CEMALETTIN CAN
2012 yılına büyük bir bölgesel savaş tehdidi altında giriyoruz. ABD-İsrail ikilisinin İran’a saldırması bekleniyor. Aynı zamanda Ortadoğu’da ABD ve Batı’yı arkasına almış olan işbirlikçi dincilik saldırı halinde. Türkiye’de işbirlikçi tekelci sermaye rejimi, dinci polis egemenliği olarak kurumlaşmaya devam ediyor. Sol güçler ve Alevi kesimler üzerindeki baskılar artıyor.
İşbirlikçi İslam
ABD’nin Saddam’ı devirerek işgal ettiği Irak’ta Şiilik ABD ile değil de İran ile çalışınca ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi, bir Sünni yayılmacılık projesine dönüştü. Geçtiğimiz yılda Ortadoğu; Arap Baharı denen iktidar değişikliklerine şahit oldu. Tunus, Mısır ve Libya’da geleneksel dikta yönetimleri devrildi. Arap Baharı denen süreç ABD emperyalizminin Ortadoğu’da Sunni İslamın yanında saldırıya geçmesidir. Bu süreç özellikle Libya’da kendisini gösterdi. ABD emperyalizmi AB’yi de ardına alarak Kaddafi’ye karşı dincilere dayandı. Kaddafi dinciler tarafından cinsel tecavüze uğrayarak “Allahü Ekber!” naralarıyla linç edildi. Mısır’da da Müslüman Kardeşlerle işbirliği yapıldı. Aynı işbirliği Suriye’de ve diğer yerlerde var.
Finans kaynağı her ne kadar Suudi Arabistan ve petrol şeyhlikleri ise de işbirlikçi İslamın modern versiyonu Türkiye merkezlidir. İşbirlikçi İslam, Arap Baharı denen süreçte Medeniyetler İttifakı iddiasıyla sahne alıyor. Medeniyetler İttifakı denince akla Fethullah Gülen gelmelidir. O proje Gülen’in CIA ile birlikte geliştirdiği işbirlikçi İslam projesidir. ABD o proje dahilinde Gülen’i Papa ile buluşturmuştu (2003). Medeniyetler İttifakı şimdi “Suriye’den Sudan’a Sunni kuşağı” yaratmak çabasında. Suriye’de başlatılan ayaklanma Türkiye’den yönetiliyor. Türkiye İslamın Amerikancı Halifeliği olma hayalleri kuruyor.
İşbirlikçi İslam, kendisini hala özgürlük hareketi diye satıyor. Ama onun niteliği Libya’daki linç olayında gene görüldü. Burada kullanılan; tıpkı Sivas’ta ve Maraş’ta “Allahü Ekber!” bağırışlarıyla din adına cana kıyan, insan yakan, göz oyan, tecavüz eden, yağma yapan kitleler. Dersim katliamı da hatta Ermeni kıymı da aslında hep aynı düşünce ve davranış kalıpları içindeki güçlere yaptırıldı.
Hatırlanacağı gibi Türkiye başbakanı Erdoğan, özellikle Suriye’ye karşı ABD odaklı Sünni saldırı için toplanan dinci foruma yolladığı heyecanlı mesajda anti-demokratik yönetimlerin liderlerine şükranlarnı sunuyordu. Erdoğan; “Esselamu Aleyküm, ve rahmetullahi, ve berekatüh.” sözleriyle bitirdiği mesajında “Majesteleri Emir Şeyh Hamad bin Khalifa Al Thani’ye, Majesteleri Şeyha Muza Binti Nasır El Misned’e, Medeniyetler İttifakı 4. Yıllık Forumu’na evsahipliği yaptıkları için şükranlarımı sunuyorum” diyor ve Ortadoğu’nun en gerici rejimleriyle kolkola olmasına bakmadan diktatörlük düzenlerini eleştiriyordu. Erdoğan özgürlük hareketi lideri pozlarında “Ortadoğu’da, kendi halkına kurşun yağdıran, kendi halkını topyekun katleden, her türlü muhalif görüş ve harekete tahammülsüzlük gösteren diktatörler oldukça da huzur ve istikrar sağlanamayacaktır” diyordu (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/19439771.asp- 11 Aralık).
Kastettiği Suriye ve İran rejimleriydi. Erdoğan o sırada Irak’ta arkasında 1 milyonu aşkın ölü bırakarak gitmek üzere olan ABD’ye tek söz etmiyordu. O, ABD ve Batı’yı arkasına almış bir mezhepçidir; bu yüzden Şii ayaklanmaları bastıran rejimlere karşı da sözü yoktu. Bahreyn’de, Umman’da, Suudi Arabistan’da üzerilerine kurşun yağdırılan Şii ayaklanmacıların adını ağzına almıyordu.
Dinci saldırıda AKP ile Gülen cemaatinin basit piyonlar gibi sadece emperyalistlerin verdikleri rolü oynadklarını düşünmek hatadır. Sosyalist milletvekili Sırrı Süreyya bir konuşmasında AKP yönetimini böyle görmüş. Bu yaklaşım biraz hatalı. AKP ile Gülen Camaati Ortadoğu’da Sunni egemenliği için hesap yapmış durumdalar. Bu güçler dün nasıl cuntacılara dayanarak geliştilerse bugün benzeri yol izliyorlar. Emperyalizmin Ortadoğu’daki hesaplarına dayanarak egemenliklerini yayıyorlar. Üstelik devir şimdi onların devri.
Gerici amaçları doğrultusunda uzun süredir Kürt hareketinin yapısı üzerinde oynuyorlar. Kürt hareketi içindeki sol ve Alevi kökenli güçleri çeşitli saldırılarla tasfiye ederek Amerikancılaştırılmış liderliklerle beraber Türk-Kürt barışı kurmaya çalışıyorlar. Son dönemde çok yoğun süren KCK operasyonları ve gerillaya karşı imhacı operasyonlar buna hizmet ediyor. İlerici güçlerin büyük fedakarlıklarla savunduğu Türk-Kürt barışı özlemini Yavuz Selim ile İdiris-i Bitlisi ittifakına çevirmeye çalışıyorlar.
Libya’ya karşı saldırıda Çin’in orada Batı’ya alternatif güç elde etmesini engellemek kaygıları önemli rol oynamıştı. Çin’in Libya ile enerji bağlantıları bu yüzden sabote edildi. Ancak ABD ve Avrupa saldırırken diğer yandan Şanghay İttifakı adı verilen Çin-Rusya-Hindistan-İran yakınlaşması yeniden güncelleşiyor. Bu durumda İran’a karşı bir savaşın bölgesel bir savaşın dahi ötesine geçmesi olasılığı bulunuyor. Rusya uzun menzilli füze denemesi, İran da askeri tatbikatlar yapıyor.
Türkiye’de Durum
AKP iktidarı işbirlikçi sermayeyi denetim altına aldı. Şu anda ona karşı çıkmaya cesaret edecel bir sermaye grubu görünmüyor. Dolayısıyla Türk Ulusalcılarıyla CHP’nin bu konudaki umutları boşa çıktı. Ordu da üstüste yapılan operasyonlardan sonra AKP’ye teslim oldu. Öyle ki İran’a ve Suriye’ye karşı maceracı tertiplere bile ordudan itiraz yapılamıyor. Her biri “laik cumhuriyeti” korumaya namus ve şeref andı içmiş olan genaraller, birbirlerini sattılar. AKP onları birbirine karşı kullanarak ardı ardına ezdi. Süreç devam ediyor.
AKP rejimine karşı şu anda iki etkili güç var. Bunlardan biri Kürt Ulusal Hareketidir. Kürt Ulusal Hareketi son süreçte ağır darbeler aldı. Ancak varlığını koruyacaktır. Hareket içinde sol güçlerin tasfiyesi Türkiye için çok önemli kayıp olur. Diğer bir muhalefet hareketi ise Ergenekon davası adı altında tartışılan Türk ulusalcılarıdır. Bu güçlerin demokratik nitelikleri bulunmuyor. Ancak AKP’nin onları ezmesi demokrasiyle değil devletin el değiştirmesiyle alakalıdır. AKP onları hala bir kısım soldan daha tehlikeli görüyor ve politikalarında çok dikkate alıyor. AKP iktidarı, demokratik görünmek için geçmişte Marksist devrimci hareketlere karışmış oldukları iddiasıyla ihraç edilmiş bir kısım insanları bile onlarca yıl sonra geri alarak subaylıktan emekli etti. İktidara karşı mırın-kırın eden devletçi generaller ise terörist örgüt suçlamasıyla (Genelkurmay Başkanı Başbuğ dahil) içeri atıldılar. Bu insanlar ülkeye ve halka zarar verdikleri için değil, aslında Erdoğan-Gülen iktidarına yeterince kölelik edemedikleri için teröristlikle suçlanıyorlar.
Solun bu insanlara karşı baskıları onaylar konuma düşmeleri doğru olmaz. Ayrıca iki egemen kesimin birbirini dengelemesi solun işine gelir. Kaldı ki aynı baskılar yeri geldiğinde bütün muhaliflere uygulanacaktır. Nitekim uyduruk suçlamalar kısa zaman sonra herkesin kapısını çalmaya başladı. Geçmişte zaman zaman AKP’nin Ulusalcılara karşı bazı saldırılarının yedeği durumuna düşmüş sol örgütlerin nasıl birdenbire Karagah operasyonu ile karşı karşıya kaldıkları ders verici olmalıdır.
MHP; AKP’ye engel çıkarmayacak duruma getirilmiş bir partidir. Yöneticileri büyük olasılıkla şantaj vb yoluyla AKP’ye karşı sorun çıkarmayacak duruma getirilmişler. Ana muhalefet partisi denen CHP ise dikkate alınamayacak kadar zayıf bir güç. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yarattığı hava çok kısa zamanda söndü. Kemal Kılıçdaroğlu demokratik bir çıkış sağlayamayıp CHP’yi elinde tutan gerici güçlere teslim oldu. Artık Baykal döneminde yaptığı gibi temiz toplum için çıkışları dahi yapamıyor. Seçimlerde partisinden Haberal gibi çok kötü bir ismi bile baş listeye aldırıp seçtirdi ve şimdi Baykal’la birlikte sabah akşam Haberal’ın serbest bırakılması için çalışıyor. Bunun yanında AKP, Alevi kökenini gündeme getirip ona yine küfrettirecek diye ödü kopuyor. Kariyerini korumak için Alevi kökenine rağmen Sunni zevatla birlikte camilerde namazlara duruyor. Dersim katliamı gündeme geldiğinde Ulusalcılar kızacak diye ağzını açamıyor. Ermeni katliamı tartışılırken, zamanında Ermenileri kıyımdan kurtaran Dersimli Alevilerin yaptığını bile yapmaya cesaret edemeyip AKP’nin yanında saf tutuyor.
İşçi hareketi zayıf durumunu sürdürüyor. On yıllardır büyük bir sendikasızlaştırma örgütsüzleştirme yaşanıyor. Sendikalı işçiler, sınıfın yüzde onu kadar bile değil. Türk-İş içinde AKP iktidarına sosyal demokratik muhalefet geliştirme çabaları bir yere varamamış durumda. Toplumda en büyük kitleyi oluşturan ve büyük bir devrimci potansiyel taşıyan işçi sınıfının kollektif davranma yeteneği çok gerilemiş durumda. Emekçi kökenli mahalle gençliğindeki devrimci potansiyel, özellikle polisin dağıtıcı çabaları yüzünden, güce ve eyleme dönüşemiyor. Kürt hareketinden sonra en önemli kitlesel muhalefet potansiyeline sahip Alevi hareketi ise CHP, Ulusalcılar ve AKP tarafından etkisiz hale getiriliyor.
Türkiye’de şu anda sermayenin güçlü bir tahakkümü sözkonusu. Baskı biçimleri diğer bazı dönemlere göre daha yumuşak görünse de etki bakımından 12 Eylül darbesi dönemiyle kıyaslanacak kadar sindirici bir baskı sözkonusu. Herkesi izleyen, her an herkesi gözaltı ve tutuklamayla, ahlak infazlarıyla tehdit eden bir polis devleti sözkonusu. Baskı cihazı artık tek merkezli. Eskisi gibi asker ve hükümet ayrımı geçerli değil. Polis şimdi rejimin asıl bekçisi olarak askerin yerini aldı. İnsanlar ise bu baskıları hazmetsinler diye çıkara yönlendirilmiş durumdalar. Koyun sürüsü gibi şahsi çıkar peşinde yürüyorlar. İktidar partisi muhalif güçleri parçalamaya devam ediyor.
Bir kısım burjuva solu Fethullahçı çizgide iktidarın peşinde gidiyor. Marksist sol içinde de Cemaat etkisi gayet güçlü. Bu etki mesela yakın zamanda sözde askeri darbe tehdidine karşı eylemlerde kendisini gösterdi. AKP aslında darbeyi yapmış, karşı tarafı silip süpürmekteyken aynı zamanda da özgürlük savunucusu görünmeye çalışıyordu. Derin devleti ele geçirirken kendilerine toplumda ve dünya kamuoyunda meşruiyet sağlamak için sosyalist solun korkularını kullanarak onu yakın askeri darbe tehlikesi ile aldattı ve yedekledi.
Sosyalist solun bir kısmı ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki manipülasyonlarını bile ciddi demokratik gelişmeler sanma hatasına düştü. ABD emperyalizmi ile birlikte iktidara gelen dinci gericiliği göremeyip “Tahrir Meydanı demokrasisine” kaptırdılar. Bu konuda halkların memnuniyetsizliğini tespit etmeyi yeterli gördüler. Oysa eğer yöneticiler arasında bölünme yaratılırsa bugün dünyanın en istikrarlı memleketlerinden biri olduğunu sandığım İsveç’te bile halk ayaklanması olur. İsveç halkı bireycilik yoluyla atomlarına bölünmüş ve olağanüstü itaatkar hale getirilmiş bir halk. Diğer ülkelerin çoğuna göre ileri olan refah seviyesinden de memnun. Ama büyük güçler İsveç’i karıştırmaya karar verse ve egemen güçleri bölerlerse İsveç halkı bile, parlamenter demokrasi ve özyönetim masallarını bir kenara atar ve isyan eder. Halkların isyan etmesi için dünyanın her yerinde sebepler var.
2011 Yılında Direndik
Reel-sosyalizmin yıkılışından sonra Türkiye solu dayanacak güç aramaya başladı. Kimileri Kürt ulusal hareketine yanaşarak onu merkez görmeye, ona bakarak kendine yön bulmaya, ona yaslanarak ayakta durmaya çalıştılar. Diğer bir eğilim Denizler-Mahirler edebiyatı yaparak gelişmekte olan Türk ulusalcılığı idi. Solun dış güce dayanmaya çalışan halini gören Gülen-AKP ittifakı sol liberalizmi insiyatifine alarak kafaları karıştırmaya ve Türkiye solunu yedeklemeye başladı. Sırtını ABD ve AB’ye dayayan bu güçler sahte bir özgürlük ve demokrasi edebiyatı ile kendilerini maskelemeye çalışıyorlardı. Bu akımın etkisinden kendimizi korumayı başardık. Ölü balıklar akıntıyla sürüklenir, diyerek akıntıya karşı ilerlemeye çalıştık.
En büyük zorlukları içimizde yaşadık, çünkü kendimizi ne kadar devrimci görürsek görelim dışımızdaki dünya ve Türkiye düzeni tarafından kuşatılmış durumdayız. Türkiye insanını etkisi altında bulunduran bireycilik ve rekabetçilik tarafından içten baltalanıyoruz. Yaşadığımız düzenin insan ilişkilerinde egemen olan söz ile eylem arasındaki kopukluğu aşamadıkça aldığımız kararları uygulamakta ve devrimcileşmekte zorlandık.
Her şeye rağmen devrimci iradeyi ayakta tutmayı başardık. İradesizce başka güçlere yaslanmaktan uzak durduk. Olmayacak birlik hayalleriyle oyalanmadık. Geçmişin yorgun düşmüş ve iş yapamaz haldeki kadrolarıyla oyalanarak tükenmek yerine gençliğe ağırlık verme tutumuyla ilerleme sağlamaya başladı. 1990 döneminde nasıl baskıların hedefi olduysak bu kez de hedef olmaya başladık.
Baskılara hedef olmamızı hatamız görmüyoruz. Bizi gelişme potansiyeline sahip ve gelişme eğiliminde gördükleri için saldırıyorlar. Marksist yaratcılık ile geliştirdiğimiz Eğitim ve Dayanışma Hareketi düşüncesi çalışmalarımıza yön veriyor. Bu doğrultuda solda ve toplumda yenilenme süreci geliştirme çabamız düşman tarafından tepkiyle karşılandı. Çalışmalarımızı içten sabote etmekte yetersiz kalınca gözaltılara ve tutuklamalara başladılar. Hareketi moralden ve iradeden yoksun düşürmeye, bölmeye ve disiplinsizleştirmeye yönelik saldırılarda bulundular.
2010 yılındaki operasyonu başarıyla göğüsledik. “Birimiz hepimiz hepimiz birimiz için!” bilinciyle birleştik. Birbirimizi satmadık ve sattırmadık. İstanbul ve Ankara’da başarılı Eğitim ve Dayanışma Konserlerinde, Kadıköy Kültür Kafe’nin düzenlediği Kitap Okuma Kampanyası, Referandum, Seçimler gibi çeşitli siyasi tartışmalarda; Karadeniz Gecesi, Dersim gecesi, Tokat gecesi, Çerkes gecesi gibi kültürel etkinliklerde olduğu gibi başarılı çalışmalar yaptık. Çeşitli etkinliklerle şehitlerimize sahip çıktık. Eğitim ve Dayanışma Hareketi adlı kitabımızın ilk baskısı tükenecek kadar okurlara ulaştırdık ve tartışmalar açtık. Direnişçi gençliğimiz Ankara’da demokratik eylemlerde kendisini göstermeye, liselerde, yüksek öğrenimde ve emekçi gençlikte yayılmaya başladı. Eğitim gruplarımızı çeşitli şehirlerde yaymaya başladık. Bu nedenle 2011 sonlarında yeni ve daha geniş bir operasyonla karşılaştık.
İşte biz de 2012 yılına saldırıları daha güçlü bir direnişle karşılama azmiyle giriyoruz.
2012 bizlerin yili olabilir.
Yazıyı çok beğendim lakin yazıda Kemal Kılıçdaroğlu yerine Kemal Derviş ismi kullanılmış, gözden kaçmış sanırım.
Sizi uzaktan, internetten takip eden okurunuz 🙂
Haklısınız, gözden kaçmış. Dikkatiniz ve uyarınız için teşekkürler…