Odak Dergisi ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmeleri Türkiye ve dünya devrimci hareketi açısından anlamaya çalışıyor. Değişik konu başlıklarından oluşan söyleşilerimizde sosyalist örgütlerden ve kişilerden aldığımız görüşler ile ortak bir eleştirel düşünceye varmayı umuyoruz. Dizimizin bu konusu ise dünyada yükselen savaş tehdidi ve bu savaş tehdidine karşı geliştirilebilecek “Anti-Emperyalist Barış Hareketi İhtiyacı” olacak. Bu doğrultuda 87 hareketi gençlik liderlerinden devrimci yazar Nabi Kımran’a aşağıdaki soruları yönelttik.
• Emperyalizm bugün savaşları hangi amaçlarla, nerelerde ve nasıl kışkırtıyor?
• Ukrayna ve Ortadoğu’daki savaşlar dünyayı nasıl etkiliyor?
• Emperyalist saldırganlık karşısında ülkemiz emekçileri, halkımız ve ezilen insanlık lehine barışı nasıl savunabiliriz?
Aşağıda cevaplarını yayınlıyoruz. İyi okumalar dileriz…
Üç sorunuzu ayrı başlıklar altında değil bir arada yanıtlamaya çalışacağım.
Şu anda neredeyse tüm dünya savaş alanıdır. Emperyalistlerin adlandırmasıyla “geniş Ortadoğu”; Libya, Sudan, Somali, Yemen, Filistin, Suriye, Irak, İran, Afganistan, Pakistan devletler, örgütler ya da yerel aktörlerin tarafı olduğu savaşlara sahne oluyor. Haklı ve haksız savaşlar iç içe ve tüm bu savaş ve çatışmaların haksız tarafında emperyalistler, Suriye’de iktidara taşınan türden emperyalizmin oyuncağı cihadistler, Erdoğan Türkiye’si, İsrail gibileri bulunuyor.
Ukrayna savaşı bir başka cephedir. Ve şimdilik ticaret savaşları aşamasında bulunun Çin-ABD rekabeti Asya-Pasifik coğrafyasını da sıcak savaşlara sürükleyebilir. Yine de bu tablo topyekûn emperyalist paylaşım savaşı demek olan 3. Dünya savaşının başladığı anlamına gelmiyor. Bu ihtimal ve potansiyeli bünyesinde taşıyan, fakat henüz böyle adlandırılamayacak olan savaşlarla yüz yüzeyiz.
Toplamda baktığımızda kapitalist emperyalist sistemin krizinin tezahürüdür yaşanan savaşlar; krizin değişik cephelerdeki yansımalarıdır ve yeryüzündeki tüm savaşlar dolaylı dolaysız bağlarla birbirlerine bağlıdır. Henüz 1. ve 2. Dünya savaşlarında olduğu türden keskin bloklaşmalar yok; fakat yavaş yavaş kristalize olmaya başlayan Batılı emperyalizme karşı BRİCS, Şanghay oluşumu, Avrasyacılık vb. gidişatın bu yönde olduğunu gösteriyor.
Bu emperyalist paylaşım savaşlarının dünyayı nasıl etkilediği açıktır. Savaşın merkez üsleri olan yeni sömürgelerdeki yıkım başta olmak üzere yerle bir olan ülkeler, milyonlarca can kaybı, harabeye dönmüş şehirler, on milyonlarca göçmen, göç alan ülkelerde yükselen faşizm, gerici, faşist rejim ve akımların tüm dünyada yükselişe geçmesi, kaynakların silahlanma ve savaşlara heba edilmesi, ekolojik yıkım, enflasyon ve alım gücünde düşme, servet-sefalet uçurumunun görülmemiş boyutta derinleşmesi, medeniyet kaybı, ahlaki, kültürel, toplumsal yıkım: Tüm dünya ölümcül kanser illetine tutulmuşçasına ya devrim ya yok oluş kavşağına doğru ilerliyor hızla. O meşhur sloganın dediği gibi; “kapitalizm öldürür-kapitalizmi öldürün!” 20. Yüzyılın bazı anti-emperyalist mücadeleleri emperyalizmi kapitalizmle bağını kopararak ve “dışsal” bir olgu olarak ele alma hatasına düştüler ya da sınıfsal-ideolojik pozisyonları onları bu sınırlılıkla malul kıldı. Bugünün anti-emperyalizmi aynı hataya düşemez. Emperyalizm de savaş da çürüyen kapitalizmin görünümleridir. Buradan hareketle anti-emperyalizm ya da barış hareketleri çok değişik bileşenleri bünyesinde taşısa da bu mücadelelerin tümüne kapitalizmi komünizmle aşma perspektifi damga vurmalıdır. Kuşkusuz bu meselede liderlik komünistlere babadan kalma miras değildir, olamaz; dişle tırnakla, tutarlılıkla üretilen rızada, bu sahadaki herkesin gönüllü kabulünde ifadesini bulmalıdır. Kolay liderlik yoktur ve fakat yanlış liderliğin ve hareketin yanlış çizgiye yönelmesinin sonuçları da tahripkardır…
“Barış” belirli güç ilişkilerinin bir dönem için kayda geçmesi, eski statükonun yerini yeni bir statükonun alması demektir. Örneğin şu anda tüm dünyada bozulan şey 2. Dünya savaşı sonrası inşa edilen statükodur. 1991’den beri bu sürecin içindeyiz ve gidişat mantıksal sonuçlarına doğru ilerliyor. Bütün bu savaşların sonunda ne zaman ve nasıl olacağını bilemeyeceğimiz yeni bir barış-statüko inşa edilecektir ya da…
Savaş gibi barışın da sınıfsal/politik karakteri vardır; soyut barış ya da salt pasifizmde ifadesini bulan “barış” ya yeni savaşlara kapı aralar ya da farkında bile olmadan güçlünün yanında hizalanır; dolayısıyla herkes içeriğini somut olarak doldurarak, dahası barış için savaşmayı göze alarak barıştan ne anladığını somutlamalıdır.
Yannis Ritsos’un meşhur Barış şiiri “Barış” derken komünizmi kasteder aslında. O şiirde tarif edilen türden bir barış ancak sınıflı toplumun tüm dünyada tasfiyesiyle ve komünist uygarlığın inşasıyla gelebilir; buna pekâlâ komünist barış diyebiliriz.
Peki başka “barışlar” da var mıdır? Olmaz olur mu? Pax Romana, Pax Ottoman, Pax Amerikana tarihin çeşitli evrelerinde egemenin koşullarına boyun eğilmesi temelinde inşa edilen “barış” türleridir; şu anda sonuncusunun, Pax Amerikana’nın içindeyiz ya da son evrelerini yaşıyoruz. Suriye’de Esat rejiminin düşüşüyle biti kanlanan AKP-MHP’li dinci-ırkçı faşistler bugünlerde Ortadoğu’da artık “Pax TC” çağının başladığını söylüyorlar; ne diyelim “Tanrı ortadoğuyu ABD-TC-İsrail barışından korusun”!
Öte yandan ezilenlerin barış talebinin de bir rengi/içeriği vardır. Örneğin Kürt hareketi içinde zayıf bir damar derhal ve koşulsuz olarak PKK’nin silah bırakması yoluyla barışın sağlanabileceğini söylüyor. Buna karşılık Kürt hareketinin ana damarı barışı “onurlu barış” kavramıyla dillendiriyor: Halkların eşitliği ve Kürt halkının ulusal demokratik haklarının tanınması temelinde barışa razı olabileceğini, aksi takdirde savaşmaya devam edeceğini söylüyor.
Son olarak tarihin bazı spesifik eşiklerinde barış talebi kendini aşan bir rol oynamıştır ve yine oynayabilir. 1917 Rusya’sında barış talebi Şubat devrimi sonrası iktidara gelen Menşevik-SD iktidarını düşürmenin manivelası oldu. Çünkü, ayakta durmaları, ittifakları, aldıkları destekler vs. onları (Menşevik-SD’leri) savaşı sürdürmeye mecbur kılıyordu. Ve tersine, savaştan hiçbir çıkarı olmayan işçi, köylü ve askerler, sınıfsal doğası gereği yalnızca Bolşeviklerin dillendirebileceği barış talebinin arkasında toplanabilirlerdi. Bu da burjuva (demokratik) rejimin düşmesi, sosyalist Ekim devriminin gerçekleşmesi demekti.
Barışın kendini aşan bir rol oynayabileceğine diğer örnek TC sömürgeciliği-Kürdistan savaşının nasıl sona ereceği olabilir. Kürt hareketinin tariflediği türden onurlu barış gerçekleşirse eğer, bu salt Kürt meselesini çözen bir barış olmakla kalmayacak Türkiye’de faşist sömürgeci rejimi de ya çözecek ya da epeyce geriletecek, demokratik kazanımlar alanını muazzam genişletecektir. Yani salt Kürt ulusunun kazanımı olmakla kalmayacak Türkiyeli tüm işçi, emekçi, ezilenlerin de muazzam kazanımı olacaktır, hatta Ortadoğu halklarının da. O halde acıları sömürü ve zulüm düzeninden kaynaklanan ezilenlerin barış, özgürlük ve kurtuluşları da ortaktır. Farklı taleplerle yürütülen tüm mücadeleler her bir dinamiğin özgünlük ve taleplerini göz ardı etmeden tek bir barış, emek ve özgürlük cephesinde birleştirilmelidir.
Eğer bu konu hakkında sade suya tirit yazıp-çizmeyeceksek kendi can alıcı mevzumuzda zülf-ü yâre dokunmak zorundayız.
1-Tüm savaşların, yeryüzündeki sömürü ve zulmün kaynağı kapitalist-emperyalist sistemdir. Ortadoğu’da Batılı emperyalizmin en büyük iki dayanağı TC ve İsrail’dir; bu anlama gelmek üzere TC-İsrail “emperyalizmdir”; Mahir’in deyişiyle (emperyalizm) “içsel bir olgudur”, Ankara’da ve Tel Aviv’de oturur. (Sevişir, dövüşür ve aynı suda yıkanırlar ağababaları gibi ve onlarla birlikte.) 19. Yüzyılda Marks çağında Çarlık Rusya’sı tüm Avrupa gericiliğinin dayanağı kabul edildi; bugün de TC’ye hükmeden dinci-ırkçı faşist rejim ve Siyonist İsrail tüm Ortadoğu gericiliğinin dayanağıdır; bu iki rejimin yıkımı da tüm Ortadoğu halklarının özgürleşmesi olacaktır; “Ortadoğu halklar barışının” ve dünya devriminin güçlenmesinin temel koşulu budur.
2.Rojava’daki Kürt özerkliği belirli tarihi şartlar-mecburiyetler altında ABD ile ilişki geliştirmek zorunda kalmıştır. Bu durum gözleri kör etmemelidir: TC’de içsel bir olguya dönüşen emperyalizm, işbirlikçilik, NATO üyeliği vs. Türk halkı da dahil halklar için ölümcül bir tehdittir; Rojava’daki Kürt hareketinin ABD ile geliştirdiği ilişkiler ise bir sorundur. İki mesele-olgunun ağırlığı, oluşturduğu tehdit ve problemler birbiriyle kıyaslanamaz.
Kürt halkı ve devrimcilerinin mücadele birikimlerinin yanısıra, eleştirel ihtiyat kayıtlarını Kürt halkıyla dayanışmanın önüne geçirmeyen Türkiyeli sosyalist ve demokrat dinamiklerin etkisi de bu sorunun günü geldiğinde aşılması yönünde olumlu yönde etki edecektir. TC ve cihatçı çetelerin kafa kesme, kadınların pazarlarda satılması, tecavüz, katliam ve soykırım tehdidi altında bulunan bir halkın önceliği topraklarındaki ABD üslerine saldırmak değil işgal ve soykırım tehdidinden kurtulmaktır. Keşke Türkiye devrimi ve devrimciliğinin güçlü eli Rojava’ya uzanabilseydi de böylesine kahredici mecburiyetler doğmasaydı…
Bu şerhi ve dileği not ederek Kürt halkının Rojava’daki varlık yokluk sorunu başta olmak üzere, ortadoğunun güçlü Kürt özgürlük dinamiğiyle bölgenin tüm işçi, emekçi, ezilenlerinin ortak kurtuluşunu gözeten bir çizgi ve cepheyi inşa etmek günün yakıcı görevidir; en “tutarsız” barış talebinden komünistlere kadar uzanan geniş yelpazedeki tüm güçlerin önünde duruyor bu görev.