Erol Zavar – Mahmut Soner
Tarih, doğanın ve insanın kapitalist sınıf tarafından talan edilişinin öyküsünü yazıyor. Bu distopik öykünün yaratıcılarının kendileri de yarattıkları distopyadan kurtulamayacaklardır. Ancak, ironiktir, işçi sınıfı sessizlik zincirini ve örgütsüzlük barikatını parçaladığında sadece kendisi değil, bu cehennemi yaratanları da kurtarmış olacaktır. Elbette suçlarının bedelini ödedikten sonra.
Amasra’da yaşanan maden katliamı, 41 işçinin ölümü karşısında bazı cılız tepkileri saymazsak yaşanan büyük suskunluk, işçi sınıfı örgütlerinin kafalarını kuma gömüşleri, sınıfın içinde bulunduğu acı durumu bir kez daha gösterdi. Bu durumun değişmesi, yalnızca sendikacıları ya da kapitalistleri eleştirmekle mümkün değildir. Zira şuan bir kaçı dışında tüm sendikalar, en hafif deyimiyle patron sendikacılığı yapıyor. Sendikalar, sınıfın örgütleri olmaktan çoktan çıkmış ve uzun zamandır Amerikan tipi sendika mafyası, sınıfın tepesine çökmüş durumdadır. Dolayısıyla sendikacılara görev hatırlatmak ya da onları sınıf örgütüymüş gibi eleştirmekle yetinmek havanda su dövmektir. Böyle bir tutum apolitizmle eşdeğerdir.
Amasra Katliamı, işçi sınıfı siyasal bilinçten yoksun olduğunda ve bu durum uzun süredir sınıfı kuşattığında, ekonomik örgütlenmenin kolayca burjuva sınıfın işbirlikçisine ve hatta giderek onun militer örgütlenmesine dönüştüğünü, bu yüzden işçi sınıfının, doğrudan işçilerin inisiyatifiyle gerçekleşen az sayıda direniş dışında, ücretler ve çalışma koşulları için bile mücadele edemez hale geldiğini gösterdi.
Katliam karşısında bu kahredici sessizlik, işçi sınıfı ve ilerici kesimler için hayal kırıklığıyken, burjuva sınıf ve onun iktidarı, muhalefeti, tüm fraksiyonları için mutluluk kaynağıdır! Bu yüzden iktidar “fıtrat”, “her türlü önlem alınmışken…”, “kader” teranelerini bu kadar rahat savunabiliyor ve katliam sorumluluğunu pervasızca işçilerin üzerine yıkmaya hazırlanıyor. Muhalefet ise sorunu düzen sınırlarını sorgulamaya taşmaması için, “sorumluluk” noktasına sıkıştırarak, kendisi için siyasal ranta çevirmeye çalışıyor. Böylece biri katliama kader derken, diğeri kapitalizmi kader olanak sunuyor.
Meseleyi yalnızca “kader değil, katliam” gerçeği üzerinden ele almakla, salt sorumluların yargılanmasını istemekle yetinmemek; kapitalizmin bu katliamdaki kodlarını kırmak, katliamın yaşandığı madenden başlayarak, şu anda her biri bir katliam potansiyeli taşıyan tüm ocaklarda ve başka iş kollarındaki fabrikalarda, atölyelerde iş güvenliğinin tam olarak sağlanması için, tüm sınıfı harekete geçirecek yollar aramak gereklidir. Aksi halde yıllardır sürüp giden bu döngü kırılmadığı gibi, sermaye birikim hızı yavaşlayan ve artı-değer oranını yükseltemeyen sermaye sınıfı, değişmeyen sermaye yatırımlarında iş güvenliği için gereken harcamaları kısarak ve işçileri birim zamanda daha çok üretmeye zorlayarak, iş cinayetlerini süreklileştirerek daha büyük yıkımları yaratacaktır.
Tam da bu durumda kapitalistlerin yaptıkları, yapacakları kadar işçi sınıfının buna karşı ne yapacağı sorusu gündeme geliyor.
İşçi sınıfı son 25 yıldır örgütsüzlük ve dağınıklığını aşamıyor. Üstelik, durum 25 yıl öncekinden de kötüdür. Zaman zaman bıçağın kemiğe dayandığı anlarda önemli direnişler gösterilse de, bunlar sınıfın birliğini sağlayabilecek aşamaya ulaşamadan sönüyor. İşçiler, keskin siyasal ortama rağmen, siyasal tavır göstermek bir yana, en temel gereksinimler için dahi direnmekten, tavır almaktan kaçınıyor. Bu yüzden işçilerin çalışma şartları giderek ağırlaşıyor, nominal ücret kayıpları nedeniyle yoksullaşma sefalet boyutlarına varıyor. Avrupa ülkeleri içinde en uzun çalışma saatleri Türkiye’de uygulanıyor. Haftalık 60 saat çalışma yüzde 15 durumunda. Asgari ücret daha bir yıl önce açlık sınırından 100 lira azken, şimdi 1900 lira daha az.
Sendikaların büyük çoğunluğu, sermaye adına işçi sınıfını kuşatan örgütlere dönüşmüş durumda. Amasra’da maden işçilerinin üye olduğu sendikanın, son yönetim kurulu ve başkanının, kazandıkları seçimi köçek oynatarak kutlaması, sendikanın nasıl rant kapısı haline getirildiğinin göstergesidir. Aynı sendika, işçilerin 41 ölü verdiği son kıyım karşısında neredeyse açıklama bile yapmamıştır.
Devrimci bir sendika iddiasıyla yola çıkmış DİSK, nedense bir hafta beklemiş, ondan sonra Amasra’ya gitmiştir. 10 gün sonra ise ülke çapında alanlara çıkılacağını ilan etmiş, sadece sendikacılar basın açıklamasına çıkmıştır. DİSK dahil hiçbir sendika protesto-yas-dayanışma için bir gün olsun iş bırakmayı gündemine almamıştır.
İşçi sınıfının mevcut halini aşmaya dönük çeşitli örgütlenme çabaları olsa da, bu çabaların ayrı mecralardan akış ve bu çabaları yürüten kesimlerin, eski “tek benci” anlayışı sürdürmesi, sınıfı birleştirmekten çok bölmeye neden oluyor. Aynı anlayışla, siyasal örgütlenme ile ekonomik örgütlenme iç içe geçirilip, karıştırılıyor ve nihayet her iki biçime de tasfiyeci etki ediyor.
İşçi sınıfının ihtiyacı olan şey aynı nitelikte dağınık örgütlenmeler yoluyla bölük pörçük bir mücadele değil, merkezileşmeye elverişli örgütlenmeler yoluyla birleşik mücadeledir. Bunun ekonomik mücadele alanındaki biçimi sendikadır. Ancak mevcut sendikal örgütlenmeler yukarıda andığımız nedenle bu konuda devre dışıdır. Bu yüzden işçiler ve sınıf devrimcileri için yeni biçim arayışları zorunlu olmuştur. Aslında bu biçimler uzun zamandır, sendikal mücadeleye paralel olarak varlığını sürdürüyor. Ancak bugün, sendikaya değil ama bugünkü sendikaya alternatif, ona dıştan etkiyle yeniden sınıf sendikası olması için basınç yaratmanın, bir yandan da ekonomik mücadeleyi yürütmenin aracı yegane biçim haline gelmişlerdir. Sorun her anlayışın kendisi için böyle bir biçim yaratma çabasıdır. Pek çok isimle pek çok işçi örgütlenmesi kuruluyor. Bu örgütlenmelerin birleşmesi, sınıfın tümüne doğru yayılması, sınıf hareketindeki dağınıklığa neşter vuracaktır. Bu yüzden bu çalışmaların birleştirilmesi, çalışmaların yürütücülerinin önündeki görevdir.
Mahmut Soner – Erol Zavar (Kasım 2022)