Erol Zavar- Mahmut Soner
Geçmişteki NATO toplantılarından birinde “21. yüzyıl, ayaklanmalar yüzyılı olacak” tespiti yapılmıştı. Kuşkusuz, bu tespitin nedeni kapitalizmin sınırlarına dayanmış ve çökmeye başlamış olmasıydı. Kendi sonunu geleceğinin aynasında gören tekelci sermayenin siyasi ve askeri bileşkesi olan NATO, bu sondan kurtulmak için esas olarak işçilere ve emeklilere karşı önlem alınması gerektiğine vurgu yapıyordu.
Gelişmeler çok geçmeden onları doğruladı. Önce, tekelci düzenin merkezi üssü ABD’nin Seattle kentinde, “Başka bir dünya mümkün” sloganıyla, bir önceki yüzyılın sonunda ayaklanmalar yüzyılının işaret fişeğini sokakları zapt eden yüz binler yakıyordu. Ardından, dünyayı doğudan batıya, güneyden kuzeye dolaşarak adeta bir senfoni gibi peş peşe ayaklanmalar patladı. Daha ilk ayaklanmanın üzerinden çeyrek yüzyıl geçmişken, bugün dünyanın farklı köşelerinde ayaklanmaların olağanüstü ezgisinin yükselmediği neredeyse tek bir gün bile yok.
Marx, toplumların içinde bulundukları üretim ilişkileri, üretici güçleri tahrip etmeye başladığında yerini daha yüksek bir toplumsal yapıya, yani yeni üretim ilişkilerine bırakmak üzere tarih sahnesinden çekileceğini söylerken, değişimin ve devrimin diyalektiğini gösteriyordu. Kapitalist üretim ilişkileri, tam da Marx’ın belirttiği gibi, miadını doldurmuş ve üretici güçleri tahrip eder noktaya ulaşmıştır. Hatta son 20-30 yıldır doğayı, insanlığı ve tüm canlı yaşamı hızla bir yok oluşa doğru itmeye başlamıştır.
Teknoloji, yapay zeka ve üretimde tam otomasyon (karanlık fabrika) sınırına erişti ve orada durakladı. Doğayı talan etmedeki olağanüstü hızlanma, bir yandan ihtiyacın çok üzerinde üretim yapılmasına, diğer yandan ise bu ürünlere ulaşamayan insan sayısının hızla artmasına yol açtı. Sonuçlarını her geçen gün daha ağır yaşadığımız iklim felaketi ise bambaşka bir sorun olarak insan yaşamını, doğayı ve onun ürünlerini yok ediyor.
İnsanlık, kapitalizmin üretim enerjisi nedeniyle ürün bolluğu içinde yaşarken, yaklaşık 1 milyar insan açlık çekiyor, 2 milyardan fazla insan sefalet içinde ve bir o kadar insan da yoksulluk sınırında. Dünyadaki açlık, yoksulluk ve sefalet içindeki toplam nüfusun yarısından fazlasına sahip olduğu servetten daha fazlasını sadece 28 tekelci kapitalist elinde bulunduruyor.
Dünya nüfusunun geri kalan yarısının büyük çoğunluğu ise yoksulluk sınırının hemen üzerinde, her an tam bir yoksulluk içine düşme endişesiyle yaşıyor. Sadece ülkemizde milyonlarca insan günlük ekmeğe rahatça ulaşamazken, yüz binlercesi bayatlamış ekmek arıyor ve yine yüz binlercesi ancak birkaç günde bir tam ekmeğe ulaşabiliyor. Öte yandan, her gün milyonlarca ekmek ve tonlarca yemek çöpe atılıyor. Milyarlarca insan üretilen ürünlere ya hiç erişemiyor ya da çok kısıtlı bir şekilde erişebilirken, çok az sayıda insan bu ürünleri sınırsızca tüketiyor ve herkese yetecek miktarı gözünü bile kırpmadan israf ediyor.
İlk bakışta bu durum bir bölüşüm sorunu gibi görünse de ve kimi siyasi partiler ile sendikalar ‘adil bölüşüm’ talebini ileri sürse de sorun, esas olarak üretim ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Üretim araçlarının mülkiyeti özel ellerde olduğu sürece bölüşümün başka türlü olması mümkün değildir; bu ilişki biçiminde ‘adil bölüşüm’ zaten budur. Zira üretimin toplumsal bir nitelik taşıdığı, ancak üretim araçlarının bireysel mülkiyette olduğu kapitalist sistem, kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamak için değil, işçinin alın terinden sızdırılan artı değerle şirketlerin sermayesini büyütmek üzerine kuruludur. Sistem kendi mantığını yürüttüğünden, bir yanda çöplüklere dağlar kadar yiyecek ve ekmek dökülürken, diğer yanda milyarlarca insan açlık içinde yaşar. Bir tarafta on binlerce evde çocukların uzaktan eğitim alabilmesi için televizyon bulunmazken, diğer tarafta zenginlerin evlerinde her odada bir televizyon ve her aile üyesinin birden fazla bilgisayarı, tableti, telefonu vardır. Bir ailenin garajında onlarca araba varken, diğer yanda milyonlarca insan otobüs duraklarında uzun kuyruklarda bekleyerek yazın sıcakta kavrulur, kışın soğukta titrer.
Karşıt uçlarda biriken sefalet ve zenginlik, insanların üzerinde acımasız bir alaycı oyun oynamaktadır. Bu yüzden kadına, bebeklere ve çocuklara karşı taciz, tecavüz, işkence, katliam, şiddet, gasp, yağma ve cinayetlerin artışı, akran zorbalığının yayılması, uyuşturucu, fuhuş ve kumarın yaygınlığı, hastalıkları sağaltacak hekimlerden kimilerinin çeteleşerek, yeni doğan bebekleri daha fazla para kazanmak için kullanarak utanmazlıkla gülerek eğlenerek onları öldürmesi ve bunun gibi onlarca çeşit pisliğin toplumun bir örümcek ağı gibi sarması, toplumu çürütmektedir.
Bu nedenle, yüzeyde görünen sorunlarla uğraşmak her zaman gereklidir ancak yeterli değildir. Zira bu sorunlar, bu sistem yıkılıp yerine insanlık için toplumsallığın bugün ulaştığı düzeye uygun yeni üretim ilişkileri kurulmadığı müddetçe, sorunları içte çözmek için verilen mücadele, büyük emek ve bedellerle ancak birkaç kırıntı kazanmaya yarar. Üstelik çoğu kez sonrasında bu emek ve bedellerin kitleler tarafından görüldüğü anda, burjuvazi ve sermayenin karşı saldırısı ile öncekinden daha beter hale gelir. Bu yüzden her hak kazanımı, sistemin açığa çıkarılması sorununa bağlanmalıdır.
Çünkü kapitalizm, toplumu tek tek insanların yaşam savaşı alanı ilan eder. İnsanların, tıpkı bir ormanda olduğu gibi, birbirleriyle mücadele etmesini ister. Kendisi devlet olarak örgütlenirken, işçi sınıfının ve emekçi halkın örgütlenmesini her türlü engelle karşılar. Bu savaş alanında, toplumsal üretime işçinin alın terini koyarken, burjuvazi ve sermaye de işin sürmesi için devasa bir güvenlik sektörü-ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, yasalar, silahlar ve katliamlar-üretir.
Bunu açacak sistem ise sosyalizmdir ve kapitalizmin tam zıttıdır. Toplumun tek bir ferdinin bile itilmediği, üretim ve tüketimde tam bir demokrasinin işlediği, dolayısıyla yaşamın insanlar arası bir savaş değil, kardeşçe bir yaşam alanı olduğu, sömürünün son bulduğu ve insanlık için ona uygun bir yaşam biçimidir.
Kapitalizm ve Sosyalizm
Kapitalizmde üretim araçları özel ellerdedir. Bu nedenle, bu araçlara sahip olan burjuva sınıfı, işçilerin emek gücüyle ürettiği ürünlerin de sahibi olur. Karşılığında işçilere ancak hayatta kalabilecekleri kadar bir ücret öder. Böylece, kapitalist sınıf elinde yalnızca yedi değil, yetmiş nesle yetecek kadar- ve her nesilde daha da artarak- yani hiçbir zaman tüketemeyeceği kadar servet biriktirirken, toplumun büyük çoğunluğu açlık ve sefalet içinde yaşamak zorunda kalır.
Sosyalizm, üretim araçları üzerinde herhangi bir özel mülkiyet tanımaz. Bu araçlar ve onlarla yaratılan ürünler, toplumun ortak mülkiyetindedir. Herkes, yeteneği kadar üretime katılır ve bu ölçüde pay alır. Zamanla, bu ölçü yetenekten ihtiyaca göre belirlenmeye dönüşür. Toplumsal emek ve ürün fazlası ise toplum yaşamını geliştirmek için kullanılır.
Kapitalizm, teknolojiyi yalnızca nispi ve mutlak artı değeri büyütecekse geliştirir. Bununla ne kadar canlı emek gücünü ücret ödemekten kurtaracağını, yaygınlaşan işsizliğin yaratacağı açlık, yetersiz beslenme ve bunların neden olacağı sağlık sorunları ile ölümlerden nasıl kâr sağlayabileceğini hesaplar. Aynı zamanda, işçi ve emekçilerin yaşam hakkı için mücadelelerini ve ayaklanmalarını nasıl bastıracağını planlar.
Sosyalizm ise gelişen teknoloji ile serbest kalacak emek gücü sayesinde çalışma saatlerinin ne kadar kısaltılabileceğini, insanlara daha fazla boş zaman yaratılabileceğini ve bu boş zamanın tahrip edilen doğanın onarımı, bilim ve sanat için nasıl harikalar yaratabileceğini hedefler.
Yedikçe acıkan bir sistem olan kapitalizm, durmaksızın sermayeyi büyütmek zorunda olduğundan, sınırlı mekânda sınırsız bir pazar ihtiyacı duyar ve başkalarının pazarlarına göz dikerek sürekli düşmanlıklar, gerginlikler, savaşlar, ölümler ve yıkımlar üretir. Bunun için, milyonlarca insanı öldürecek silahlar üretmeyi sürdürür.
Sosyalizm ise mevcut silahları eritip üretim araçlarına, insanların ihtiyaç duyduğu diğer ürünlere çevirmeyi amaçlar.
Kapitalizm, her alanı pazara dönüştürmeyi hedeflediğinden, hastalıkları ve doğal felaketleri önlemeyi değil, ilaç satabilmek için hastalıklar üretmeyi, yıkımlar sonucu ne kadar ev, eşya ve malzeme satabileceğini hesaplamayı tercih eder.
Sosyalizm ise hastalıkları önlemeyi, doğanın talanını durdurup oluşan yıkımı onararak güçlü ve sağlam barınma alanları yaratmayı ve yıkımları engellemeyi hedefler.
Kapitalizm, her kademede eğitimi paralı hale getirerek bir yandan bu temel ihtiyacı kâr kaynağına dönüştürmeyi, diğer yandan toplumun büyük çoğunluğunu karanlıkta bırakarak onların daha kolay boyun eğmesini sağlamayı amaçlar.
Sosyalizm ise eğitimi tamamen ücretsiz hale getirerek toplumun her bireyinin aydınlık içinde yaşamasını ve böylece toplumun gelişimini engelleyen sınırları ortadan kaldırmayı hedefler.
Kapitalizm, sefalet içindeki kitlelerin kendisine karşı isyan etmesini önlemek için onları suça ve her türlü ahlaksızlığa teşvik eder. Böylece, hem kitleleri birbirine düşürerek bölmeyi hem de bu durumu baskı ve zorbalığı artırmak için kullanmayı amaçlar.
Sosyalizm ise suçun her türlü ekonomik temelini ortadan kaldırarak toplumu, kelimenin tam anlamıyla bir dostluk ve kardeşlik toplumu haline getirmeyi tahayyül eder.
Bu nedenle, sefalet ve çürüme eşi benzeri görülmemiş ölçüde derinleşirken, bunun kapitalizmin işleyişinin doğal bir sonucu olduğunu unutmamak gerekir. Burjuva sınıfı ve onun devleti, istese de bunu durduramaz; zaten böyle bir isteği de yoktur. Burjuva partilerinin sağının da solunun da peşinde koşarak birtakım hak kırıntılarının arkasında enerji tüketmek yerine, tüm dünyaya göz dikerek kapitalist emperyalizmin saldırgan gücünü teşhir etmek ve NATO’yu haklı çıkarmaya çalışan söylemleri reddetmek, 21. yüzyılın “ayaklanmalar yüzyılı” olacağı tespitini doğrulamak, işçi sınıfı ve emekçi halkların tek seçeneğidir.
Bolu F Tipi Hapishanesi
Yüz yılın ayaklanmaları ne yazık ki henüz gelmedi fakat yolda.
“Kapitalizm, sefalet içindeki kitlelerin kendisine karşı isyan etmesini önlemek için onları suça ve her türlü ahlaksızlığa teşvik eder. Böylece, hem kitleleri birbirine düşürerek bölmeyi hem de bu durumu baskı ve zorbalığı artırmak için kullanmayı amaçlar.”görüşü çok güzel!