KRİZ: DİNAMİKLERİ VE GÜZERGÂHI

0
2464

TEMEL DEMİRER

“Hiçbir şiir dünyamızın

gerçek resmi olamaz.

Dünyamızın gerçek ve

korkunç resmi gazetedir.” [1]

“Kriz”… Bu gerçeği, en bilimsel ve anlaşılabilir olarak, İngiltere’de maden işçisinin oğluyla annesi arasında geçen diyalog anlatır:

“Anne üşüyorum, sobayı yakamaz mısın?”

“Kömürümüz yok oğlum”

“Neden?”

“Çünkü paramız yok.”

“Neden:”

“Çünkü babanı işten çıkardılar.”

“Neden?”

“Çünkü fazla kömür var”!

Evet, dünyanın yaşadığı kapitalizmin krizi, tam da budur; böyledir…

Bu; Financial Times’dan Gillian Tett’ın deyişiyle “Tam anlamıyla küreselleşmenin krizi”dir…

Sadece bu kadar da değil; Osman Ulagay’ın itirafındaki özellikleri de taşıyor mevcut kriz:

“İnsan dünyaya belli bir çerçeve içinden bakmaya, dünyada olan biteni belli bir paradigmaya göre algılamaya koşullandığı zaman, o çerçevenin dışına çıkan, o paradigmaya uymayan olayları, gelişmeleri algılamakta zorlanabiliyor. Şimdi yaşanmakta olan kriz, son 30 yılda genel kabul gören paradigmanın, o bilinen çerçevenin içine sığmayan bir kriz…”[2]

Kapitalizmin “III. Büyük Buhranı” olarak da anılmayı hak ediyor; bu kriz…

I) NE(YİN) KRİZİ?

Kapitalizmin mevcut krizi ile Karl Marx’ın 1867’deki şu saptamaları yineleniyor “yeniden”:

“Sermaye sahipleri, çalışan sınıfı, pahalı mal, ev ve teknoloji ürünlerinden bol bol satın almak ve bunları satın alabilmek için, bankalarca sunulan pahalı kredilerden bol bol kullanmak yönünde tahrik edecekler ve halkın borçlarını geri ödenemez noktaya kadar yükselteceklerdir. Geri ödenemeyen krediler, giderek bankaların iflasına neden olacak ve iflas eden bankaları devletleştirmek zorunda kalan devlet, sonu komünizme çıkan yolda ilerlemeye başlayacaktır.”

Kapitalizmin, bir üretim biçimi olarak ulaştığı “fiziki sınırlar”da, çürüme + yıkım ile yüzleştiğimiz “III. Büyük Buhranı”dır yaşanmakta olan.

Kapitalizmin bir ekonomik sistem olarak ortaya çıkışını sanayi devrimine bağlarsak aşağı yukarı iki yüzyılı kapsayan bu geçmişe baktığımızda üç kriz dikkati çekiyor.

İlk kriz ‘Uzun Depresyon’ adıyla anılan ve 1873’de başlayıp Birinci Dünya Savaşına kadar varan krizdir. Viyana Borsası’nın çöküşüyle çıkan panik kısa sürede bir sistem krizine dönüştü…

İkinci kriz “Büyük Bunalım” ya da “Büyük Depresyon” adıyla anılan ve 1929 yılında başlayıp II. Emperyalist paylaşıma kadar süren krizdir. 24 Ekim 1929’da ekonomi tarihine “Kara Perşembe” olarak geçen seanslarda borsa tam anlamıyla çöktü. Bir gün içinde borsada 4 milyar doların üzerinde kayıp yaşandı ve çöküş, kısa sürede dünyaya yayıldı. Ardından da II. Dünya Savaşı çıktı…

Nihayet üçüncü büyük kriz, içinde yaşadığımız krizidir. Her ne kadar ilk aşamada “finans” sözcüğü ile anılmışsa da, gelinen noktada soru(n) bir finans krizi olmaktan çıkmış, sistemin krizine dönüşmüştür.

Verili durumu Mahfi Eğilmez bile, “Son 50 yılın en büyük krizinin 2009 krizi” olduğunu teslim ediyor.

Haksız da sayılmaz. Çünkü sistem açısından küresel ölçekli bir durgunluk ile iç içe geçmiş resesyona eşlik eden enflasyondan yani stagflasyondan ve topyekûn değersizleşmeden söz edebiliriz.[3]

Görüldüğü üzere krizin patlak vermesi ve ardından gezegendeki ülkelerin tümünü etkisi altına alan resesyonun yarattığı yıkım, küresel kapitalizmin ipliğini bir kez daha pazara çıkardı. Devasa çabalara karşın hâlâ süren, ne zaman sona ereceğini kimsenin kestiremediği finansal karmaşa, her türlü spekülasyon, göçmen sorununun kötü yönetimi, doğa kaynaklarının hoyratça talanı, daha fazla kâr için sanayi tesislerinin, arkalarında toplumsal yıkım, işsizlik bırakarak bir yöreden öbürüne kaydırılması (delocalisation), işsizliğin tüm ülkelerde rekor üzerine rekor kıracak düzeylere tırmanması, açların sayılarının bir milyarı aşarak genişlemeye devam etmesi gibi toplumları tehdit eden çok sayıda sorun gündemde…

Oysa Francis Fukuyama 1989’da yazdığı ‘The End of History and the Last Man/ Tarihin Sonu ve Son İnsan’da politik ve ekonomik liberalizmin “nihai başarısı”nı ilan etmişti…

ABD’de Reagan yönetiminin danışmanlarından “Yeni Muhafazakârlık” akımının, diğer bir deyişle “Neo-Con”ların en önemli düşünür ve temsilcilerinden Fukuyama’ya göre, “Liberalizm dışında herhangi bir ideolojinin artık yaşama şansı yoktu. Liberalizmin bir gereği olarak devlet küçültülmeli, daha önce devletin yüklendiği birçok işlev piyasaya bırakılmalı, serbest ticaret güçlendirilmeli, daha az işlevli ama güçlü bir devlet yapısına geçilmeli”ydi.

Yine 1989 yılında, ‘Institute for International Economics/ Uluslararası Ekonomi Enstitüsü’ araştırmacılarından John Williamson “Washington Consensus” kavramını ortaya atmıştı.

Washington Consensus, “serbest ticaret”in yüceltilmesini savunan düşüncelerle eş anlamda kullanılan bir kavram olarak iktisat yazınına girdi. Aynı sıralarda, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla anti-komünist görüşler önemini yitirmeye başlamıştı. İşte bu boşluk döneminde “piyasanın yüceltilmesi ve serbest ticaret” Amerika’nın dünyaya ihraç ettiği en önemli ideolojik kavram hâline geldi.

Williamson’a göre “Washington Uzlaşması” olarak da tanımlanan kavram iki kaynaktan beslenir. İlk kaynak kavramın politik özünü oluşturan Amerikan Kongresi ve yönetiminin kıdemli üyelerinin görüşleridir. Kavramın teknik ve ekonomik özünü oluşturan ikinci kaynak ise Amerikan Merkez Bankası gibi Amerikan hükümetinin ekonomik birimlerinin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finansal kuruluşlarının ve aynı yönde çalışan çeşitli düşünce üretim merkezlerinin görüşleri ve uygulamalarıdır.

Uzlaşmanın ana ilkeleri ise deregülasyon, özelleştirme, yabancı sermaye ve ithalata açıklık (openness), sermayenin sınırsız hareketi ve düşük vergi oranlarıdır.

Bu görüşler, 1980’ler sonrasında özellikle Latin Amerika ülkeleri ile ABD’nin etkisinin yoğun olduğu diğer ülkelerde egemen hâle getirildi ve kısa sürede IMF ve Dünya Bankası politikaları, yönlendirmeleri ve özelleştirmeler aracılığıyla devletin piyasadaki rolü azaltıldı, serbest ticaretin etkisi arttırıldı. Böylelikle küresel düzeyde deregülasyonların ağır bastığı yani piyasa kontrolleri ve düzenlemelerin olmadığı, serbest ticarete dayalı bir piyasa ekonomisi oluşturuldu.

Serbest piyasayı kutsayan ve devletin çeşitli düzenlemeler ile karışmadığı bir piyasanın kaynak kullanımında en yüksek etkinliği sağlayacağını savunan bu yaklaşım, 2007 ortalarına kadar, özellikle ABD ve AB’de finans sektörünün bir balon gibi hızla büyümesine ve büyük kârların kazanılmasına yol açtı. Kazançların büyüklüğü kâr hırsını arttırdı. Likidite bolluğu içindeki yatırım bankaları ve sermayedarlar daha büyük risklerin altına girmekten kaçınmadılar.

Dünya ekonomisinde bu büyük finansal genişleme 2006’nın ikinci yarısında ABD konut sektöründe durgunluk işaretlerinin ortaya çıkmaya başlamasıyla yeni bir döneme girmişti. Bu işaretler 2007 ortalarında mortgage kredileri yatırımı yapan fonların batmaya başlamasıyla somutlaşan bir krize yol açtı. Finansal kriz kısa sürede kontrol altına alınamayan ekonomik gelişmeler ile tüm dünyada hem finans hem de reel sektörü etkileyen küresel bir krize ve resesyona dönüştü.

ABD başta olmak üzere Avrupa Birliği ülkeleri, Rusya, Japonya ve Çin dahil tüm ülkeler krize karşı ciddi ekonomik önlemler alıyorlar ve ekonomik paketleri uygulamaya sokuyorlar. Özellikle reel sektörün sorunlarını aşmak ve dünya çapındaki resesyonun engellenebilmesi için şu ana kadar dünyada ülke ekonomilerine toplam 7-8 trilyon ABD Doları dolayında bir müdahalenin yapıldığı biliniyor.

Görünen o ki, yaklaşık yirmi yıla yakın bir süredir dünyayı etkisi altına alan liberal rüzgârların sonuna gelinmiş vaziyette. Kapitalizmin kontrol edilmeyen piyasa ekonomisi ve serbest ticareti kutsayan politikaları duvara çarpmış durumda. Küresel bir durgunluğa (resesyon) dönüşen ekonomik krizden nasıl çıkılacağı, dünya ekonomisinin yeniden nasıl canlandırılacağı yönünde kuramsal ve ideolojik tartışmalar uluslararası ekonomi gündeminin ön sıralarındadır.

I.1) KRİZİN (İLK) SONUÇLARI

Kısacası küresel ölçekte öne çıktığı üzere; “Çok sert bir mali kriz yaşanıyor”ken[4] bunun (ilk) sonuçları da tüm sarsıcılığıyla ortaya çıkıyor…

A’dan Z’ye müthiş bir değersizleşmeye yol açıyor…

Küresel krizin faturasının çok ağır olduğunu belirten Osman Ulagay bazı rakamlar da vermekte. Örneğin ASYA Kalkınma bankasının 2009 yılı Mart ayında açıklanan tahminlerine göre 2008’de yalnızca finans sektöründe 50 trilyonluk bir varlık kaybına neden olmuş. Bu rakam gerçekte dünya GSMH’na yakın bir değer…

Merrill Lynch’in raporuna göre, kriz yüzünden dünyada 1 milyon doları aşan gelire sahip varlıklı kişi sayısı yüzde 29 azalarak 8.6 milyona geriledi. Türkiye’de ise dolar milyonerlerinin sayısı bir yılda 14 bin kişi azalarak 33 bin 700’e indi…

Bunda “şaşırtıcı” olan bir şey yok!

Karl Marx, kapitalist üretim tarzının doğası gereği her zaman krizlerle karşılaşacağını, sermaye birikiminin canlı dönemini mutlaka krizlerin izleyeceğini ortaya koydu. (Onun bu konuda, haklı mı haksız mı olduğunu tartışmaya kalkışmak “abes” ile iştigal!)

Marx’ın izah ettiği gibi kriz devam ettiği sürece, işsizlik ve enflasyon oranları yükselecek. Buna bağlı olarak emekçilerin çalışma koşulları daha da ağırlaştırılacak.

Ayrıca ’80’li yıllardan itibaren uygulanan emeğin değersizleştirilmesi politikalarının krizle birlikte daha baskıcı biçimlere bürüneceğini düşünmek yanlış olmayacak.

Krizin tetikleyeceği bir diğer eğilim, sermayenin değersizleşmesi olacaktır. Yani kâr oranının krize son verecek biçimde yeniden yükselmesi, üretkenliğin artışını, bu ise üretken olmayan sermayelerin bütünüyle ayıklanmasını gerektirir. Yani bazı şirketler bütünüyle çökmeli, bazı üretim araçları üretim aracı olmaktan çıkmalı, tasfiye edilmeli, sermayenin yepyeni temellerde harekete geçmesi için bir bakıma yeni bir sayfa açılmalıdır. Bu üretim araçlarının değersizleşmesi anlamına gelir. Dolayısıyla sonuç, daha fazla işsizlik ve daha fazla yoksullaşmadan başka bir şey olamayacaktır.

Diğer taraftan bütün bu süreç, ister istemez toplumsal sorunlara da neden olacaktır. Bunun en güzel örnekleri, artan intihar ve suç oranlarında görülebilir. Tıpkı Durkheim’ın zamanında “anomi” (kuralsızlık) adını verdiği durumun, yani hızlı değişim dönemlerinde var olan kuralların etkisini yitirmesi durumunun ortaya çıkması gibi. Dolayısıyla ileriki dönemlerde intihar olaylarının, suç girişimlerinin (son dönemde sıkça yaşanan banka soygunları olaylarında olduğu gibi), olmadı mafya tipi örgütlenmelerin artışının şaşırtıcı olmayacağı söylenebilir.

Bunlara bir diğer örnek de banka iflasları…

Rochdale Menkul Değerler’den ünlü bankacılık analisti Richard Bove, ABD’de 150-200 bankanın daha iflas edeceğini öngördü…

Diğer bir ünlü bankacılık analisti Meredith Whitney ise, ABD’de iflas eden banka sayısının 300’ü geçeceğini söyledi…

Krizin sonuçlarından bir diğeri de işsizliktir!

İşte birkaç veri: ABD’de işsiz sayısı 14 milyon; bunların 7.5 milyonu bir yılda iş kaybedenler…

AB’de toplam işsiz sayısı 21 milyon, İngiltere’de 2 milyon küsuru bulmuş durumda…

2009 yılında dünyada 239 milyon kişinin daha işini kaybedeceği öngörülüyor…

Japonya’da, 2009 Temmuz’unda işsizlik, rekor düzeye ulaştı. Tüm zamanların en yüksek seviyesine çıktı…

Aslında krizin beşeri münasebetler alanında yarattığı kareler, bu krizin ne pahasına ve kime karşı olduğunu en net hâliyle açıklayan öğeleri oluşturuyor…

Dünyayı sarsan ekonomik kriz, çocukların da yaşamını değiştiriyor…

ABD’li Demetri Wolfe-Maris henüz 10 yaşında olmasına rağmen, krizin ardından kendine güvenli bir iş bulmuş: Bozuk para sayarak kendi harçlığını çıkarıyor.

Bir senedir işsiz olan 34 yaşındaki anne Abebi Wolfe, “Oğlum bir komşumuz için çalışıyor. Saatte beş dolar kazanıyor ve bundan gurur duyuyor, çünkü benden para istemiyor” diye konuşuyor![5]

Sonra da krizin yarattığı girdaptan çıkamayan insanlar, son çareyi organlarını satışa sunmakta aramaya başladı…

24 Haziran 2009 tarihli ‘La Repubblica’da yayımlanan habere göre, sahibi oldukları işletmelerin iflas etmesi, işsiz kalmak, bankalara olan kredi kartı borçlarını ve ev taksitlerini ödeyememek gibi sorunlarla karşı karşıya kalan vatandaşların “özel ve acil ilanlar” başlığı altında yayımlanan duyurularında böbrek, karaciğerin bir bölümü ve omuriliklerini borç batağından çıkabilmek adına satışa sundukları görüldü![6]

Ayrıca kriz, “maddi” sorunlarla birlikte aile içi şiddeti de tırmandırıyor…

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hakan Coşkunol, kriz ortamlarının bireysel birtakım bozuklukları ortaya çıkardığını, ansiyete, stres, uyku bozukluğu ve şiddete yönelme gibi sorunlara yol açtığının altını çiziyor.

Alkol tüketimine tavan yapıyor…

Biranın fiyatından dolayı kriz ortamında daha çok tercih edildiğini belirten Efes Bira Grubu Türkiye Bölge Başkanı Semih Maviş, ‘Cebinde 2 lirası olan bira içebiliyor ama diğer içkiler öyle değil. 2007 yılında 910 milyon litre olan tüketim, 2008 yılı sonunda 950 milyon litreyi buldu” vurgusuyla, bira sektörünün şu anda 950 milyon litre civarında olduğunun altını çizerek ekliyor: “Sektörün bu yılı da [2009-b.n.] yaklaşık 1 milyar litreyle tamamlamasını bekliyoruz”!

Her şey para için yapılıyor…

Hindistan’ın batısındaki Gucarat eyaletine bağlı Anand’da yoksulluk yüzünden taşıyıcı annelik işi patladı![7]

Bunlar yetmezmiş gibi “dünyanın en eski mesleği” de küresel ekonomik krizden nasibini alıyor…

Fahişeliğin yasal ve birçok ülkede olmadığı kadar açık olduğu Almanya’da, seks endüstrisi kendini krizden kurtarmak ve sektördeki ekonomiyi canlandırmak için yeni yöntemler arıyor.[8]

A’dan Z’ye müthiş bir değersizleşmeye yol açan kriz, devasa bir umutsuzluğu da küreselleştiriyor!

Örneğin İrlanda, ekonomik kriz yüzünden işsiz kalanların intiharını önlemek için akıl sağlığıyla ilgili 100 bin adet broşür dağıtacağını açıkladı. Milli İntiharı Önleme Bürosu, işsizliğin intihar riskini yüzde 70 oranında arttırdığını belirterek, bu riske hiç psikolojik sorun yaşamamış insanların da dahil olduğunu vurguladı.[9]

Kolay mı?

Uzun süren işsizlik, iş bulma umudunun olmayışı, borçların ödenemeyişi, yaşanan en yaygın yıkımların başında geliyor.

Kriz dönemleri, her türlü toplumsal yıkımı genişleterek bunu artan bir umutsuzluk ile insan bedenine de kolaylıkla taşıyabilmektedir. Son dönemde artan intiharlar bunu çarpıcı biçimde göstermektedir.

“Çaresizlik” kriz-intihar ilişkisinin düğüm noktasıdır.

Çaresizlik, olağan koşullarda daha çok öznel bir mesele olarak kavranırken, kriz dönemi bu durumun toplumsal arka planını çıplaklaştırarak toplumun her kesiminin önüne koyar.

Son dönemde krizin etkilerine bağlı yaşanan intiharların toplumun farklı kesimlerinde olabildiği görülmektedir. İntihar eden iş adamları, esnaf, öğrenciler ve işsizler… Uzun süren işsizlik ve iş bulma umudunun olmayışı, yaşanan en yaygın yıkımların başında gelmektedir. Bir diğer neden ise borçlanma ve bu borçların ödenemeyişi ile ilgilidir. Borçlanma, bu krizin en kritik nedenlerindendir.

İntiharın eşiğine gelen kişileri tedavi etme politikaları yerine intiharı yaratan koşulları ortadan kaldıran sosyal politikaları artırmak, bu kriz koşullarında kaçınılmaz önemdedir.

Çaresizliği ve yıkımı insan bedenine yönelten bu kriz koşulları, biyolojik ve politik tahribatın iç içeliğini de çarpıcı biçimde yüzümüze vurmaktadır. Bu son dönemde yaşanan intiharları öznel veya kişisel bir mesele olarak göremeyiz…

II) KÜRESEL EŞİTSİZLİK

Bunlara eklenmesi gerekenlerden bir diğeri de, krizle katmerlenen, derinleşerek yaygınlaşan küresel eşitsizliktir…

Eşitsizlik konusunda çarpıcı örneklerden birisi, ‘En Çok Kazanan 10 CEO’ araştırmasıdır. ABD şirketleri arasında yapılan araştırmada ilk sırayı 702 milyon dolar ile dünyaca ünlü yatırım şirketi Blackstone’un CEO’su Stephen Schwarzman aldı.

Dünyaca ünlü yatırım şirketi Blackstone’nin CEO’su Stephen Schwarzman, maaş, prim ve şirketteki hisselerinin toplam değeri ile 2008’de 702 milyon dolarlık varlığa sahip olurken listenin ikinci sırasında 556.9 milyon dolar ile yazılım devi Oracle CEO’su Lawrence Ellison yer aldı.

SIRA KİM (NEREDE)? YILLIK TOPLAM GELİRİ (milyon dolar)
1 Stephen Schwarzman (Blackstone) 702
2 Larry Ellison (Oracle) 557
3 Ray Irani (Occidental) 224
4 John Hess (Hess) 160
5 Mark Watford (Ultra Petroleum) 117
6 Aubrey McClendon (Chesapeake Energy) 114
7 Bob Simpson (XTO) 104
8 Mark Papa (EOG Resources) 90
9 Eugene Isenberg (Nabors) 79
10 Michael Jeffries (Abercrombie&Fitch) 72

Bir de bu madalyonun ters yüzü, ezilenler, sömürülenler cenahından yansıyan vardır!

BM verilerine göre, 2007 yılının mart ayından bu yana, buğdayın fiyatı yüzde 130 artarken soya fiyatı yüzde 87 artış gösterdi. Bu sayıların, gelişmekte olan ülkelerdeki tüketici fiyatlarına yansıması yüzde 60-80 civarında oluyor.

Dünya Bankası verilerine göre ise gıda fiyatları üç yılda dünya çapında yüzde 83’lük bir artış sergiledi.

IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn artan gıda fiyatları nedeniyle yoksul ülkelerde “savaş olasılığı”ndan bahsederken toplantılarda ayrıca Asya, Afrika ve Güney Amerika’da “açlık ve isyan tehlikesi”ne dikkat çekildi!

Afrikalıların, kronik açlığın pençesinde yaşadıkları yetmiyormuş gibi, bir de krizle yılda 700 bin çocuğun daha ölüp gitmesiyle karşı karşıya kalacak!

Bu durumda G8’e göre, dünyanın hızlı büyüyen nüfusuna yeterli gıda olanaklarının sağlanabilmesi için 2050’ye kadar küresel tarım üretiminin iki katına çıkartılması gerekiyor!

Geçerken ekleyelim: Gezegende 2.8 milyar köylü yaşamaktadır.[10] Açlık sınırında yaşayan halkın dörtte üçü kırsal alanlarda barınmaktadır!

Nihayet Dünya Bankası’nın Afrika’dan sorumlu başekonomisti S. Devarajan’ın hesaplamalarına göre “Kriz, günlük 1.25 dolar gelirle yaşamak zorunda olan Afrika insanı”nı sefaletin en derininde yaşamak durumunda bırakıyor.

Bunun yanında ABD’de 5 yaşın altındaki çocuklar açlık tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Resmi verilere bakılırsa 11 eyalette 5 yaşın altındaki çocukların yüzde 20’sinden fazlası açlık sınırının altında yaşamaktadır. 26 eyalette ise her altı çocuktan biri açtır.

Açlık sadece Güney’de değil; Kuzey’deki Güney’de de yıkımını sürdürüyor!

Alman Sofraları Federal Birliği başkanı Gerd Haeuser, artık Almanya çapında toplam 847 yerde “sofra” kurulduğunu ve yaklaşık 40 bin gönüllünün hergün 1 milyondan fazla insana gıda maddeleri ve günlük gereksinimlerini karşılayacak eşyalar dağıttığını açıkladı.

Almanya nüfusunun yüzde 13’ten fazlası yoksulluk sınırında yaşıyor. Resmi yoksulluk sınırı, ortalama gelirin yüzde 60’ı…

Devam edelim: BM verilerine göre dünya genelinde günde 1 ABD Doları veya altında bir gelirle yani mutlak yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan insanların sayısı 1.25 milyar kişiye dayandı. Dünya genelinde bir milyardan fazla kişi içme suyuna, 1.6 milyar insan da elektriğe erişemiyor.

Bu kadarı yeter (değil) mi? Yetmez… Biraz da kapitalizmin “Kabe”si ABD’ye göz atmalı!

II.1) KAPİTALİZMİN “KABE”Sİ ABD’NİN DURUMU

George Soros’un, hükümet yardımlarının bankaları zombi bankalara çevirebileceğini; zombiye dönüşen bankaların ise, ekonominin enerjisini emip yavaşlama sürecini uzatabileceğini kaydederken; mevcut krizin daha önce yaşananlardan çok farklı olduğunu ve de ABD’nin depresyona girme riskinin reelleştiğini ifade ettiği düzlemde; Thomas L. Friedman da, “Krize giren bankaların, Obama’nın başkanlığını tüketme ihtimali üzücü derecede yüksek,”[11] gerçeğini dillendiriyor!

Evet zarar eden yani aslında iflas etmesi gerekirken faaliyetlerini sürdüren zombi bankalar, ABD ekonomisinin tehdidi… Çünkü tüketici kredilerinin büyük kısmını sağlayan 8000’i aşkın yerel bankanın önemli bölümünün zombi banka olma yolunda ilerlediği belirtiliyor.

Nobel ödüllü ekonomi profesörü Edward Prescott, ABD ekonomisinin geleceğine dair karamsar bir tablo çizdi. ABD’de hâlen uygulanmakta olan ekonomi teşvik paketinin kötü hazırlanmış olduğunu, mevcut programın ekonomi üzerindeki etkisinin genişletici değil daraltıcı olacağını belirten Prescott, mali politikaların kriz dönemlerindeki etkisine ilişkin kuşkularını da ifade etti.

Kolay mı? Krizden çıkmak için kamu harcamalarında gaza basan ABD hükümetin bütçe açığını 4’e katlanmış durumdayken; bir dizi kurtarma paketi, vergi gelirlerindeki düşüş, işsizlik ödeneği alanlarındaki artış derken ABD’nin bütçe açığı 2009’un ilk kez dokuz ayda 1 trilyon doları solladı!

ABD’de Obama’nın krize müdahale paketi 1.75 trilyon dolar bütçe açığı öngörürken, Çin’in elinde, 2 trilyon dolardan fazla rezerv kaynak olması da en büyük soru(n) kaynağı.

Bunlara bir ek daha: ABD, 1999-2008 kesitindeki on yılda, ortalama olarak günde yaklaşık 2 milyar dolar borçlandı!

Borçlanmalar niye mi?

Yanıt şu: ABD yönetimi finansal sistemi kurtarmak için 4.7 trilyon doları gözden çıkarmak zorunda kaldı. Bu rakam ABD ekonomisinin 3’te birini oluşturuyor.

ABD Kongresi’nin özel denetçilerinden Neil Barofsky’nin hazırladığı rapora göre, 4.7 trilyon doların şu ana kadar net 3 trilyonluk kısmı sisteme enejekte edildi.

Raporda senaryoya göre, sistemi kurtarmak için gereken para şu ana kadar harcananı sekize katlayabilecek.

Yine kriz raporunda, krizin maliyetinin hükümete 23.7 trilyon doları ya da her ABD vatandaşı için 80 bin doları bulabileceği öngörüsünde de bulunuldu.

Nihayet Paul Krugman, “Yaşananlar finansal panikten ibaret değil,”[12] derken; ABD bir iflasın eşiğinde!

Örneğin Kaliforniya’da, kriz döneminde verilen yüksek bütçe açıkları eyalete ait bulunan varlıklar satılarak azaltılacak… Kaliforniya eyalet yönetiminin birçok dairesi personel masraflarından tasarruf etmek amacıyla ayda üç gün kapalı tutuluyor…

III) YALANLARIN TASHİHİ: BÜYÜYEN BELİRSİZLİK!

Evet, kapitalizmin krizi alt başlığında olup-bit(mey)en, kapitalist yalanın tekzibinden başka bir şey değildir; yani Erinç Yeldan’ın ifadesiyle, “Küresel kriz, kapitalizmin ideolojisini temelden sarsmış durumdadır.”

“W tipi yeni bir krizin yaşanabileceği endişesi”[13] büyürken kolay mı? Dünya genelinde finansal sistemin hükümetin kurtarma paketleriyle ayakta durduğunu söyleyen Joseph Stiglitz’e göre, küresel mali kriz sistemin ipini çekti, doların büyüsü bozuldu, ABD doları artık riskli…

Dünya ekonomisi, uzun vadeli konut kredileri kaynaklı olduğu iddia edilen fakat esas itibarıyla finans piyasalarının -sinekten yağ çıkarma güdüsüyle- önüne gelen her şeyi afaki gelecek projeksiyonlarıyla paraya tahvil etmeye çalışmasından kaynaklanan türev enstrümanlara dayalı mali boyutu öne çıkan krizle çalkalanıyor.

70’lerdeki “Petrol Krizi” sonrası bu denli çaplı bir krizle yüz yüze kalmayan küresel kapitalist düzen, hâli hazırdaki krizin 1929’daki Büyük Buhran’ı da aşan bir nitelikte olduğu konusunda neredeyse hemfikir.

Finans baronları, kendi yarattıkları balonların birbiri ardına patlamasıyla peyda olan bu krizinin öyle kolayca gözardı edilemeyecek çapta derin ve kapsamlı bir boyutta olduğunu -mütereddit bir edayla da olsa- itiraf etmek zorunda kaldılar.

“Büyük Buhran” sonucu sarsılan paylaşım ilişkilerinin ve sistemin gevşemiş sigortalarının ancak İkinci Dünya Savaşı’yla -J. M. Keynes’in muazzam katkıları sonucu- yeniden tahkim edildiği yılların akabinde, devletin alabildiğine genişlediği ve piyasaların müdahale edilmediğinde en optimum şekilde kendini idame ettireceği yönündeki liberal tezin artık işitilmez olduğu bir döneme girildi.

Devletin geniş ve büyük çaplı yatırımları ve iç piyasalar üzerinden muhkem orta sınıfların tüketimine odaklanan -özellikle 70’lere kadarki- ekonomik gelişme süreci, söz konusu geçici düzenlemenin mantıki sonuçlarına varmasıyla yerini yeniden piyasalara devlet müdahalesinin pek de hayırlı olmadığı tezine bıraktı.

İşini bu kez şansa bırakmak istemeyen küresel kapitalist aktörler, klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar” anlayışından feragat edip toplumun piyasanın dili ve mantığıyla sevk ve idaresine dönük militan bir anlayışı ifade eden neo-liberalizme yöneldiler.

Piyasanın paraya ve rekabete dayanan ultra bireyselci dilinin tüm toplumsal ilişkileri kolonize edecek bir biçimde genişletilmesi, toplumun atomize bireylere indirgenmiş bir “her koyun kendi bacağından asılır” zihniyetiyle yeniden tahkim edilmesini beraberinde getirdi.

Devletin müdahalesini zinhar reddeden klasik liberalizmin aksine neo-liberal amentü, devlet müdahalesini piyasalar ve sermaye lehine gerekli hatta zorunlu addeder.

Kapitalizmin arızi değil özsel ve yapısal bir öğesi olan krizlerin, devletin de sermaye lehine düzenleyici olarak içinde bulunduğu bir şekilde “kârda bireysel, zararda toplumsal” şiarıyla aşılmaya çalışılması, sadece klasik liberalizmin değil neo-liberal anlayışın da tipik bir uygulamasıdır.

Neo-liberal dönemin bir diğer dikkat çekici özelliği de, devletin, doğal tekel niteliği taşıyan enerji, iletişim ve ulaşım gibi sektörlerdeki ağırlığına -diğer sektörlerdeki ciddi kâr marjı gerilemeleri nedeniyle- gözünü diken sermayedarların, dünya çapında dayattıkları yapısal uyum politikalarıyla bunların sermayenin hizmetine sunulmasını şart koşmalarıdır.

Böylelikle piyasalar siyasetten bağımsız, kendi kurallarıyla hareket eden “özerk” kurullar eliyle toplumsal denetimden ve kamu yararı mefhumundan azade kılınmış, bütün cepheleriyle sermayenin açık hegemonyasına tabi hâle getirilmiştir.

Bu da verili yıkımdır…

Bu durumda da “Neo-liberal politikaların diğer projelerini sorgulamaya hızla başlamak gerekiyor. Sorgulama insanlığın ve dünyanın daha az zarar görmesi için gerekli.”[14]

“Sonuç olarak, ekonomi bilimi yeni bir doğumun sancılarını yaşıyor. Serbest piyasanın kendi yanlışlarını yine kendisinin düzelteceği görüşü geride kalıyor, tarih oluyor.”[15]

Bu süreçte, yalanları, yaşam tarafından tashih edilirken; sürdürülemez kapitalizmin kara deliği, belirsizliği büyüdükçe büyüyor…

Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, “büyük finansal kriz olarak başlayan olay, çok derin bir ekonomik krize dönüştü ve şimdi büyük işsizlik krizine doğru gidiyor. Eğer önlem almazsak çok önemli siyasi etkileri olan, ciddi bir insani ve sosyal kriz hâline gelme olasılığı bulunuyor” diyerek durumun vehametini ortaya koyuyor.

“Durum”a ilişkin olarak Taner Timur, “Finansal balonlar aracı kurumları, banka ve sigorta şirketlerini iflasa sürükledi. Kriz reel sektörü vurunca bu kez de General Motors gibi reel sektör kuruluşları iflasın eşiğine geldiler. Nihayet üçüncü aşamada da artık bu kadar yükün altından kalkmaları zor olan kapitalist devletler sallanmaya başlayacaklar,”[16] tespitini yapıyor…

III.1) SEÇME SAÇMALAR

Bunlar böyleyken… “Umut” dağıtan, “inşallah”lı seçme saçmalardan geçilmiyor; sıkmak pahasına aktaralım…

Korkmaz İlkorur, “Küresel krizin bir dönüş noktasına geldiği ve geri kazanımların başladığı konusunda iyimserlik var. İnşaallah söz konusu geri kazanım sürecinin sürdürebilirliği vardır,” derken IMF Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky ekliyor: “Küresel ekonomide büyümenin işaretleri açık… Finansal piyasalar hızlı bir iyileşmeyi yansıtıyor…”

Sonra… TÜSİAD Başkanı Başdanışmanı Dr. Haluk R. Tükel, 8 Nisan 2008 tarihinde Doğuş Üniversitesi İşletme Kulübünde, kriz konusunda verdiği konferansta, “Kapitalizmde yeni başlangıç mı?” diye sorarken; ABD Merkez Bankası Fed’in eski başkanı alan Alan Greenspan, son 50 yıldan bu yana görülen en derin resesyon sürecinin sonlarına gelinmiş olabileceğini ve büyümenin pek çok ekonomistin beklentilerinden daha güçlü olabileceğini açıkladı…

Ayrıca Kanada Merkez Bankası Başkanı Mark Carney, ekonomideki durgunluğun bittiğini, işsizliğin azalmaya başladığını belirtip, “2010’un ilk çeyreğinde ekonomi yüzde 4 ile patlama yapacak,” dedi.

Bir de krizin ABD’den sonra en çok sarstığı ikinci ülke olan İngiltere’de önemli ekonomik düşünce kuruluşlarından Ulusal Ekonomik ve Sosyal Araştırma Enstitüsü uzmanları araştırdı, ülkedeki ekonomik durgunluğun “sürpriz bir şekilde” sona erdiği ortaya çıktı.

“Fars” mı bu! Ya da “Kara mizah” mı? Ne desek, nasıl adlandırsak bu aymazlığı?

“Seçkinlerimiz türümüze uygun olmayan piyasa köktenciliğinin aşırı eşitsizliğini benimsedi ama bu ideoloji çökerken, uzun zamandır bastırılan eşitlik çığlığı bir kez daha yükseliyor,”[17] diyen Johann Hari’nin saptaması ortadayken alın bir örnek daha:

“Ekonomide ideoloji bitmiş ya da kaybolmuş değil. Yalnızca finansal kapitalizmin karmaşıklığı içinde saklanmış duruyor,” diyen Mahfi Eğilmez ekliyor: “Küresel kriz nedeniyle kapitalizme yöneltilen eleştirilerin o kadar da haklı olmadığı ortaya çıkıyor. Onun içindir ki tartışılması gereken şey eski sistemlere dönüş yolu değil, bu sistemin kriz yaratmadan nasıl sürdürüleceği konusudur.”

Kapitalizm artık sürdürülemez…

Anlaşılması ve altı çizilmesi gereken, tamı tamına bu!

“Şu anda dünyada 60 milyonu aşkın işsiz olduğu söyleniyor. Sayılar her gün artıyor.

Şimdilik istatistik olarak algılanan işsiz milyonlar ne yapacaklar?

CIA terörizmin en büyük tehdidinin El Kaide’den değil işsizlik sonucu toplumsal patlamalardan geleceğini açıkladı.

Devletler halklarına karşı şiddet kullanma yetkilerini uygulayacak yeni eğitilmiş kuvvetler yetiştiriyor.

Kapitalizmin bundan bir önceki, 1929 krizinde dünya nüfusunun yüzde 70 kadarı kırsal kesimdeydi. Köylerinde yaşıyor, ellerindeki olanaklarla beslenebiliyorlar, geniş ailelerin koruyucu şemsiyesi altında ne varsa paylaşılıyordu. 2008 yılından itibaren dünya nüfusunun yarısından fazlası suyun parayla satıldığı, tuvalete parayla gidildiği, sokaklarda yatıp kalkan yoksulların görmezden gelindiği şehirlerde yaşıyor.

Piyasanın arz talep ilişkilerinin ifadesi olan yedek işsizler ordusu normal koşullarda da kapitalizmin olmazsa olmaz şartı. Kriz dönemlerindeyse, önceden de en son XX. yüzyılda olduğu gibi, kapitalizm, dünya savaşlarına, totaliter rejimlere gebe…”[18]

Bir de devrim imkânına…

“Seçme saçmalar”ın örtbas etmek istediği, tam da budur işte…

IV) KRİZ İLE NEREYE?

Yukarıda değinmeye gayret ettiğim çerçevede “Kriz ile nereye?” sorusu, her zamankinden daha fazla önem ve aciliyet kazanıyor.

Gerçekten de küresel düzeyde korumacılık önlemlerinin artabileceğini belirten Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in, global ekonomik durgunluk devam ederken, daha çok hükümetin sınırlı ticaret yolları arayacağını ifade edip, uluslararası rekabetin derinleşeceğine dikkat çektiği; New York Üniversitesi öğretim üyelerinden Nouriel Roubini’nin, “W şekilli, çifte dipli resesyon riskine” dikkat çekerek, “Toparlamanın, ileri ekonomilerde anemik ve trendin altında olması muhtemel ve çifte dipli resesyonun riski büyük” uyarısını dillendirdiği güzergâhta tarihe göz atmakta büyük yarar var…

Örneğin Selwyn Parker, ‘Büyük Çöküş’ başlıklı yapıtında dünyayı sosyal, siyasal ve ekonomik olarak sarsan ve değiştiren 1929 Ekonomik Krizi’ni irdelerken, hepimize anımsanması gereken bir tarih dersi verir…

Malum 1929’u hazırlayan ekonomik soru(n) hisse senedi patlamasıyla ilgilidir. Hükümetten bağımsız iş yapan ve hisse senedi piyasasındaki üretimin, insanların zenginliğinin artışı için olduğunu savunan borsa temsilcileri, üretim piyasasından da memnundu. ABD’de devlet müdahalesi ve denetimin azlığı, üretim mekanizması ve kârın az sayıdaki şirketin elinde toplanmasını sağlamış ve bu nedenle tekelleşme de artmıştı.

1929’un hemen öncesinde “ticari monopollerin sayısı hızla çoğaldı ve Amerika’nın güçlü ekonomisi giderek daha az insanın yönetimine geçti. 1929’a gelindiğinde, ABD’deki şirketlerin yarısının servetini birkaç şirket kontrol ediyordu.”[19]

Aynı dönemde Amerikalılar daha fazla mülk alıyor, harcamalar doruğa ulaşıyor; bununla birlikte fabrikalar da fazla mesai yapıyordu. Tüm göstergeler ve tüketimdeki bu patlama, 1929’un “refah yılı” olacağı iddia ediliyordu!

1920’lerde piyasaya girmeye çalışan ‘öngörülü’ yatırımcılar da, inanılmaz boyutlara ulaşan borçlara girmiş ve hisse senedi borsası tarafından aldatılmıştı. Hisse senedi piyasasına bakıp, büyük bir çöküşün yaklaştığını söyleyenler ise “partiyi bozdukları için neredeyse vatan haini olarak görülüyordu.” Ancak ısrarlarını sürdüren “vatan hainleri”, piyasaların çökebileceğine dair tahminlerini bildirmekten vazgeçmedi. Onlara göre çöküş “yalnızca spekülasyoncuları değil, ülke genelini peşinden sürükleyecekti.”[20]

1929 yılının başında New York Borsası’nın işlemdeki hisse senetlerinin değeri, üç yıl öncesine göre iki kat artmıştı ve 15 milyar dolar değerinde yeni hisse senedinin piyasaya sürülmesi tufanın başlangıcıydı. Fiziksel anlamda üretim yerine, yatırıma yatırımın artması da tufanı derinleştirmişti.

Büyük oranda el değiştiren hisse senetleri, patlama noktasına gelen borsalar ve her gün katlanarak değerlenen kâğıtlar çöküşü hızlandırırken bazı yorumcular bunun gerekliliğine vurgu yapıyordu: “Ekim 1929 olayları sağlıklıydı. Kriz ve sonrasında yaşananlar, ABD’nin ekonomik yüzünü çirkinleştiren sivilceyi patlatmıştı ve zaman bu zehrin yavaşça yok olmasına yardım edecekti.”[21]

Krizi izleyen üç buçuk ayın sonunda hem piyasaların hem de halkın moralini düzeltmek için olumlu açıklamalar yapılmaya çalışılıyordu. ABD Başkanı, “Din adamı ve bankacılardan oluşan endişeli bir grubu, yakında ekonominin sağlıklı bir duruma kavuşacağı konusunda bilgilendirecek kadar kendine güveniyordu.”[22]

Fırtına durulmuş gibi görünürken, Likidasyoncular (tasfiyeciler), “hükümetin, elini ekonomiden çekmesini ve çöküşün kendini tasfiye etmesi gerektiğini” savunuyordu. Bunun anlamı açıktı: “İş gücünü tasfiye et, çiftçileri ve emlak piyasasını tasfiye et.”[23]

Bu tabloda krizi fırsata çevirenler de vardı!

Evet 1929, dünya tarihinde ekonomik olduğu kadar siyasi açıdan da önemli gelişmeleri ortaya çıkardı. Özellikle Almanya’da Nazileri, hem ekonomik liberalizm karşıtlığından hem de işsizlikten beslendi.

Parlamento Eylül 1930’da, başbakanın önerisini reddedince genel seçime gidildi ve Naziler yüzde 18 oranında oy aldı. Bu oran, iki yıl öncesine göre dokuz katlık bir artış demekti. 1931’de Almanya’daki işsiz sayısı 8.5 milyona ulaşmıştı. 1929’dan önce bu sayı 1.25 milyondu. Bu ortamdan yararlanan Naziler, binlerce Alman gencini üniformaları, toplu gösterileri ve bedava içkileriyle fethetti.

Faşizm, yalnızca Almanya’da değil, İtalya’da da yükselişteydi. Mussolini, hem ekonomiyi düzeltme hem de Bolşevikler’e karşı durma iddiasıyla iktidara gelmişti. Almanya gibi İtalya’da da üniforma giyme meraklıları faşizmin serpilmesine katkı sağlamıştı. Bu yükseliş insanlara şunu öğütlüyordu: “İnan, itaat et ve savaş.” Verilen ya da uyulması istenen öğütler, krizi siyasi açıdan fırsata dönüştüren faşizmin 1945’e kadar sadakat duyulmasını şiddetle savunacağı politikaya dönüşecekti.

Kıta Avrupası’nda faşizm yükselişe geçerken, ABD ve İngiltere’de piyasa şokları ve toparlanma çalışmaları sürüyordu. Durumu düzeltmeye yönelik bütçe hazırlıkları hızlandırılmıştı. Vergiler, daralma ve tasarruf politikaları tavan yapıyordu. Tüm bunlar, 1929 öncesindeki satın alma gücünü açık şekilde azaltmıştı. Kısacası herkes kaybediyordu.

İşsizlik tazminatı almak için başvuranların sayısı günden güne artarken, sektörler kendilerini kollamak adına sistematik biçimde işçi çıkarmaktaydı. Bütün iş kolları çöküşle boğuşuyordu: İnşaat, gemicilik, sanayi, ticaret, borsa… Parker’ın buradaki belirlemesi önemli: “Ekonomi alanındaki cehaletten doğan vergi ablukası hem ABD’de hem de dünyanın diğer yerlerinde canavarlaşmıştı. Bu bunalımlı yılların belki de en aldatıcı yönü, neler olup bittiğini pek kimsenin bilmiyor olmasıydı.”[24]

Bir gerçek daha orta yerde duruyordu: Hindistan, İngiltere’ye akıttığı altınlarla rahat nefes alırken; Japonya da ekonomik bir güç merkezi hâline geliyordu. Özellikle Japonya, yaptığı sanayi ve ticaret anlaşmalarının yanı sıra, mali disipliniyle Asya’da yükselişe geçen bir ülke konumundaydı.

Hindistan ve Japonya gibi yükselişe geçen bir başka ülke, para birimini altın yerine gümüşe endeksleyen Çin’di. Bu üç ülke, 1929’da yaşanan krizi ekonomik açıdan fırsata çeviren ülkelerin başını çekiyordu.

Almanya’da başta işsizliği kullanarak iktidara gelen Hitler, “istihdam yaratmak” amacıyla üretime dayalı tasarılar geliştiriyordu.

Naziler, ekonomik çöküşün kendilerine sunduğu seçim fırsatlarını, Hitler’in deyişiyle, bir “hareket” olarak algılamıştı ve Von Papen hükümetinin çöküşüyle yönetimi ele geçirip kış aylarında donan ve açlıktan ölen halka “iş ve ekmek vaat ederek” yükselmişti.[25]

İngiltere’de ise Oswald Morsley, “faşizm iyi ücretler, daha kısa süreli mesailer, iyi evler, işçilerin kültürel gelişimi için fırsatlar anlamına geliyor” yorumunu yapmıştı.[26] Morsley’in içinde yer aldığı Faşist Birliği’nin en ateşli destekçisi ise Adolf Hitler’di. Krizin çıkış noktası ABD’de ise hayat kalitesi günden güne kötüleşirken insanlar, “birbirinin arkasında durmayı öğreniyordu.”[27] Yolların iş arayanlarla dolu olduğunu söyler Parker…

Sonrası malum! Şimdi burada soru(n), 1929’un yol açtıklarının 2009’da “tekekabül”ünün nasıl olacağındadır?

Evet, kapitalist piyasaların merkezinde gelişen ve dünyanın hemen her yerini etkileyen krizlerin ardından zihinlerde şu soru uyanıyor: “Ne yaşanacak?”

Bugün süregelen krizi “İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük durgunluğu” olarak tanımlayanlar da aynı soruyla boğuşuyor.

“Büyük Bunalım” en çok savunmasız çevreleri etkilemişti. Bugün onunla karşılaştırılan kriz de aynı kesimi dibe çekiyor. Parker, günümüzün krizi ile 1929’u karşılaştırırken şunun altını çiziyor: “1929’da krize yol açan vahşi aşırılığın tetiklediği çöküş sonrasında mali sektörlerde, sözde daha fazla düzenlemenin yapıldığı yetmiş beş yılın ardından kimse bunların tekrar yaşanacağı ihtimalini vermemişti (…) Herhangi bir çöküşün hiç yaşanmaması gerekiyordu veya bu çok uzak bir olasılıktı. Ne var ki, finans sektörü yine sınırı aştı ve sıradan vatandaşların hayatların bir kez daha çok ciddi biçimde altüst etti.”[28]

1929’dakine benzer biçimde bugün kişisel borçlanma 2007’den beri artarak en yüksek seviyeye ulaştı. Parker, 1929’daki durumla bugünü karşılaştırırken söz konusu benzerliğe dikkat çekip, ekonomik açıdan 1930’lara geri dönülebileceğini ifade ederken, hepimize tarih dersi veriyor…

IV.1) YÜKSELEREK YAYGINLAŞAN IRKÇILIK

1930’lar aşırı sağcılığın yoğunlaştığı muhafazakârlık ortamında, “ötekileştirme”nin ırkçılığa tahvil olduğu; bunun da faşizm(ler)e kapı açtığı yıllardı…

Bugün(lerde); yani 2000’li yıllarda ırkçılığın giderek yükselerek, yaygınlaştığından, ırkçılığın yaygın tezahürlerinden söz etmek, bunun altını çizmek, hiç de “abartı” değil…

Avrupa Konseyi’ne bağlı Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Konseyi (ECRI), 26 Mayıs 2009’da yayımladığı raporda Almanya ve Belçika’da ırkçılık, antisemitizm, Müslüman ve yabancı düşmanlığının kaygı verici ölçülerde arttığını duyururken; Avrupa Parlamentosu Sol Grup Başkanı Francis Wurtz da, “Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Almanya Başbakanı Angela Merkel yabancı düşmanı” saptamasını dillendirdi…

Bilmeyen yok: Avrupa’da göçmenler, dinleri ve etnik kökenlerinden dolayı keyfi uygulamalara maruz kalıyor. ‘Açık Toplum Adalet Girişimi’ (OSJI) adlı demokratik kitle örgütü, Avrupa ülkelerinde terörizm ve diğer suçlarla mücadele gerekçesiyle insanların dinlerine ve etnik kökenlerine göre kayda geçirilmesini ve buna göre suça eğilimli olup olmadıklarına karar verilmesini kınadı.

AB ülkelerinde polisin kimlik kontrolü yaparken insanların etnik köken, din ve ırkını dikkate aldığı, bu genellemelerden yola çıkarak işlemde bulunduğuna ilişkin çok sayıda örnek söz konusu.

Kaldı ki 2009 Haziran’ındaki Avrupa Parlamentosu seçimleri de, bunun kanıtı!

Daha önce “marjinal” sayılıp burun kıvırılan ve ırkçı, milliyetçi-muhafazakâr, sağ popülist gibi başlıklar altında izlenen birçok partiyi, 2009 Haziran’ındaki seçimler kanatlandırdı… Yeni Avrupa Parlamentosu’nda 55 milletvekili aşırı sağ ve milliyetçi kanattan sayılıyor. Bu da parlamentonun yüzde 7.5’inin açıkça neo-faşist bir düşünce yapısını temsil ettiğini gösteriyor!

Evet tablo bu, yani Avrupa’da sol hızla kan kaybederken neo-faşist çizgi siyasete damgasını vuruyor.

Konuya ilişkin bir ek daha: AB ve kurumlarını yeterince Avrupacı, milliyetçi, Hıristiyancı ve uygarlıkçı olmamakla suçlayan faşist-ırkçı eğilimli aşırı sağ partilerin bileşimi, bir İslâmi tehdide karşı savunma kalesi gibi sunuluyor. Gelişmeler, Avrupa çapında ve her geçen daha da etkin bir yapı kazanan aşırı sağ bir ağın kurulduğunu gösteriyor.

Tüm bu (ve benzeri) veriler; faşizm(ler)i imkân dahilinde kılan iklimin emarelerini oluşturuyor…

IV.2) “FAŞİZM” NOTLARI…

Faşizm(ler), “ırkçılık, yabancı düşmanlığı, antisemtizm, totaliter yönetim anlayışı, tek tipçilik” gibi birçok anlayışı içinde barındırır.

Elbette bu özelliklerin bir kısmı diğer ideolojiler için de geçerlidir. Faşizmin temel parametreleri “liderlik, güç, otorite, disiplin ve katı hiyerarşi, erkeklik, şovenizm, ırkçılık” olarak ifade edilebilir.

Faşizmin ideal toplum anlayışı; seçkin ırk, ari ırk, üstün kavim şeklinde ortaya çıkmış, buna ulaşmak için kullanılan metazori yöntemler, yok etme, bastırma, etnik temizlik totaliter bir rejime sebep olmuştur.

Faşizm(ler), “düşman” kurgusuyla hareket eder, mücadele edilmesi gereken bir hasım üreterek kendisini var eder.

Çürümenin karşı devrimci örgütlenmesi olarak da tanımlanması mümkün olan faşizm siyasi baskıya, milliyetçiliğe, ırkçılığa, diğer bir deyişle bileşenlerinden birine indirgemez.

“Faşizm bir özelliğine indirgenemeyecek kadar karmaşık, özgün bir kitle-parti- devlet ilişkisini içerir.”[29]

Zizek’in işaret ettiği gibi faşist ideoloji halkın barış, huzur, toplumsal güvenlik, dayanışma gibi insani talepleri üzerinde inşa edilir. Faşist ideoloji, bu insani talepleri, toplumda totaliter bir bütünlük sağlamaya hizmet edecek biçimde, bir “birleştirici unsurun” (ana gösterge) anlamlandırıcı hegemonyası altında birleştirir.

Bu “ana gösterge” Nazi Almanyası’nda Yahudi düşmanlığı, Franco İspanyası’nda Cumhuriyet ve komünizm düşmanlığı, Katolik dincilik olmuştu. Diğer taraftan, Katolikliğin Yahudi düşmanlığını tarihsel olarak içerdiğini, Müslümanlığın belli kesimlerinin de İsrail devleti kurulduktan sonra bir Yahudi düşmanlığı geliştirdiğini biliyoruz.

Geçerken belirtelim: Mussolini İtalya’sı, Hitler’ler Almanya’sı, Franco İspanya’sı, Salazar Portekiz’i faşizm(ler)in örneklerini ortaya koyar.

Ancak her şey bunlarla sınırlanamaz!

Faşizmi daha iyi kavrayabilmek için, kapitalizmin emperyalist aşamadaki konumuna ve faşizmin devrimin sürdürülememesi yanında, kapitalizmin kriz ile ilişkisi de göz önünde tutulmalıdır…

Nihayet faşizm(ler), kapitalizmin doğrudan ürünüdürler.

V) ZARURET(EKONOMİ)/ KAÇINILMAZLIK(SİYASET) SARMALINDA T.”C”

Bu bağlamda; dünyanın her yerinde olduğu gibi, kriz koşulları Türkiye’sinde de daha otoriter, ırkçı, faşizan yönetimler tarihin gündem maddesidir…

Bunun nedeni, ekonomik zaruretlerin devreye soktuğu, siyasal kaçınılmazlıklardır…

Tam da bu nedenle, T.”C”nin olası siyasal kaçınılmazlıklarına ilişkin belirlemeler için ekonomik görünümüne bakmak gerekir…

Kriz nedeniyle uyarıları ciddiye almayan Başbakan Erdoğan, “Hiç kimse zor durumda değil kardeşlerim,” dese de Türk(iye) ekonomisi açısından tablo, karanlık mı karanlık…

İşte somut veriler!

Öncelikle ekonomi küçülüyor…

Ekonomi 2009 yılının ilk çeyreğinde yüzde 13.8 küçüldü. Bu oran, 1945 yılındaki yüzde 15.3 küçülmeden sonra Türkiye tarihinin en büyük düşüşünü oluşturdu. Bu da Cumhuriyet tarihinin bundan önceki en büyük ikinci daralması olan 1927’deki “Büyük Buhran” yıllarını bile geride bıraktı.

2008 Mayıs’ı ile 2009 Nisan’ı arasında imalat alanında 37 bin işyeri kapandı 680 bin kişi işini kaybetti… TİSK, krizin imalat sanayisinde istihdamı beşte bir oranında azalttığını belirtti.

Küresel kriz, Türkiye’de 50 ili vergisel açıdan oldukça kötü etkiledi. Kocaeli, İstanbul, İzmir ve Bursa’nın da aralarında bulunduğu 50 ilde vergi gelirleri, 2008 yılının da altına indi.

Bunun kaçınılmazı işsizlik oluyor!

İşsizlik sayısı, Mart 2009’da, 2008 yılına göre 1 milyon 244 bin kişi arttı.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2008’in kasım-aralık ve 2009’un ocak döneminde 838 bin kişinin daha işsizler ordusuna eklendiğini açıkladı.

Türk-İş, iş bulma ümidi kalmayanlar ile mevsimlik çalışanların işsizlere eklenmesiyle işsizlik oranının yüzde 26.9’a yükseldiğini belirtti.

İşsizlik böylesine büyüyünce, krizi çıkartan kapitalistler, fedakârlığı yine emekçilerden istiyorlar: Küresel krizden etkilenen Erdemir ve İsdemir’de en üst düzey yöneticiler dahil 12 bin 587 çalışanın ücretlerinde 16 ay süreyle yüzde 35 indirim yapılacak. Bunun karşılığında da çıkarılması planlanan 1400 kişi çalışmaya devam edecek…

İşsizlik de yoksulluğu derinleştiriyor…

TÜİK’e göre, Türkiye’de hanehalklarının yüzde 14.6’sı, 2008’de ayni ya da nakdi yardım aldı. Yardım alan hanehalklarının yüzde 59.4’üne akraba, komşu ve benzeri yakınları, yüzde 29.8’ine fon, yüzde 21.4’üne de belediyeler yardım sağladı.

‘Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin araştırmasına göre, çalışma çağındaki nüfusun en düşük gelirli 15 milyonluk kesimin 4.5 milyonu bir sağlık güvencesinden tamamen yoksun.

Yani çalışma çağındakilerin en düşük gelirli 15 milyonundan 4.5 milyonunun (yüzde 30) hiçbir sağlık güvencesi yok. Yani ne SGK kapsamındalar, ne de yeşil karta sahipler. Toplam nüfusun yüzde 19.8’i yani her beş kişiden biri de “Allaha emanet” yaşıyor.

Sonra borç(lanma)lar…

Türkiye Kamu-Sen, “Türkiye’nin 6 yılda borçlarını ikiye katladığı, alınan borçların yüzde 88’inin faiz ödemelerine harcandığını” açıkladı: “2002-2008 sürecinde Türkiye’nin borç yükü 308.31 milyar TL’den 656.07 milyar TL’ye yükseldi.

Ayrıca 2002-2008 yılları arasında alınan 348 milyar TL tutarındaki borca karşılık, 6 yılda borç faizi için 306 milyar TL ödendi. Yani 6 yılda 62 milyar doların üzerinde artış gösteren borç stoku, 88 milyar dolarken 151 milyar dolara dayandı.

İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) raporuna göre 2007’de ailelerin banka, katılım bankası ve tüketici finansmanı şirketlerine olan toplam borcu 104 milyar lira iken, 2008 sonunda bu rakam 128.9 milyar liraya ulaştı.

Ferdi kredi borcunu ve kredi kartı borcunu ödeyemeyenlerin sayısının 2008 yılı itibarıyla büyük artış gösterdiği kaydedilen rapora göre 2007 toplamında 192 bin 266 kişi olan bu sayı, 2008 sonunda 602 bin 648 kişiye ulaştı.

2009’un 5 ayında da devam eden artış sonucunda, her ay yaklaşık 120-130 bin kişi borcunu ödeyemez duruma düştü.

Bunlara eklenmesi gereken bir diğer şey de, pimi çekilmiş el bombasını andıran kredi kartları meselesi…

Türkiye’de alışverişlerin yüzde 65’i, toplam harcamaların ise dörtte biri kredi kartıyla yapılıyor. Taksit uygulayan sektörlerde ise kart kullanım oranı yüzde 80’lere yükseliyorken; kredi kartı borçları çevrilemez özellikler kazanıyor…

Böylesi bir tablonun beşeri boyutu ise, çürümede somutlanıyor…

Örneğin Rize’de uzun süredir işsiz kalan R.U. (50), iş bulamadığı için askerdeki oğluna para göndermekte güçlük çektiğini anlattı. Askerdeki oğlunun ve eşinin üzülmemesi için kimliğinin gizli tutulmasını isteyen baba, “Çok çaresizim. Günlerce uykusuz kaldım. 6 yıl önce bir arkadaşım para bulabilmek için böbreğini satmıştı. Ben de buna karar verdim” dedi…[30]

Sık sık rastlanan bu tür örneklerden bazılarını aktararak ilerleyelim:

Başbakanlık Merkez Bina’sı önünde bir elindeki silahı başına, diğerini kalbine dayamış orta yaşın üstünde bir adam duruyor, gözleri objektiflere çevrili. Herkes ağzından çıkacakları bekliyor. “30 yıl devlete hizmet ettim” diyerek başlıyor sözlerine, “emekli polisim. Kriz yüzünden yaptım”. Başbakanlığa yazılmış bir dilekçeyi uzatıyor. Emekli maaşıyla geçinemediğini, icra takibine düşen borçları bulunduğunu, borçlarının ödenmesini istediğini söylüyor…

Kriz, giderek sertleşiyor. Sinirler de her geçen gün daha çok geriliyor, öfke artıyor, çaresizlik büyüyor…

Ya çocukların çocukluğunu yaşayamadığı Türk(iye) coğrafyasının kapitalistleri mi?

Türkiye’nin en büyük 500 özel şirketin şirket kârları yüzde 32 eridi… Merrill Lynch ve Capgemini tarafından hazırlanan ‘Dünya Varlık Raporu’na göre 2008’de Türk dolar milyonerlerinin sayısı yüzde 29 azaldı… türünden haberlere/ verilere karşın krizin kazananı yine kapitalistlerdir!

Örneğin ‘Fortune’ dergisinin her yıl açıkladığı ‘Global 500’ listesinde Koç Holding bu yıl 14 basamak birden yükselerek 172. sıraya çıktı. Küresel krize karşın en büyük 500 şirketin cirosunun 2 trilyon dolar yükselerek 25 trilyon doları bulması da dikkat çekti. Koç Holding 186’ncı sıradan 172’nci sıraya kadar yükselirken cirosu 44 milyar 167 milyon doları buldu.

Ziraat Bankası Genel Müdürü Can Akın Çağlar, bankanın 2009 yılının ilk yarısındaki net kârının 1 milyar 785 milyon lira olduğunu açıkladı. Bankanın, toplam aktiflerini 2009 yılı haziran sonunda, 2008 yılına sonuna göre yüzde 12 artırarak 117 milyar liraya yükselttiğini bildirdi.

Bu tablo, bu biçimde sürdürülemez; bu tablo yenilenmek zorundadır; yenilendirilecektir; bu da sınıf mücadelesinin işidir…

V.1) “SONUÇ” (MU?)

Kriz analizlerine “sonuç” yazılamaz; belki “kriz” teorik bir soru(n)dur; bu bağlamda kimi öngörülerde bulunmak da anlamlıdır; ancak, kriz “sonuç”ları pratik-politikanın ilgi alanındadır ki, bunu da sınıf mücadelesinin ilişki ve çelişkileri belirler…

Sınıf mücadelesi; insan ve örgütlülük meselesidir…

Sınıf mücadelesinin emekçiler için kazanılması, “olağan” denilen insan(sızlık) tipinin[31] başkaldıran (örgütlü) insanın ikamesiyle mümkündür…

Şimdi kapitalizmin krizi karşısında “ricacı izleyiciler”, “diyalogcular”, “ortalamacılar” değil, aktif devrimci özneler olarak yaşama birlikte müdahale zamanıdır…

Kriz koşullarında “öfke”, sadece bir hitabet üslubu değil, gündelik siyaset, mücadele ve varoluş üslubu olmalıdır…

Bunu yaparken kapitalizmi güçlü kılanın da, emekçilerin bölünmüşlüğü olduğu göz ardı edilmemelidir…

Biliyorum; “Tablo iç açıcı değil” diyeceksiniz…

Unutmayın; “Ancak imkânsızdan büyülenerek harekete geçeriz; bu da demektir ki, bir ütopya doğurma ve ona bağlanma becerisini göstermeyen bir toplum, köhneleşme ve yıkım tehdidiyle karşı karşıyadır,” der böyle durumlar için E. M. Cioran ‘Ezeli Mağlup’un da…

Şimdi her şeyin sorumlusunun kapitalizm (liberal versiyonu da dahil!) olduğunu haykırma ve insan(lık)a dayatılan drama karşı çıkma[32] yani isyan zamanıdır…

İsyan zamanında anımsanması gereken: Netten’in, “Hayatta en anlamlı kelime ‘Biz’, en anlamsız kelime ise ‘Ben’dir”; Goethe’nin, “Kim ki her gün savaşa gider yaşam ve özgürlük için yalnız odur bunları hak eden”; Ömer Hayyam’ın, “Dünya yıldıramazsın beni ne yapsan/ Ölümden de korkmam, er geç ölür insan/ Ölmemek elimizde değil ki bizim/ İyi yaşamamak, beni tek korkutan”; Kejal Ahmed’in, “Şkandim aweney teglidi quedere.” “Kırdım kaderin bilindik aynasını,” uyarılarıdır…

3 Eylül 2009 13:01, Ankara.

N O T L A R

[1] Elias Canetti.

[2] Osman Ulagay, Küresel Çöküş Ve Kapitalizmin Geleceği, Özgür Yay., 2009, s.17.

[3] Durgunluk; bir ekonominin büyüme hızının sıfıra gelmesiyle ortaya çıkan ekonomik durumu ifade eder.

Resesyon; bir ekonominin eksi büyüme (ya da küçülme) konumuna gelmesi demektir.

Enflasyon; fiyatlar genel düzeyinde sürekli bir yükseliş demektir.

Stagflasyon; bir ekonominin durgunluk ve enflasyonu bir arada yaşaması hâlidir.

[4] Ergin Yıldızoğlu, “GOLDMINE $ACH$ (Ya da Bu Krizler Bir Harika!)”, Cumhuriyet, 27 Temmuz 2009, s.13.

[5] “Krizin Yarattığı Çocuk İşçiler Bunlar…”, Radikal, 6 Nisan 2009, s.22.

[6] Aslı Kayabal, “Yatırımcılar Böbreklerini Satıyor”, Cumhuriyet, 27 Haziran 2009, s.11.

[7] “Kriz Taşıtıyor Doğurtmuyor!”, Radikal, 9 Nisan 2009, s.3.

[8] “Seks Endüstrisinde Promosyon Devri”, Taraf, 22 Nisan 2009, s.2.

[9] “İşsizlik İntiharına Broşürlü Önlem”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2009, s.12.

[10] Le Monde, 14 Nisan 2009.

[11] Thomas L. Friedman, “Kredi Girdabı Obama’yı Yutacak”, The New York Times, 4 Mart 2009.

[12] Paul Krugman, “Finansta Yeni Bir Modelin Vakti Geldi”, The New York Times, 27 Mart 2009.

[13] Erinç Yeldan, “Kresel Kriz, Toparlanma, Para Politikası…”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2009, s.13.

[14] Sinan Özbek, “Krizden Hareketle Savaş ve Bologna Süreci Üzerine Notlar”, Radikal, 21 Ağustos 2009, s.15.

[15] Yakup Kepenek, “Ekonomi Biliminin… (II)”, Cumhuriyet, 10 Ağustos 2009, s.13.

[16] Taner Timur, “Kapitalizm ve Kriz”, Kızılcık, No:36, Bahar 2009, s.11.

[17] Johann Hari, “Krizin Reçetesi İsveç Formülü”, The Independent, 15 Nisan 2009.

[18] Gündüz Vassaf, “Kapitalizm Üzerine Kısa Sohbet”, Radikal, 12 Nisan 2009, s.24.

[19] Selwyn Parker, Büyük Çöküş, Çev: Burcu Çekmece, Arkadaş Yayınevi, 2009, s.6.

[20] yage, s.20-21.

[21] yage, s.46.

[22] yage, s.50.

[23] yage, s.56.

[24] yage, s.159.

[25] yage, s.252.

[26] yage, s.258.

[27] yage, s.270.

[28] yage, s.332.

[29] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm Üzerine Bir Not”, Cumhuriyet, 3 Haziran 2009, s.8.

[30] Ömer Şan, “İş Bulamayan Baba Askerdeki Oğlu İçin Böbreğini Satacak”, Cumhuriyet, 25 Mart 2009, s.3.

[31] “Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,/ hani şu derya içre olup/ deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf./

Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende./

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/ kabahat senin,/ – demeğe de dilim varmıyor ama -/ kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” (Nâzım Hikmet, “Dünyanın En Tuhaf Mahluku”, 1947.)

[32] “Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık sorun, neyse o olan özlerin durgun hâlini seyre dalmak değil, bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da. Bugün sorun, insandır; hem etken hem bir aktör olan insan. Çünkü o, dramını hem yazıyor hem oynuyor hem de durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini harcayasıya ya da düğümlerini çözesiye (…) Felsefe de bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır.” (Jean-Paul Sartre, aktaran: Denis Bertholet, Sartre, Çev: Zühre İlkgelen, İthaki Yay., 2009.)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.