Erdoğan iç savaşa mı hazırlanıyor?

0
2691

Hamza Yalçın

Baskın erken seçime hazırlandığı tahmin edilen Erdoğan’ın 5 Ocak tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi kamuoyunda çok tartışıldı. Kararname, ordunun silahlarını konu alıyor. Bir devrimci ve eski bir asker olarak tartışmaya özel ilgi duydum. Yazmaya şimdi fırsat bulduğum konu hala çok günceldir.

İsmail Hakkı Pekin, Haldun Solmaztürk, Türker Ertürk ve Ahmet Yavuz gibi general ve amiral emeklisi eski subayların; Hanefi Avcı ve Yusuf Fidan gibi eski polis şeflerinin de yer aldığı bazı tartışmaları dinleyip ayrıca konuyla ilgili yazılar okudukça 1970’li yıllarda ordudaki özgün pratiğimizden ileri gelen perspektife de ihtiyaç olduğunu düşündüm. Onlar temel yaklaşımlarını mevcut kurumların işleyişine uygun davranarak geliştirdiler ve olaylara o görüşle bakıyorlar. Benim yaklaşımım ise orduda Mahir Çayan’ın görüşleri doğrultusunda yaptığımız çalışmanın etkisi ile oluştu. Çalışmanın hem ordunun hem de Türkiye devrimci hareketinin tarihinde özgün bir yeri vardır.

Emekli askerlerin kendi beyanlarından anlaşıldığı kadarıyla hepsi de orduyu Türkiye’yi savunan halktan yana bir kurum görüyorlar. Önce buna itiraz edeceğim için çok üzgünüm. Ardından da değişikliği yorumlayacağım.

Şimdi geleneksel Türk milliyetçilerinin ve ezilen ulus milliyetçiliğinin etkisindeki kesimlerin ayni oranda hoşlanmadıklarını bildiğim ifadelerle başlayayım: Keşke Türkiye’yi emperyalistlere, halkımızı sömürücülere ve zalimlere karşı savunan kahraman bir ordumuz olsaydı! “Askerimiz fakirdendir” ve hatta benim asker olduğum yıllarda subay, astsubay ve askeri öğrenciler belli bir dürüstlüğe ve yurt sevgisine sahiptiler. Buna rağmen ordu emperyalizmle egemen güçlerin halka karşı baskı aracı bir kurumdu. Hala öyledir. Zenginleri ve üst sınıfları üstün gören; Alevi, Kürt, Rum ve Ermeni gibi Anadolu halklarına karşı düşmanlıkla karışık küçümseyici; Avrupa ve Amerikan hayranı sağlıksız bir Türk kimliği stratejisi, askerleri egemenlere ve egemen devlet konseptine yakınlaştırıyordu. Kahramanlık Türkiye’yi sömüren emperyalistlere karşı değil Kürt, Rum, Ermeni gibi Türklerden daha az sayıda ve daha zayıf konumdaki halklara karşı şekillenmekteydi. Subay, astsubay ve askeri öğrenciler arasında hiyerarşi, rütbe, makam, kariyer gibi çok önemli kaygılar “milletin bağrından çıkmış” olmakla övünen devasa kitleyi, ülkeye egemen olan güçlerin arkasında örgütlemeye ve yönetmeye yetiyordu. Vatanı savunma ideolojisiyle egemenleri savunma gerçekliği arasındaki çelişkinin subay, astsubay ve askeri öğrenciler arasında yol açtığı manevi rahatsızlık 1960’lı ve 70’li yıllarda ordu dışında güçlü olan sosyalist hareketin orduda da gelişmesine olanak sağlamıştı. Bu sosyalist birikim 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinde ordu içindeki ilerici ve devrimci güçleri kitlesel, aralarda da küçük sayılarla tasfiye edilmekteydi. Sonuçta TSK emperyalizmin ve işbirlikçi tekellerin Türkiye’deki egemenliklerini koruyan kurumdu. Özellikle bu hiyerarşisinin en tepesindeki generaller ve amiraller kimin yanında kime karşı oldukları belli insanlardı.

İşte onun için Cemaat ve AKP karşısında direnemediler. Çünkü arkasında ABD olduğunu görmüşlerdi. Yukarıda ifade edildiği gibi onlar halkın vatanını emperyalizme karşı savunmaya göre eğitilmediler.

1990 sonrasında orduda belli-belirsiz bir anti-Amerikan söylem gördük. İçeriği ABD’yi Kürt milliyetçilerinden ve dincilerden kıskanmayla sınırlıydı. ABD’nin 1990 sonrasında Kürt sorununa ve İslamcılara artan özel ilgisi, ordunun içinde belirleyici olduğu, oligarşiyi incitti. Orduda Rusya, Çin gibi ülkelerin oluşturduğu Avrasya İttifakı ile flört ederek tekrar ABD’nin gözdesi olmayı amaçlayan cılız bir ulusalcılık gelişti. ABD dört yıldızlı generaller arasında operasyon yaparak bu ulusalcılığı kolayca alt etti ve orduyu kafese koydu. Kamuoyu bunu fark edemedi. Devrimci teoriyi ne yazık ki at gözlüğüne çeviren önemli bir kısım sosyalist sol hala ordunun darbe yapabileceğine ve Ergenekon rivayetlerine inanıyordu. Ordunun canını daha AKP’yi başa getirmeden çekmişlerdi. Yetmedi, ABD önce bir grup askerin başına çuval geçirdi (4 Temmuz 2003). Ardından kurbanlık koyunlar gibi sıralarını bekleyen askerleri AKP ve Cemaat eliyle tasfiye etti. Askerler her şey ellerindeyken direnme cesareti gösteremediler. En cesaretlileri istifa edebildi. Her şeyi kaybettikten sonra Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda savunmalar, konuşmalar vb yapmakla kaldılar. Önemli kısmı bir süredir Vatan Partisi çevresinde ve başka yerlerde yarı-muhalif görünüm adı altında Erdoğan’la paralel davranıyor.

Kendi bakışımı ifade edebilmek için bu uzun girişi yapmak ihtiyacını duydum. Şimdi ordunun, polisin silahlarını vb düzenleyen kararnameye geleyim. Muhalif kamuoyunda konu, daha çok Emniyet’in toplumsal olaylarda orduya ait silahların ve taşınır araçların kullanmasına izin verilmesi olarak algılandı. Bu algının arkasında biraz da orduyla Erdoğan arasında fazlaca bir kan uyuşmazlığı kanaatinin yattığını sanıyorum. Ordu ile hükümet arasında AKP’nin devamcısı olduğu Menderes ve Özal dönemlerinde önemli uyuşmazlıklar yaşanmıştı. Ancak o dönemde ordu ile ABD arasında sorun yoktu. Ayrıca yukarıda belirttiğim gibi ordu Erdoğan’a direnemeden teslim olmuş bir kurumdur. Erdoğan kara gözlüklerini takınca generaller ip gibi hizaya geliyor. Sadece polis değil ordu da Erdoğan’ın emir kuludur.

Ordu hali hazırda otonomisi çok zayıflatılmış bir kurumdur. Jandarma ile Sahil Güvenliği ordudan ayırdılar. Kara, deniz ve hava kuvvetleri arasındaki otonom eşgüdüm ortadan kaldırıldı. Ordunun (TSK) buna rağmen 735 bin personeliyle NATO’da sayı bakımından ABD ordusundan sonra en kalabalık olduğu görülüyor. Askeri güç sıralaması bakımından dünyada 138 ülke arasından 13’ncü sırada; NATO’da ise ABD, Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve Almanya’dan sonra 6’ncı görülmektedir. Bu sayı ve gücün iktidar açısından risk yaratması normaldir.

Ancak iktidarın orduyu daha 2016 yılında dahi nasıl sıkı kontrolde tuttuğu 15 Temmuz darbe girişimiyle görüldü. 15 Temmuz 2016 sonrasında Erdoğan ordu üzerindeki kontrolünü artırdı. Türkiye’nin NATO ülkesi olması, ABD ve AB’nin orduyu etkileyerek Erdoğan’ı devirmeye veya sıkıştırmaya kalkması açısından sınırlı bir risk faktörüdür.

Erdoğan’ın elinde ayrıca 324 bin kişilik Emniyet Teşkilatı var. Polisin elinde insansız hava araçları dahil hemen her türlü silahın zaten olduğu biliniyor. Askerlerin yönetime müdahale ettiği 28 Şubat döneminde 1998 yılında polisin elindeki ağır silahlar toplatılmıştı. AKP iktidarı polise ve MİT’e 2010 yılında ağır silah ithal etme yetkisi vermiş, 25 Temmuz 2016 yılında hemen 15 Temmuz’un ardından polise; Jandarma ve Sahil Güvenlik’in silahlarını kullanma yetkisi verilmiş ve 28 Şubat döneminde polisten alınan silahları da tekrar ona devredilmişti. Erdoğan’ın elinde Gayrı Nizami Harp eğitimi veren SADAD gibi, dinci ÖSO gibi güçler, “Halk Özel Harekat” gibi yarı askeri örgütler var. İktidar Diyanet’i kullanarak her caminin etrafında gençlik örgütü kurduruyor. Erdoğan ayrıca taraftarlarına silah dağıtmış durumda. Bir süre öncesine kadar her bir kişinin yıllık 100 mermiye kadar hakkı vardı. Bu hak daha sonra on kat artırılarak 1000 mermiye çıkarılmıştı. Dolayısıyla iktidar kendi savunmasını sadece bir kuruma bırakmıyor. Hatta hem polise ait hem de bir yığın kayıtlı silahın da kaybolduğu bildirildi.

Yorumcular AKP’nin seçimleri kazanmasının mümkün olmayacağını düşünmekteydiler. AKP’nin gücü muhalefetin gücü ile kıyaslamalı değerlendirilmelidir. Muhalefet güçlenmedi. Değişikliğin tam da Boğaziçi öğrencilerinin kayyum rektör atanmasına karşı protestoları gündemdeyken çıkarılması, yapılanın ayaklanmaları bastırma amaçlı olduğu yorumlarını tetikleyecekti. Burası, demokratik muhalefetin kendi tutumunu belirlemesi açısından çok önemlidir.

Dinlediğim eski polis yetkililerinden Hanefi Avcı söz konusu “iznin” sadece askerden polise silahlar devretmek için değil asker, polis, MİT, Sahil Güvenlik ve Jandarma arasında söz konusu olduğuna dikkat çekti. Burası önemlidir.

Yapılan değişiklikler gösteriyor ki Erdoğan devletin bütün silahlı güçlerini kendi elinde merkezileştiriyor. Eskiden ordu ile polis, denizci ile karacı vb arasında görüldüğü gibi devlet kurumlarının her birinin bir parça otonomisi vardı. Koordinasyon bugünkü gibi tek elden sağlanmıyordu. Şimdi onların hepsi adım adım parti devletinin egemenliğine alınırken yarı resmî ve sivil güçlerle de takviye ediliyor. Orduda Vatan Partisi’nin veya Atatürkçü geçinenlerin bir etkisi olduğu iddiaları abartı görünüyor. Onlar Cemaat’e karşı kullanıldı ve kenara kondular. MHP zaman zaman orduda çeşitli gösteriler yapmasına rağmen onun da stratejik bir etkisi olduğu iddia edilemez.

Bu kararname Erdoğan’ın dışarıdaki askeri vb operasyonlarını da kolaylaştırıyor. Erdoğan aynı zamanda ABD, AB gibi Türkiye üzerinde gücü olan ülkelere de “Tek muhatabınız benim” demiş oluyor. Yeni durum bir yandan Erdoğan’ın gücünü artırırken diğer yandan onu dış baskılara açık hale getiriyor.

Ayrıca eskiden soyut görünen devlet bugün parti devleti ve Erdoğan rejimi üzerinde somutlaşıyor. Böylece devlet bir bakıma gökten yere inmiş oluyor ki Erdoğan’ı sevmeyenler için devletin kutsal bir görünümü kalmıyor.

Erdoğan sürekli iç savaşa hazırlanıyor. Çünkü o geldiği günden bu yana yeni bir devlet kuruyor. Ama muhalefet uygulayacağı direniş çizgisiyle onun merkezileştirdiği güçleri adım adım çözebilir. Hatta bu süreçte Erdoğan’ın işleri önemli ölçüde ters giderse ki, bu mümkündür; sadece ordu değil polis teşkilatı bile ona karşı çıkabilir. Sürecin en önemli politik gücü Türkiye solu olmalıdır. Aksi halde bir zalim gider başkası gelir. Dün Cemaat’in önünde birbirini çiğneyerek kaçışanlar da yeniden kahramanlık söylemlerine başlarlar. Bizi kolayca ezdirecek değil geliştirecek stratejiler izleyelim.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.