Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyada çok önemli gelişmeler yaşanıyor.
Özgürlük ve demokrasi getireceği vaadedilen Ilımlı İslam, Türkiye’de dinci bir tek adam rejimiyle; Ortadoğu’da ise aşırı bir dinsel, mezhepsel, etnik vb. gerilimlerle sonuçlandı. ABD ve AB’nin göz bebeği AKP iktidarı şimdi onlarla kavgalı duruma düştü. Bu süreçte Kürt hareketi bölgede politik bir aktör olarak daha çok önem kazanırken Türkiye işçi sınıfı ve emekçi hareketi ise alabildiğine geriledi. Kolektif emeğin ürünü bilimsel ve teknolojik gelişmeler tekelci özel mülkiyet sistemi yüzünden ezilenlerin köleleştirilmesine varacak riskler taşıyor. Emperyalist güçler arasındaki mücadele şiddetlenirken bütün dünyanın kaynadığını görüyoruz.
Türkiye solunun ülkemizi, bölgeyi ve dünyayı etkileyecek büyük bir potansiyel güç olduğuna inanıyoruz. Sol hareketlerin gidişe nasıl baktığını ve ortak hareket olanaklarını görüşmek amacıyla bir söyleşi başlatmaya karar verdik.
Bu amaçla hazırladığımız sorulara Komite Dergisi’nden arkadaşlar “Odak Dergisi’nden dostlarımızın sorduğu üç soruya yanıt verdik. Devrimciler arasındaki tartışmayı önemsiyoruz.” mesajı ile yanıt verdi. Sizlerle paylaşıyoruz:
ODAK: Türkiye nereye gidiyor?
KOMİTE: Türkiye AKP iktidarı altında neoliberal küreselleşmenin mantığına uygun olarak, küresel üretim süreçlerine bağlı düşük katma değerli sanayi üretimine odaklı bir ekonomiye saplandı. Bu bağlamda tarımdan hızla kopup işçileşen bir nüfusa sahip ve bu hızlı dönüşüm her türden cemaatleşmeyi de tetikledi. Şehirleşme ve işçileşme norm haline geldikçe bu cemaatleşmenin sürdürülmesinin zorlaştığını görüyoruz. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin bir dönemi açık bir biçimde kapanmıştır, üstelik bu küresel olarak son derece istikrarsız ve değişken bir ortamda gerçekleşmektedir. Kendi “eski rejimini” devirdiği 1908’den beri birkaç kez olduğu gibi sermaye devleti bu defa varlık yokluk sorunu içinde rejim değiştirmektedir. Fakat bu geçiş döneminin en önemli aktörü Erdoğan solun da dahil olduğu kesimlerin abarttığı gibi kadiri mutlak bir siyasi aktör değildir. Yeni rejim, Erdoğan’ın kafasından çıkmadı, gerici Cumhuriyetin rahminde büyüdü ve yine onun belirleyicisi olduğu bir konjonktürde dünyaya geldi. Bu önemli, çünkü Erdoğan karşıtları arasındaki yaygın kanı Erdoğan’ın devleti ele geçirdiğidir. Bu da onları, devleti Erdoğan’ın elinden kurtarmaya itiyor. Erdoğan iktidarı somutunda devlet-rejim ilişkisini doğru anlamak, politik ve ideolojik bir dizi ayrımı yapabilmemize olanak sağlıyor. Lenin, 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânıyla iktidarın padişahtan parlamentoya geçmesini demokratik devrim olarak nitelendirmişti. Avrupa’daki burjuva devrimlerine benzer bir demokratikleşmenin emperyalizm döneminde artık mümkün olmadığını da belirtiyordu. II. Meşrutiyet’ten 1923’e kadar geçen inişli çıkışlı süreçte Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist öznenin gerici diktatörlüğü olarak kuruldu. Kendini sürekli Kürt halkını, komünistleri ve azınlıkları siyaset sahnesi dışında tutmak üzere kurguladı ve tahkim etti.
Kuşkusuz Erdoğan ve içinden çıktığı İslamcı hareket birinci cumhuriyeti noktalayacak bir biçimde iktidara gelmeyi ya da iktidar odakları içinde etkili olmayı uzun süredir hedeflemekte ve bu doğrultuda çalışmakta ve örgütlenmekteydi. Fakat son tahlilde kabul etmek gerekir ki 15 Temmuz’un açıkça ortaya koyduğu gibi birinci Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumları bütünüyle köhnemişti ve herhangi bir siyasi düzenin zora dayanmadan devam edebilmesine olanak sağlayacak ortam hızla ortadan kalkmaktaydı. Üstelik bu çürüme 12 Eylül darbesinden beri ağır tempolu olsa da ortaya çıkmıştı. Altmışların ve yetmişlerin hızlı toplumsal hareketliliğini bastırmak için 12 Eylül darbesiyle yeni bir konjonktür yaratarak, yukarıdan aşağı oluşturduğu devlet destekli kapitalizmin sigortası olan kalkınmacı, aydınlanmacı devlete kendi elleriyle son verdi. Böylece pratik bakımdan amacını tüketmiş oldu. O dönemde resmî ideoloji olan Kemalizm yerine, liberalizm-ılımlı İslam karışımı Atatürkçülüğü koyarak bu durumu ilân etti. Kürt Özgürlük Hareketini önleyememekle siyaseten yenildi. Doksanlar bu çürümenin olanca açıklığıyla yaşandığı dönemdir. Erdoğan bu bağlamda egemenlerin muhtaç olduğu siyasi düzen için bir rıza ve meşruiyet kaynağı olarak kendisi ile boy ölçüşebilecek bir rakibi olmadığı sürece kadiri mutlak gözükmekteydi. Mahalli idareler seçiminin sonuçları ve daha açıkçası İstanbul’daki “ikinci tur” seçimi bu durumu değiştirmiştir.
Açıkçası referandumdan beri biz Millet İttifakını düzen partisinin diğer kanadı diye tanımlıyoruz. Sermaye sınıfı, dış politika çıkmazdayken ve ekonomik krizin yaklaşmakta olduğu ortadayken politikada seçeneksizliğe tahammül edemezdi. İşte, Millet İttifakı bu ortamda gündeme gelmiştir ve mahalli idareler seçiminde rüştünü ispat etmiştir. Türkiye Erdoğan’ın tek adamlığının en kötüsünü görmüştür. Sermaye önümüzdeki yıl boyunca kendi alternatifini öyle ya da böyle inşa edecektir. Burada kamuoyunu cambaza bak diyerek oyalamamak gerekir esas olan başta belirttiğimiz yapısal dönüşümdür. İşçileşme ve şehirleşme yeni bir sosyolojiyi Türkiye’de ortaya çıkarıyor, nitekim Saray baskıcılığının en üst noktalara vardığı ve fırsatını bulanın kapağı yurt dışına attığı dönemde Anadolu’nun en muhafazakar bölgelerinde bile gerçekleşen emekçi direnişleri ve fiili hak arama mücadeleleri, Türkiye nereye gidiyor diye hayıflanıp faşizm geliyor yangını yapmak yerine buralara odaklanmak gerektiğini gösteriyor.
ODAK: Türkiye solunun bu süreçteki durumu nedir?
KOMİTE: Erdoğan’ın Anadolu sağcılığını büyüleyen kişisel karizması etrafında blokladığı yüzde elliyi anca geçen zayıf çoğunluğa dayalı dikta önerisi bugün dağılmıştır. Dün faşizm diye bağıranlar bile bunu kabul ediyor. Ama bunun dağılmasında solun doğrudan bir dahli yoktur. Erdoğan’ın tek adam rejimine dair korku anlatıları yaratarak, faşizm tahlilleri yaparak toplumsal hareketi lüzumsuz cenderelere sokan sol kesimlerde bir özeleştiri eğilimi gözükmemektedir. Tersine bu kesimler her zamanki gibi haklı olduklarını ilan edip Millet İttifakının zaferinden muhalefet kazandı gibi müphem söylemlerle kendilerine pay çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ortada YSK’dan sosyalistlere uzanan bir demokrasi ittifakı yoktur, sermayenin siyasal tercihi AKP ve Reisle sınırlı değildir kimse kendini kandırmasın. Ortada ittifak değil solun güçsüzlüğünden dolayı kendi tercihi bile olduğu şüpheli olan bir iltihakı vardır. İltihak edilen kesimlerdeki kişisel dostluklarınız tanışıklıklarınız ittifakın siyasal stratejisini etkilemenizi sağlayamaz. 24 Haziran yenilgisinden sonra Millet İttifakının görünmez hale gelmesini ortadan kalktığı şeklinde yorumlayanlar bugün de yirmi otuz kişilik (ya da iki yüz üç yüz kişilik) arkadaş gruplarını devleti kuran parti CHP’nin genel merkezinden daha etkin ya da ona eşdeğer siyasal güç odakları saydıkları sanrılarında yaşamaya devam etmek istemektedirler. Hala yetmişlerde, seksenlerde kısmen de doksanların başında var olan reformistlerden, devrimcilere sol bir siyasal çizgi varmış gibi yapmaktadırlar. CHP ve Millet İttifakı hakikatini, bunun sosyalizm hedefiyle uzaktan yakından ilintili olmadığını kavramamakta ısrar etmektedirler. Bunları insanları aşağılamak için söylemiyoruz, siyasal hakikatin farkında olalım ki onu değiştirmek üzere müdahalede bulunabilelim diye söylüyoruz. Çünkü bu hakikatin farkında olmayanlar ya da oturdukları koltukları korumak için, inşa ettikleri türbeleri açık tutmak için farkında olmamayı tercih edenler Ömer Koç’la aynı safta oldukları Erdoğan karşıtı kavgada inisiyatifin kendilerinde olduğu zehabını bir avuç kalmış devrim ve sosyalizm mücadelesine inanan insan içinde yayıyorlar.
Yukarıda da söyledik solcuların lafazanlığı olmasa da, emekçilerin kendiliğindenci eylemi ülkedeki siyasal havanın dönmesinde etkili olmuştur. Bu da sınıf siyaseti için bir politik müdahale marjı yaratmaktadır. Kendiliğindenci eylem derken kastettiğimiz Saray baskıcılığının en üst noktalara vardığı ve fırsatını bulan solcunun kapağı yurt dışına attığı dönemde Anadolu’nun en muhafazakâr bölgelerinde bile gerçekleşen emekçi direnişleri ve fiili hak arama mücadeleleridir. Anadolu’nun dört bir yanında 2015 baharından bugüne tüm baskılara rağmen süren kesintisiz işçi direnişleri, iktisadi durgunlukla birlikte AKP’nin salt patronları kollayan bir parti olduğunu ortaya koydu. Bu durum anlatılabildiği oranda AKP’nin emekçiler üzerinde kurduğu hegemonyayı parçalayan ana katalizör bu direniş ve mücadelelerdi. 23 Haziran gecesi ortaya çıkan toplumsal enerji üzerinde söz söyleyebilme meşruiyetimizin kaynağı budur, yoksa kerameti kendinden menkul devrimcilik, sosyalistlik ya da bilmem ne sol geleneğinin türbedarlığı değil.
ODAK: Sol sürece tutarlı ve etkin bir müdahale için kendi güçlerini nasıl birleştirebilir?
KOMİTE: Emekçilerin solda birlik diye bir sorunu yoktur. Bu solcuların sorunudur. Solcular kendi sorunlarıyla halkı meşgul etmemelidir. En azından hâlâ devrimci mücadeleye sahiden inanılan dönemlerde bize böyle öğretmişlerdi. Bugün bu çalkantılı Erdoğan sonrasına geçiş döneminde meşru muhalefet siyaseti, politikaya müdahale stratejisi emekçilerin direniş eğiliminin aktörlerinin artık politik veçheleri de vurgulu olması gereken bir programının ortaya konmasıyla ortaya çıkabilir. Altını ısrarla çizmek isteriz ki bu program ancak son dönemde çoban ateşleri gibi Anadolu’nun neoliberal küreselleşme sonucu sanayiyle tanışan her yerinde ve tabi ki büyük şehirlerdeki direniş ve mücadelelerin öznelerinin anlamlı bir katılımıyla oluşturulabilir, solcuların bir araya gelmesiyle değil. Solcular böyle bir şeyin kolaylaştırıcısı olabilirlerse işçi hareketine bir faydaları olur, tabi bunun için de solculuk denen kimlik siyasetiyle mesafelenmeleri, proletarya devrimciliğinin özüne dönmeleri gerekir.
Bu yapılmadığı oranda güçsüzlüklerin dayattığı mecburiyetlerle oluşturulan sol çevrelerin yan yana gelişleri işçi ve emekçi sınıfların mücadele düzeyindeki yan yana gelişlerinin yerine ikame edilecektir. Ya da yeni seçim sisteminin sunduğu “olanakların” altı çizilerek veya çizilmeden sol, sosyalist, devrimci parantezlerine alınmış parti, ittifak, cephe vd adlar altında yan yana gelinerek bu yolla “sınıf bağımsızlığı” garanti edilerek CHP, HDP pusulalarının yanına bu adlardan birinin eklenmesini sağlamayı önümüzdeki dönem bolca devrimcilik vurgusuyla sıkça duyacağız.
Biz bu tür utangaçça ya da kurnazca düzene eklemlenme arayışlarının içinde olmayacağız. Bu tür yollara başvuranların devrimcilik’i kullanmalarının karşısında olacağız, ideolojik, politik açıdan teşhir edeceğiz. Büyük, küçük cemaatlerini konsolide etmek, düzen güçleriyle alışveriş ilişkisini kuvvetlendirmek için peyzajı düzeltmek amaçlı geliştirilen “tartışmaların” tarihsel kavramlarımızı, mücadele birikim ve değerlerimizi yeniden yağmalamaya çalışmasının karşısında duracağız.
İşçi ve emekçi sınıfların düzen dışı, düzen karşıtı mücadeleleri içinde geliştirilen devrimcilik çizgisinin izlerini büyütmeye yoğunlaşmaya, devrimci bir siyasal hareketi bu düzlem içindeki mücadelelerin programatik ve kadrosal birliğiyle yaratmaya odaklanmaya devam edeceğiz.
[…] Bu röportaj 9 Eylül 2019 tarihinde ODAK dergisinde yayınlanmıştır. […]