Ölürken bile asaletinden kaybetmeyenlere – İnönü Alpat (Birgün)

0
1318

Geçen hafta bıraktığım yerden devam etmek gerekiyor. Çünkü Ömer Yazgan’ın hayatı öyle bir yazının arasına sıkıştırılacak, küçücük bir paragrafla geçiştirilecek gibi değil. Adını zikrettikten sonra devam etmemek olmaz. Devam etmeli ki, geçen yazıda, öldürülmesi ile soldaki asaletinin ortadan kalkması arasında kurduğumuz rabıta anlam kazansın.

Polatlı’da geçirdiği okul yıllarında arkadaşları arasındaki lakabı “ekmek kafaydı”. Kafasının şekli ekmeği mi andırıyordu yoksa bu lakabı alacak özel bir olay olmuş muydu şimdi hatırlamak zor. 1957 yılında doğdu Ömer Yazgan. Babası Polatlı PTT’sinde müdürdü. İlçenin bürokrat aileleri arasında sayılırlardı. Tanışıklığımızın nedeni bu muydu yoksa sadece abimin okul arkadaşı olmasından mı kaynaklanıyordu, bilemiyorum. Ama bilinen bir şey var; bizim eve sık gelir giderlerdi, askeri öğrenci olması nedeniyle Polatlı’dan ayrılması ilişkimizin kesilmesine yol açmadı, hatta diyebilirim ki, bizim 1973 yılında Ankara’ya taşınmamızla daha bir yoğunlaştı.

Onların delikanlılığa adım atmaya hazırlandığı yıllarda ben ilkokul öğrencisiydim. O yaştaki bir çocuk için eve gidip gelen “abilerin” önemi malumunuzdur. O yıllarda Ömer Yazgan bende ne tür izler bıraktı, işin doğrusu çok ayırt edici değil. Dolayısıyla iz bıraktığı asıl yıllara, anılara geçiş yapmak gerekiyor.

Ömer Yazgan ve arkadaşları Kızılay Ataç Sokak’taki evimizin hafta sonları misafiri olurlardı çoğu zaman. Bazen iki üç kişi gelirdi, bazen tek başına Ömer abi. Her çocuğun subay olmaya özendiği bir dönem olmuştur. Benimki, subay kıyafetleriyle Ömer abi ve arkadaşlarını evde misafir ettiğimiz günlere rastlar. Gözlerimi kapattığımda kendimi subay üniformasında düşlediğim çok anlar olmuştur. Ömer abi ve arkadaşları gibi olacaktım ama; filinta gibi, yakışıklı, kibar, sevecen ve mutlaka asi… Gelir, hal hatırdan ve annemin yaptığı o güzelim yemeklerden sonra odaya çekilir, saatlerce okuyup tartışırlardı. Açıkçası, subay olduğumu düşlerdim ama onlar gibi kalın kalın kitaplar arasında hiç düşünmezdim kendimi. Mola için boşalttıkları sırada odada gördüğüm yastık altına hafiften itelenmiş tabanca mı etkiledi beni yoksa Lenin’in “Materyalizm ve Ampriyokritisizm” kitabı mı? Tartışılmaz ilki. Söz silahlardan açılmışken, bir haylazlığımı yazmadan geçemeyeceğim. Okuldan eve döndüğümde odamda bir valiz gördüm. Annem, “Ömer bıraktı, gelip alacak” dedi. Ben de bir merak, hiç sormayın. Epey bir mücadele ettim ama engelleyemedim kendimi. Valiz içinde gördüğüm onca alet edevat nasıl da heyecanlandırmıştı beni. Ama bir taraftan Ömer abiye karşı ayıp ettiğimi düşünüyordum, diğer taraftan açıkçası ürkütmüştüm.

Bizim evle kurdukları trafik yavaş yavaş seyrekleşiyordu. Belli ki, işlerin mecrası değişmeye başlamıştı. Emek Mahallesi’nde bir ev tuttu abim onlara. Ondan sonra gelip gitmediler pek ama uzaktan da olsa haberlerini alıyorduk. THKP-C Üçüncü Yol olarak bilinen örgütlenmeyi yaratmışlardı. Ordu içinde epey bir taraftar buldukları, sert silahlı eylemler gerçekleştirdikleri duyuluyordu. Orduyla ilişkilerini koparmışlar, aranır konuma düşmüşlerdi. Onu son görüşüm de bu dönemde oldu. İstanbul’da uyuşturucu işlerinin organize edildiği ileri sürülen Arjantin isimli pavyonu basmışlar, pavyon fedaileri ve silah seslerine gelen güvenlik güçleriyle çatışmışlardı. Hatırladığım kadarıyla olay sırasında, bir arkadaşları yaralı yakalanmış, bir asker de hayatını kaybetmişti. Babasıyla bizim evde buluşması o olaydan bir süre sonra gerçekleşmişti. Aranıyordu, babasının niyeti oğlunu teslim olması için ikna etmekti. Yadırgayan çıkar mı aranızda bu duygusu için bir babayı? O gün, babanın çaresizce ağlamasına tanık oldum, Ömer abinin duygusallığına ve inanmışlığına.

Sonra, o meşhur Akyazı soygununun detaylarını öğrendik; soygundan öte cesaret ve arkadaşlık öyküsünün. Akyazı’da kuyumcu soygununu gerçekleştirdikleri sırada esnaf ve kolluk kuvvetleriyle büyük bir çatışmaya giriyorlar. Çemberi yarıp kaçıyorlar. Uzaklaşıyorlar ama bir arkadaşlarının arabada olmadığını fark ediyorlar. Yüzlerce polisin, askerin ve silahlı esnafı n olduğu sokağa yeniden dönüyorlar. Çatışma yeniden alevleniyor. Yaralı arkadaşlarını alıyor ve tekrar uzaklaşıyorlar. Filmlerde görebileceğimiz sahneler yaşanıyor, Akyazı sokaklarında. Ancak benzin depoları delindiği için fazla kaçamıyor ve yakalanıyorlar.

Bildik hikâye değil sonrası, yakalanmalarından başlayarak idam edildikleri ana kadar, deyim yerindeyse, kök söktürüyorlar. Ne konuldukları cezaevinde ‘dirlik düzenlik’ kalıyor ne de tutuklulara giydirmeye çalıştıkları tek tip elbise. Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur, hani şimdi, Marmaris’te keyif çatan paşanın başkanlığındaki konseyin 28 Ocak 1983 tarihindeki “asılsınlar” kararından bir gün sonra İzmit Cezaevi’nde darağacına çıkartılıyorlar.

Geçen hafta Ömer Yazgan için sarf ettiğimiz satırları bir kez daha hatırlayalım: “Ömer Yazgan’ı asarak, onu yalnızca ortadan kaldırmak istemediler, soldaki asaleti yok etmeyi hedeflediler. Siyah beyaz dalgalar halinde önümüzden geçenlerden birisi de oydu; hal hatır sorulduğunda bile yanakları al al olan, her haliyle sessizliğin ve kibarlığın erdem olduğunu hissettiren, ölürken bile asaletinden hiçbir şey kaybetmeyen…”

Ne diyelim, yüreğin kan ağlamasının ötesinde duygular yaşıyor insan, düşündükçe. Bir Ömer abinin yüzünü aklıma getiriyorum bir de onu darağacına gönderenlerin. Ömer Yazgan için ne yazılsa kafi gelmeyeceğine eminim. Tıpkı, ölümünden sonra yazdığım bu şiir gibi, tıpkı bu yazı gibi…

Gün ağarır, gün ağlar

ardından genç kızlar sana sunar

çeyizlerini

alnından ayazla öptüğüm

yiğidim, körpe boyunlara

geçirilir mi

şafağın ilmiği

Gün o ki, yeni sevgililer

yaratıyor

yeniden ayrılıklara

yaralı kuşlar gibi, dönüp

dolaşıp

omzuma konuyor arkadaşlar

vurgunum, yanı başında

ayaktayım işte

can verebilmek

için sana

Mektuplar alıyorum uzak

şehirlerden

yüreğimin kabzasına işleyip

yırtıyorum

bıçak darbeleriyle uyanıyorum

uykudan

beraber yattıklarımızı

düşündükçe

Bıyıklarından kan damlıyor

bir çocuk

doğuyor gözleri eşkıya kıvılcımı,

kıvırcık saçlı

adı senin adın

sancılı kuşum benim, kanlım

yüreğim yeni kuşatmalara

hazırlıyor kendini

Kaynak: Yazı 23 Eylül 2005’te Birgün’de yayınlanan bu yazı sendika.org‘dan alınmıştır.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.