümkün olamaz. İşçiler, köylüler, yoksullar “ayak” takımıdır ve ayaklar “baş” olmaya kalkışmamalıdırlar; bayraklara rengini veren “kan”dır vb.

Aslında birer toplumsal-kültürel deneyim olan kadınlık ve erkeklik, ya da toplumsal cinsiyet alanı da bu türden “yoğun” simgesel kaynaklar arasındadır. Kadınlığımızı ya da erkekliğimizi sürekli ve gündelik olarak deneyimleriz ve bu deneyimleri “doğal” kabul ederiz. Bu anlamda kadınlık ve erkekliğe atfedilen anlam ve değerler, başka alanlara başka alanlara transfer edildiğinde, “doğallıkları”nı, deneyimlenebilirliklerini o alanlara taşırlar.

Uzunca bir girizgâh oldu belki, izninle şöyle açımlayayım: Milliyetçi ideolojiler, devleti genellikle “eril” olarak tasavvur ederler. Dolayısıyla devletler erkeklere atfedilen tüm değerleri haizdir: otoriter, güçlü, koruyucu-kollayıcı. Kuşku yok ki devletlerin en katı uzuvlarından biri olan ordular da erkektir ve erilliğin en koyultulmuş, en vurgulu özellikleriyle tanımlıdırlar: sert, acımasız, güçlü, gözüpek, becerikli, savaşkan… Öyle ki, -bunu bir arkadaşımdan dinlemiştim- eğitim sırasında birliklerine iletişimde kullanılmak üzere birer kod seçmeleri istendiğinde, “kartal, şahin, atmaca, pars” vb. isimler desteklenirken, “civciv, kelebek, serçe” benzeri isimler disiplin soruşturması gerekçesi sayılır.

Buna karşılık, erkek olan devletin koruması ve kollaması altındaki “vatan” ve “millet” dişildir. Ve dişil olana, “ana”dırlar, “bacı”dırlar, “helalli”dirler. Eril bedenin önünde kendini siper etmesi, uğruna tereddütsüz ölümü göze alması gereken “namus”turlar.

Ama eril tahayyülde kadın, ikircimli, tehlikeli bir varlıktır: “kutsal” ve “dokunulmaz”- olduğu kadar “kirli”/”kirletilebilir” bir varlık. Bunun tercümesi, “bizim” kadınlarımızın “kutsal” olduğu, dokunulmaz kalması için ölümü göze almamız gerektiği kadar, öteki kadınlar, düşmanın kadınları, aşağılanması, zapt ve işgal edilmesi, kirletilmesi gereken kancıklardır. Zafer, bir erkek ordunun, bir başka erkek orduyu alt etmesiyle tamamlanmaz; zaferin kesinleşmesi için muzaffer ordunun erkeklerinin, mağlupların “vatan”larını (topraklarını), “millet”lerini (sivil halkı) ve “namus”larını (kadınlarını) tarumar etmesi gerekir – savaşın yazılı olmayan yasalarına göre… Yenik bir ordunun bütünselliği ancak evleri yakılıp-yıkıldığı, kadınlarına tecavüz edildiğinde tam olarak dağıtılır, zafer garantiye alınmış olur.

Bu nedenledir ki, uluslararası sözleşmeler, yazılı kurallar ne derlerse desin, savaşları tarih boyunca kadınlara, kız çocuklarına toplu tecavüzler izlemiştir. Böylelikle, örneğin Mısırlı ilahiyat profesörü Suad Salih (ki kendisi de kadındır), “meşru savaşlardan” esir alınan düşman kadınlarına zaferi garanti altına almak için tecavüz edilebileceğini söylemektedir. Ya da Fatih Altaylı, Gülay Göktürk’ün TSK’na ilişkin sözlerini eleştirirken, “Hanımefendi belki farkındasınız, belki değilsiniz ama o ordu sizin bacak aranızı da koruyor… Türk ordusuna sallayan hanımefendi bilmelidir ki, Türk ordusu Türkiye’nin sınırlarını korur. O sınır ne yazık ki, kadınlarımızın bacak arasına kadar uzanır,” demektedir.

Tabii bir savaş alanı olarak kadın bedeni metaforu, sadece tecavüzle ilintili değil. Savaşın ağırlıklı olarak kadın ve çocukların yaşamlarında yıkıntılar yarattığı da tüm savaşların gösterdiği bir hakikat. Yerleşimlerin yıkımı, geride kalan yüz binlerce dul ve yetim, yerinden yurdundan olup yabancı ülkelerde sığınmacı olarak yaşama zorunluluğu, savaşın getirdiği yoksulluk ve yoksunlukla baş etme hâli… Üstelik de kadınlar tüm bu meşakkatlerle çocuklarına miras bırakacakları hiçbir kahramanlık öyküsü olmadan katlanırlar çoğunlukla.

Evet, gerçekten de diyebiliriz ki savaşın esas alanı, kadınların bedenleri ve yaşamlarıdır…

ZA: Dönem dönem tüm dünyada Kürtaj Yasası gündeme geliyor. Kapitalizm bir taraftan işçi sınıfının yeniden üreticisi olarak Kadınları Aile, ev içine hapsederek bir yandan da ucuz işgücü olarak sömürüyor. Bunu 3K politikaları çerçevesinde (yani Mutfak kilise, cami, çocuk) İtalya da Mussolini, Almanya’da Hitler ve Türkiye de AKP iktidarı ekseninde nasıl değerlendirirsiniz?

SÖ: Bu doğrudan kapitalizmle ilişkili bir durum. En çok da kapitalizmin neoliberal evresiyle. Malum, neoliberalizme “yeni muhafazakârlık” (şu meşhur ve mahut “neo-con”lar) olarak adlandırılan bir kültürel iklim eşlik etti. 1960’lı yıllar ve sonrasında özgürlüklerde “aşırı”ya gidildiği, işçilerin, emekçilerin, gençlerin ve kadınların fazlasıyla -deyim yerindeyse- “şımardığı”, fazla başıboş kaldıkları, din, aile gibi “kutsallar”ın zedelendiği, yıpratıldığı, ahlâkın düşkünleştiği, toplumun yozlaştığı, demografik dengelerin bozulduğu, bu durumun ulusları tehdit ettiği yolundaki söylemlerden söz ediyorum.

Şurası vurgulanmalı: Yeni-muhafazakârlık, neoliberalizmin ikiz kardeşidir. Çünkü neoliberalizmin “liberalizm”i sadece ve sadece sermaye hareketlerinin, meta akışının serbestleştirilmesiyle ilgilidir, büyük şirketlerin kârının azamileştirilmesiyle ilgilidir. Kârın azamileştirilmesi, genel özgürlük alanının daraltılmasını gerektirir: işçilerin örgütlenmesi, sınıf mücadeleleri, emeğin dolaşımı, insanca bir yaşam standardına sahip olmak, istihdam güvencesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinden bedelsiz yararlanabilmek… Temel hak ve özgürlükler iki yoldan sınırlandırılır: bir yandan sermayenin işgücünün ucuz ve örgütsüz olduğu coğrafyalara (örneğin Doğu ve Güneydoğu Asya, Kuzey Afrika, Latin Amerika…) aktarımıyla; ikincisi ise içeride emeğin deregülarizasyonu aracılığıyla: istihdam güvencesinin ortadan kaldırılması (hatırlayın, AKP’li vekil Ahmet Sorgun geçtiğimiz günlerde “Türkiye’de kriz yok, insanlar iş beğenmiyor” mealinde bir açıklama yapmıştı!) esnek çalışma uygulaması, örgütsüzleştirme, taşeronlaştırma… Ücretlerin genel düzeyi böylece en alt seviyelere çekilirken, kârlar uçuşa geçer.

Kadınlar, kadın emekçiler açısından bu süreç iki düzlemde işliyor: ücretlerin düşürülmesi ve kamusal hizmetlerin özelleştirme talanına açılması sonucu yoksullar açısından erişilmez hâle gelmesi sonucu ailenin temel gereksinimlerinin ücretsiz olarak kadınların sırtına yüklenmesi.

Bunun için egemenlerin elinde müthiş bir silah var: ataerki. Ataerki, ev-içi görevleri, yani yeniden üretimci faaliyetlerin hemen tümünü kadınların sırtına yıkan, erkeği evin temel ekmek getiricisi, kadını ise çocukların bakımı, evin sürdürülmesi gibi hizmetlerden sorumlu kılan geleneksel işbölümünün kutsanmasıdır.

Bu “işbölümü”nün kadınlar tarafından içselleştirilmesi, kapitalist sistem açısından müthiş bir değer taşır, çünkü kadınların, çalışıyor olsalar da kendi emeklerini ikincil olarak görmeleri, “aile bütçesine katkı” ya da “evliliğe hazırlık” vb. amaçlarla çalıştıklarını düşünmeleri, onların talepkârlık düzeyini asgaride tutar.

Öyle ya, iş piyasasında nasıl olsa geçiciysem, kıdem tazminatı, emeklilik hakları, daha iyi çalışma koşulları, hatta daha yüksek ücretler için neden mücadele edeyim ki? Çeyizimi düzünce, evlenince, çocuğumu doğurunca, borçlarımızı ödeyince işten ayrılır, “asli görevi”me veririm kendimi. Çocuklarımla, çamaşırla, bulaşıkla, ev işleriyle daha fazla ilgilenirim. Hem de aile huzurumuz bozulmaz… Ya da evde yapılan parça başı işlerle, yarım zamanlı işlerle kazanırım ekmeğimi.

Dahası, eğer geleneksel olarak bana kabul ettirilen, benim de içselleştirdiğim işbölümü uyarınca, analık “kutsal” bir görev ise, analık ve kadınlık vazifelerimi hiçbir karşılık beklemeden yerine getirmeye çalışırım: çocukların, yaşlıların, hastaların bakımı, ev işleri, çocukların eğitimine destek… yani dadılık, bakıcılık, aşçılık, bulaşıkçılık, temizlikçilik, hemşirelik, öğretmenlik vb. görevlerini bilabedel üstlenirim: hatta çalışıyor olsam da… Böylelikle kamuyu kreş, anaokulu, servis, huzurevi, kantin, hastane işletmek vb. “gereksiz” masraflardan kurtarır, bu alanların bu işleri kâr kapısına çevirecek, yani yüksek ücretli çocuk yuvaları, öğrenci yurtları, huzur evleri, özel hastaneler, okulları açıp işletecek özel sektöre yolu açarım.

Bu nedenledir ki “ailenin (yeniden) güçlendirilmesi”, kürtaj hakkının sınırlandırılması hatta yasaklanması, boşanmaların güçleştirilmesi gibi tedbirler kapitalizmin hem yasal düzenlemeler hem de ataerkil ideolojinin güçlendirilmesi anlamında hep gündeminde olmuştur¸ hele ki ücretlerin düşürülmesinin özel bir önem arz ettiği kriz dönemlerinde…

Hitler Nazizm’inin “kinder-küche-kirsche”si bu bağlamdan soyutlanamaz: Unutulmasın, Almanya’da 1922 başlarında 1 ABD doları 1000 marka eşitti. Bu miktar Kasım 1922’de 6000 marka, 4 Ocak 1923’de 8000 marka yükseldi. Bir hafta kadar sonra, 15 Ocak 1923’de 1 ABD doları 56 000 marka eşitlenmişti. Ve aynı yılın Eylül ayı başlarında 1 dolar 60 milyon markı gördü. 1923 sonlarında ise mark tedavülden kalkmıştı; insanlar alışverişlerini ya altın ya da trampa usulüyle gerçekleştirmeye başlamışlardı. Mark öylesine değer yitirmişti ki ya yakılarak ısınmada kullanılıyordu ya da duvar kâğıdı olarak… Yani Nazizm derin bir ekonomik krizin çocuğudur. Bu krizden çıkmak bir yandan Almanya’nın hayat alanını genişletmek, yani işgal ve ilhaklar, bir yandan da işgücünü alabildiğine ucuzlatmak ile mümkün olabilecekti. Böylelikle Alman Faşizmi kadınları 3 K’ya çağırırken, aslında (kadınları profesyonel alanlardan -yöneticilik, mühendislik, akademisyenlik, doktorluk vb.- sürerek bunları erkeklere açmak dışında) kadın emeğinden vaz geçmiyor, sadece onu ucuzlatıyordu. Nazizm döneminde yüz binlerce kadın işçi olarak çalışmayı sürdürdü; ama boğaz tokluğuna ve “kutsal” analık görevlerinden asla feragat etmeksizin.

AKP iktidarının kadınları “aile”ye geri çağırmasının gerisinde de büyük ölçüde bu mantık var: Bir yandan ideolojilerini toplumun derinliklerine nüfuz ettirerek toplumu İslamlaştırma çabası; ama bir yandan da kadın emeğini alabildiğine ucuzlatarak, ucuz emek aracılığıyla küresel piyasada kendine bir yer açabilmek. Unutmayalım ki AKP Anadolu sermayesinin partisidir; “din kardeşliği”nin, tevekkülün, kıtla kanaat etmenin, bu dünyadansa ahreti hak etmenin, alın yazısına inancın başat değer olduğu ve işçi-patron ilişkilerini biçimlendirmede önemli bir rol oynadığı bir coğrafya. Marmara bölgesindeki sınai ilişkiler sendikacılık, grev, direniş, fabrika işgalleri, toplu sözleşme gibi sınıf mücadeleleri terimleri çerçevesinde biçimlenirken, KOBİ’lerden palazlanan “Anadolu kaplanları” işçilerine kurban eti dağıtarak, Cumaları aynı camide saf tutarak, işçi ailelerine fitre-zekat desteği sağlayarak, grevin, boykotun Siyonistlerin işi olduğu, haram olduğu yolunda vaazlar verdirerek… işçilerini denetim altında tutmaktaydı.

Kadın işçiler söz konusu olduğunda, onları evlerinde, mahallelerinde parça başı üretimde çalıştırmak, ya da bir-iki yıl asgari ücretle (ya da onun altında) çalıştırıp sonra kapı dışarı etmek, ama bu arada düğününde bir çeyrek altın takarak “baba patron” görüntüsü vermek, çok daha kârlıydı.

Özetle, muhafazakârlık hem bir dünya görüşünü başat kılarak toplumu kontrol altına almanın, hem de ücretleri düşük tutmanın aracıdır; hele ki “modernite” ve içerdiği tüm iddialardan vaz geçerek sadece “kârın azamileştirilmesi”ne odaklanan kapitalizmin neoliberal evresinde… Kadınlar açısından bu, bir yandan emeklerinin alabildiğine ucuzlatılması, bir yandan da aile ideolojisiyle sarmalanarak yeniden üretimci rollerinin vurgulanarak bu alandaki hizmetleri bedelsizce üstlenmelerinin sağlanmasıdır.

ZA: İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal’ den (IUB- DE) Kadınların 17 Ekim günü” Pandemi ve Kapitalist Kriz” : “Kadın Mücadelesinin Rolü “ başlıklı uluslararası çevrimiçi buluşmasında Türkiye, Arjantin, Şili, Brezilya, İspanya, Portekiz ve Dominik Cumhuriyetinden ve bazı diğer ülkelerde kadın aktivistlerin katıldığı sanal konferansta kapitalist hükümetlere karşı Feminist Hareketin ve işçi sınıfının birlikte mücadelesinin önemi vurgulandı. Buluşmada oylanıp kabul edilen Politik kampanyalarını nasıl yorumlarsınız?

SÖ: İzninle bu soruyu yanıtlamaya, tarihsel bir hatırlatma ile başlayayım. “Kadın özgürlüğü” sorunsalı, Avrupa’da münhasıran kadınların eşitliğini savunan bir ideoloji olarak Feminizm’in ortaya çıkışını önceler.1789 devriminden esinlenen ve onun getirilerini daha ileriye taşımak isteyen Avrupalı radikal devrimciler, cinsiyetler arasında tam eşitlik şiarını, tam demokrasi, sınıfların ortadan kalkması ve uluslara özgürlük şiarlarıyla birlikte yükseltiyorlardı. Onlar “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganında özetlenen ortak bir siyasal hareketin, yani aynı zamanda hem ulusların özgürlüğünü, hem sınıfların ortadan kalkmasını, hem de kadınların kurtuluşunu gerçekleştirmeyi hedefleyen bir siyasal hareketin unsurlarıydı.

Bu devrimci dalga 1848 devrimlerinin Avrupa’da yenilgiye uğraması sonucunda dağıldı. 19. Yüzyılın ilk yarısı radikalizminin bileşenleri, yenilginin ardından birbirinden ayrışarak tekilleşti: ulusal kurtuluş, kadınların eşitliği ve işçi sınıfı hareketlerinin gündemleri ayrıştı. Her biri radikalliklerini törpüleyerek varlığını bir süre daha devam edeceği anlaşılan kapitalizm koşullarında sürdürmeye uyarladı kendini: sendikacılık, milliyetçi hareketler, feminizm…

Ancak 19. Yüzyıl sonlarında Paris Komünü’yle birlikte yeniden yükselişe geçen ve Ekim devrimine giden yolu açan işçi sınıfı radikalizmi, gerek ulusal sorunu (UKKTH olarak) gerekse kadınların kurtuluşunu yeniden bünyesinde mecz edecekti. Böylelikle, 19. Yüzyıl feminizmi sınıfsal bir yarılmadan kaçınamadı; burjuva bir “eşitlik” anlayışının sınırlarıyla yetinenler ile kadınların kurtuluşu ile emekçi sınıfların kurtuluşu, yani kapitalizmin ortadan kaldırılması arasındaki bağlantıyı kabul edenler arasında bir yarılma…

Günümüzde “ikinci dalga feminizm” olarak kabul eden ve daha çok 68’in özgürlükçü ortamından türeyen kadın hareketlerinin üzerinden atladığı bir yarılmadır bu…

Kanımca bu “lapsus”un nedeni, kısmen 68 dalgasının 70’li yılların büyük krizi karşısında kapitalizmin neoliberalizme dümen kırması karşısında kırılması, sosyalist sistemin dağılması gibi gelişmelerin, büyük bir hızla sınıf temelli siyasetlerin çözülerek yerlerini “kimlik politikaları”na bırakması idi. Böylelikle, ikinci dalga feminizm büyük bir hızla kendini bir “kimlik” hareketi olarak tanımlamaya yöneldi: taleplerini bir cinsiyetin diğeri tarafından ezilmesine karşı duruşla sınırlandıran, ve bunu diğer tüm tahakküm ve sömürü biçimlerinden soyutlayan bir politika yapma tarzı. Kadınlar zaman zaman diğer mücadele eden toplumsal kesimlerle yan yana düşebilirlerdi, çevreciler, hayvan hakları savunucuları, etnik gruplar, işçiler… Ama kadın mücadelesi kendi bağımsız gündemine sahip olmalıydı, çünkü kadınlar üzerindeki tahakküm (ve kimi feminist varyantlara göre sömürü) diğer tahakküm biçimlerinden özerk bir mantığa dayanıyordu: erkek egemenliği.

Bu, ister istemez kadınların taleplerini “kültürel alan”la sınırlayan bir yaklaşımdır. Ekonomi politik’den soyutlanmış, ondan ayrı olarak tahayyül edilen bir kültürel alan. Kültürde değişiklikler yaparak hayatı dönüştürmeyi hedefleyen bir naivite.

Ancak sanırım kapitalist sömürü sisteminin (yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım tarzda) ataerkini nasıl durmaksızın yeniden ürettiğini, kadınların yeniden üreticilik rollerini vurgulayarak ve onu adeta bir “fıtrat”a dönüştürerek kadın emeğini nasıl ucuzlattığını yaşayarak gördükçe kimlik politikalarının, anti kapitalist mücadeleden yalıtlanmış bir kadın mücadelesinin nasıl nafile olduğu, giderek nasıl ÇUŞ’ların yararına kullanılabildiğini kavrıyorlar.

Bu bakımdan sözünü ettiğin buluşmadan çıkan eğilim, bence hayırlıdır.

Ama kişisel kanaatim, ideal olanın eşitlik, özgürlük ve yaşamı hedefleyen mücadelelerin emek eksenli birleşik ve bütünsel bir antikapitalist mücadelede buluşması. Ataerkinin tasfiyesinin, her türlü ayırımcılığın tarihin çöplüğüne atılmasının ve emekçilerin sınıfsal sömürü ve tahakkümden kurtuluşunun, sınıflı toplum yapısına karşı savaşımın birbirinden soyutlanamaz veçheleri olduğunu düşünüyorum çünkü…

ZA: Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğinin en az olduğu ülkelerde bile Kadın cinayetlerinin ve Kadına olan şiddetin devam etmesi Kuzey Paradoks şeklinde açıklanıyor. Siz bunu nasıl değerlendirirsiniz?

SÖ: Kanımca aslında İskandinav ülkelerinde kadına yönelik şiddetin Avrupa ortalamasını geride bırakması, tam da burada anlatmaya çalıştıklarımı örnekliyor. “Kadına yönelik şiddetin engellenmesi”, hatta tek başına “kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik önlem dizileri” (iktidar organlarında kadın temsilinin arttırılması, tüm eğitim basamaklarının kadınlara açılması, kadın istihdamının teşvik edilmesi, vb. vb.) ataerkinin tasfiyesinde önemli adımlar olmakla birlikte, “nihai” değildir, olamaz. Çünkü ataerki salt kadın ile erkek arasında bir konu değil. “İktidar”ı mümkün kılan, insanlar arasındaki eşitsizlik sorununa mündemiç bir hâl… Kadına yönelik eril şiddeti ortadan kaldırmak istiyorsanız, insanlar arasında eşitliği sağlamalı, yetmez, eşitlikçi, paylaşımcı ve kolektivist bir ethos’u yerleşikleştirmek için çabalamanız gerekir. Yoksa en mükemmel sözleşmeler, en kusursuz yasal düzenlemeler, en iyi niyetli kurumsallaşmalar etkisiz kalır.

“İskandinav sosyalizmi” söylenceleri bir yana, bu kuzeyli serbest piyasa “cennetleri”nde eşitsizlik gün geçtikçe büyüyor. Örneğin bugün Norveç’te yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus yüzde 8’e ulaşmış durumda, nüfusun en zengin yüzde 10’luk dilimi, servetin yarısından fazlasını elinde tutuyor. Durum İsveç ve Danimarka’da da farklı değil, bu ülkelerde de en zengin yüzde 10, ulusal servetin yüzde 60 ila 70’ini denetlemekte. İsveç’te nüfusun yüzde 18.3’ü, yani 1.8 milyon kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı hesaplanıyor. Evsizlerin, özellikle de kadın ve çocuklar arasında yaygınlaştığına, çalışan yoksulların sayısının arttığına, emeklilerin gelir düzeylerinin düştüğüne dair raporlar, İskandinav ülkelerinde sık sık gündeme geliyor.

Öte yandan hiçbir İskandinav ülkesi kapitalizmin bireyci ve rekabetçi ethos’undan, tüketim toplumunun yabancılaştırıcılığından, hiçleştiriciliğinden bağışık değil. Porno özgürlüğü, alkol-uyuşturucu kullanımının yaygınlığı, özellikle Finlandiya’nın DSÖ sıralamasında ön sıraları zorladığı intihar oranları…

Bunlar hiç de şiddetin, özellikle de kadınlara yönelik şiddetin engellenmesini sağlayacak bir ortama işaret etmiyor.

ZA: Bolivya” da “ Erkek egemenliğini ve sömürgeciliğini” ortadan kaldırma bakanlığı kuruldu. Böyle bir talebi Türkiye için dillendirmek çok mu ütopik olur?

SÖ: Kuruldu kurulmasına, ama… bir darbeyle devrilip yurtdışına çıkmak zorunda bırakılan Evo Morales’in “halkçı-yerlici-sosyalizan” partisi MAS’ı yeniden iktidara taşıyan Ekim 2020 seçimlerinin ardından kuruldu. Türkiye’nin bugünkü iktidarı ise, bırakın “erkek egemenliğini ortadan kaldırma bakanlığını” “kadın” sözcüğünün kullanılmasına dahi tahammülü yok. Biliyorsun, Türkiye Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) 1985’de imzaladı. Bu sözleşme gereği Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini sağlamak ve kadına karşı ayırımcılığı önlemek misyonuyla 1990’da Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü kurulmuştu. AKP iktidara gelir gelmez ilk icraatlarından biri bu müdürlük ve bağlı olduğu devlet bakanlığının adını Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı olarak değiştirmek oldu. Ama aile içinde olsa da “kadın” adının müstakilen kullanılması “muhafazakâr” iktidarı rahatsız etmiş olacak ki, 2011’de bu bakanlık kaldırılarak yerine “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” ihdas edildi. Bitmedi; Meclis İçtüzüğünde değişiklik yapılarak Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun (KEFEK) kaldırılarak “Aile ve Sosyal Politikalar Komisyonu”na dönüştürülmesi yolunda teşebbüs muhalefetin ve kadın örgütlerinin sert tepkileri sonucu durduruldu.

Bugün kadınların durumuna, “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı” bakıyor.

Yalnızca bu bakanlığın serüveni dahi, AKP’nin kadın politikaları konusunda bize çok şey anlatıyor: “Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği”nden, kadınları (işin çarpıcı tarafı, işçilerle birlikte) “garip-gureba”dan gören, ancak “zayıflar ve yardıma muhtaçlar” kategorisinde değerlendiren ve münhasıran “aile” içerisine yerleştiren “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler” Bakanlığı’na…

Aile içi şiddete uğrayan, kocalarından şiddet gören kadınları “Siz de tahammül gösterin, sabırlı olun, serkeşlik etmeyin, kocanız sizi döverse en sevdiği yemeği yapıp, ‘ne kabahat işledim ki beni dövüyorsun, söyle hatamı düzelteyim’ deyin” diye “ikna etmeye” çalışan Diyanet’in seferber edilmesi rastlantı değil. AKP’ye göre kadınların şiddet görmesi, füruattandır, yen içinde kalması gereken kırık koldur. Ve bu mahalle bekçisinden savcısına-yargıcına, bakanlık bürokrasisine, en tepelere kadar tüm bir idari mekanizmanın ortaklaştığı bir tutumdur. Neticesi… sözcüğün tam anlamıyla, “nasıl olsa indirim alırım” diye sözcüğün tam anlamıyla “vur deyince öldüren” eril şiddet…

Yani bugünkü iktidar koşullarında “Erkek Egemenliğini Tasfiye bakanlığı” bir ütopya bile değil, ne yazık ki. Ama yarın öbür gün bu coğrafyada köklü bir değişim gerçekleştirebilir, sosyalist bir dönüşüm sağlayabilirsek eğer, hayatın her alanında toplumsal cinsiyet rollerinde, kadın erkek ilişkilerinde köklü bir değişikliği gerçekleştirmeye yönelik en radikal tedbirleri alacak organları yaratmak, şarttır.

ZA: Ebru Pektaş bir yazısında “…. yıkılan duvarlardan, çözülen sosyalizmlerden sonra bugüne bakıldığında, adına geri tepme denilen kadın düşmanlığının gemi azıya almasında sosyalizmin olmadığı bir dünyada yaşamamızın önemli bir etkisi vardır. Kısacası, yıkılan duvarların üstünde yükselen yeni dünya düzeni sosyalizm kaybedince kadınları da kaybetmiş saymıştır..” yazmıştı. Sosyalizm kaybedince kadınlar da kaybetmiş mi oldu?

SÖ: Yüzde yüz! Beğenilsin beğenilmesin, eleştirilecek bütün yönleriyle reel- sosyalist sistemin işçi-emekçiler ve ezilen halklar için bir direnç kaynağı, bir umut ışığı ve bir dayanak olduğu, sistem dağıldıktan sonra açığa çıktı. Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte kapitalizm küresel ölçekte emek üzerine görülmemiş bir saldırı başlattı. Sosyalizmin emekçiler için bir çekim odağı olmaktan çıkması, kapitalist sistemin elini büyük ölçüde ferahlatmıştı; bu tehditten kurtulur kurtulmaz, bir yandan daha önce de sözünü ettiğim gibi, üretimi işgücünün bol, ucuz ve örgütsüz olduğu Güney ülkelerine kaydırarak, bir yandan da Kuzeyli işçi sınıfını “deregülarize” ederek, örgütsüzleştirerek, yarı-zamanlaştırarak, taşeronlaştırarak, sosyal güvenceleri budayarak üretim maliyetlerini alabildiğine düşürme yarışına girdi. Hatırlar mısınız bilmem, 12 Eylül darbesinin hemen ardından TİSK’in başkanı Halit Narin “Bugüne kadar işçiler güldü; artık gülme sırası bizde,” demişti. Bu aslında küresel bir replik!

Bu saldırıdan kadınlar paylarına düşeni hem emekleri, hem bedenleri hem de kimlikleri açısından bolca aldılar. Emekleri açısından niteliksizleştirilip en düşük ücretli işlere yığıldılar. Bedenleri açısından bir yandan yoğunlaşan sömürü, yaygınlaşan bölgesel çatışmalar, iklim felaketleri nedeniyle yerlerinden yurtlarından olup güvencelerini yitirerek şiddete çok daha açık hâle geldiler, bir yandan da kadın ve çocuk bedenleri fuhuş, organ ticareti ve köle mafyasının avlağına dönüştü. Ve kimlikleri açısından, neoliberal yükselişe eşlik eden “post-” ideolojiler döneminde laikliğin değer yitimine uğraması ve köktendinciliğin

dünyanın her yerinde yükselişe geçmesi sonucunda kadınların kamusal kazanımlarında bir geri püskürtülme yaşanacaktı. Bu özellikle İslâmî Ortadoğu için geçerli; ama örneğin radikal Hinduizm’in bir siyasal kimlik iddiasına dönüştüğü Hindistan’da toplu tecavüzler ve kadın katliamının neredeyse cezasız kalması, “Hıristiyan değerler”i merkeze alan örneğin Victor Orban’lı Macaristan, Bolsonaro’lu Brezilya, Trump’lı ABD’de eşitliğin, kürtajın, LGBTI haklarının saldırıya uğraması…

Sosyalist sistemin çöküşünün kadınlar için kara günlerin habercisi olduğu, aslında Glasnost/ Perestroika günlerinde SSCB’ni likide etmekle tarihe geçen Gorbaçov’un söylemlerinde ortaya çıkmıştı. Gorbaçov tasfiye öncesinde Sovyet kadınlarına seslenerek, “SSCB için büyük kahramanlıklar yaptınız, bu ülkenin inşasında payınız büyüktür, ama artık yoruldunuz. Biraz kenara çekilin, evlerinize dönün, çoluğunuzla çocuğunuzla ilgilenin, hem gençlerimiz sıcak aile yuvasına kavuşsun, hem de biz sizin çalışmanızın getirdiği ağır maliyetten kurtulalım” yollu konuşmalar yapıyordu. Sovyet sisteminin gerçekten de kadınların üzerine yıkıldığını söyleyebiliriz. Dağılan cumhuriyetlerden milyonlarca kadın işsizlik, birden yüzlerce kat katlanan fiyatlar, sosyal desteklerin kesilmesi, o güne dek ücretsiz olan hizmetlerin apansız el yakar hâle gelmesiyle karşı karşıya kaldı. Bir kısmı ülkelerinde kalıp hayat pahalılığıyla, yoklukla, baş etmeye çabalarken yüz binlerce yüksek kalifikasyon sahibi kadın dadılık, aşçılık, bulaşıkçılık yapmak ya da beyaz kadın ticaretine hedef olmak üzere yurtlarını terk etti…

Gerçekten de o duvar tüm emekçilerin üzerine çöktü, doğrudur; ama en omuzlarındaki çifte yük nedeniyle en çok kadınların üzerine çöktü.

N O T L A R

[1] 6 Aralık 2020’de Komün TV’de Zeliha Altuntaş’ın hazırlayıp sunduğu “Mirabel Kardeşler Nezdinde Kadın ve Şiddet” başlıklı programda yapılan sunum… İnsancıl, Yıl:31, No: 366, Ocak 2021…

[2] Karl Marx.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.