Caner Bingöl-
Her daim önümüze bir yerlerden yuvarlanıp gelen seçeneklerden birini seçtiğimizin farkında mıyız? Sistem, bizim seçmediğimiz diğer seçeneği seçiyor olsa da kervanlarımız ne hikmetse ileride bir yerlerde kesişmiyor mu çoğu zaman? İşte bu noktada çözülmesi gereken bir problem olduğu ortaya çıkıyor, ancak bu problemin bize sunulanın, daha doğrusu dayatılanın dışında devrimci bir seçenek yaratamayışımızdan kaynaklandığını fark etmemizin zamanı geldi de geçiyor. Bu basit çözümlemeden hareketle Türkiye’de toplumsal muhalefette yeni yeşeren çevre mücadelesi tabanlı hareketleri, Dünya ve Türkiye’de ki çevre politikalarını irdeleyeceğiz. Özellikle de salt “yasal mevzuat” a ve uzun yıllar alan dava süreçlerine sıkışıp kalan ekolojik hareketlerin içinde bulundukları politikasızlığı, buna neden olan gerekçelerle ele alacağız.
Özellikle dünyada 70’li yıllardaki ekonomik bunalım ve kâr oranlarındaki daralma, sistemi kâr oranlarını arttırmaya yönelik yeni politikalar üretmeye itti. Serbest piyasa ekonomisi daha önce esgeçilen veya dikkate alınmayan doğayı da metalaştırmaya yeltendi. Dünyanın her yerinde Bolivya’dan , Ekvador’a, Hindistan’dan, Güney Afrika’ya uzanan direnişlerin ortaya çıkması da bu metalaştırma sürecine denk gelir. İçinde bulunduğumuz zamanı Türkiye özgülünde değerlendirdiğimizde mevcut çevre politikalarını emperyalist tekellerle olan ilişkilerin belirlediğini gözlemliyoruz. Türkiye’de Turgut Özal döneminde startı verilen doğayı metalaştırma süreci, günümüzde AKP ile iyice perçinleşerek ve kapsamını arttırarak devam etmektedir. Enerjinin özelleşmesi ile birlikte yerli kapitalistler normalde hiç alakaları olmayan enerji sektörüne iştahla bakar hale gelmişlerdir. Kısa vadede kendini amorti eden projeler, devlet kredisi, karbon kredisi gibi cazip teklifler yerli ve yabancı burjuvaziyi cezbetmeye yeter de artar bir hal almaya başlamıştır. İlk önce suyun ticarileşmesi süreci Hidroelektrik santrali barajlarıyla başladı ve su; pet şişelerde paketlenmiş halde bir meta olarak günümüze evrilmeyi başardı. Doğayı metalaştırmaya yâni alınıp satılabilen bir değer haline getirmeye su ve topraktan başlayan egemenler kendilerini o kadar geliştirdiler ki belirli bir yerde tutulmasına, metalaşmasına ihtimal vermediğimiz havayı da sürdürülebilirlik kisvesi altında “karbon borsası” oluşturarak ticarileştirmeyi başardılar. Türkiye’nin de yer aldığı Kyoto protokolünde gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında karbon salınımına dayalı bir borsa oluşturuldu. İlk başta karbon salınımını düşürecek olumlu bir protokol gibi gözüken bu sözleşme az karbon salan ülkeleri daha fazla karbon salmaya teşvik edici bir takım maddeler ile iç yüzünü göstermiş oldu. Bu karbon kredisi anlaşmasına göre fazla karbon salan ülkeler “kirlettikleri kadar havanın bedelini verecek” bu verilen bedellerle bir fon oluşacak ve bu fondan da az karbon salan ülkeler karbon kredisi adıyla yararlanacaklar.
Az karbon salan ülkeler almış oldukları karbon kredileriyle de üçüncü dünya ülkelerine gidip kolaylıkla ve de fazlaca fabrika açabilecek. Aynı zamanda “temiz enerji” projeleri yapan firmalar bu projeleri yaptıkları için doğayı daha rahat kirletebilme hakkı elde edebilecek. Yani örneğin firma bir ülkede güneş enerjisi paneli kurup, rüzgar tribünleri projelerini yaparken “sürdürülebilir” enerji projelerini desteklediği için bundan dolayı karbon kredisi alacak ve daha az gelişmiş başka bir ülkeye rahatlıkla termik santral açabilecek ve yüklü karbon salınımı yapabilme hakkına sahip olacak. Nasıl sürdürülebilirlik ama değil mi ?
Egemenlerin gözden kaçırdığı veya bildikleri halde gözlerini yumduğu bir gerçeklik vardır; o da doğanın bir eşiğinin olduğudur. Çevre politikalarını oluşturan “hassasiyetlerle” üretim biçimini belirleyen politikalar birbirinden bağımsız değerlendirilemeyecek derecede iç içedir.
Herhangi bir fabrikada bir meta üretimi süreci nasıl ki toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmeyip de fazlaca ve bolca yani ihtiyacın çok üzerinde üretilerek serbest piyasa ekonomisinin daha fazla kâr daha fazla üretim formülasyonuna endeksleniyorsa, bir nehir üzerine kurulan hidroelektrik santralleri de nehirlerin canını çıkarıp çıkarmadığına bakılmaksızın daha fazla gelir elde edilebilecek şekilde yapılır. Kullanım değeri göz ardı edilerek sınırlar zorlanır. Bu eleştiriler yöneltildiği vakit de genelde egemenler karşı argümanı şu şekilde oluşturur: “Siz de her
şeye karşısınız. Peki ne istiyorsunuz buna alternatif olarak söyleyin o zaman?”
Günümüzde Türkiye’deki mevcut ekolojik hareketlerin birçoğu; örnek vermek gerekirse Doğa Derneği, Hasankeyf’e baraj yapılmasına karşıdır ancak aynı çevre örgütü bir yandan da HES yapan şirketlere büyük krediler veren Garanti Bankasından da fon almaktadır. Bu dernekler,uluslarası sermaye tarafından bilerek kurulan ve olası bir kitlesel karşı koyuşa karşı, halkın yükselen öfkesini yumuşatmayı kolaylaştıran çevre örgütleridir. Dünyada da görüldüğü üzere antikapitalist bir formda gelişmeyen her çevre hareketi başarısızlığı tatmıştır. Kuzey ülkelerinde de durum biraz böyle olmuştur. Gü neyli ülkelerde ise çok daha militan bir mücadele örülmüş ve yer yer kazanımlar elde edilmiştir. Örneğin Güney Afrika’da su kullanımının sayaçlı hale gelmesi ve evlere kontörlü su sisteminin getirilmesiyle beraber yoksul halk durumları elvermediği için su yükleyememiş ve tifo, kolera vb. salgın hastalıklardan onlarca insan hayatını kaybetmiştir. Yoksula “paran yoksa temiz suya erişmek de senin hakkın değildir” denilmiştir. Ancak halk daha sonra bu duruma karşı bir öfke patlamasıyla tüm su sayaçlarını sökerek devlet kurumlarının önünde biriktirmiş ve bunları yakmıştır. İşte bu militanlık bu uygulamanın kalkması gibi bir kazanımla sonuçlanabilmiştir.
Türkiye’de de çevre hareketleri biraz Avrupa’ya öykünür ve uzlaşmacı bir formatla muhalefet eder. Buna karşın ekolojik muhalefeti, anti-kapitalist mücadeleyle birleştiren çevre örgütleri de yeni kendilerini var edebilmektedir. Sinop Gerze’de kurulması planlanan termik santrale karşı o güne kadar milliyetçi histeriyle hareket eden yerli halkın sürekli övdüğü kolluk güçlerine karşı taşlı, sopalı radikal direnişi mücadele pratiğinde bir emsal oluşturmaktadır. Bu mücadele pratiği aynı zamanda kısmen de olsa paralel mücadelelerle bir empati köprüsü kurulmasına dayanak olmuştur. Gerze’nin yerel internet gazetelerinde halkın termik santrale direnişini anlatan haberin altında yapılan yorumlarda “Kürt’lerin neden polise taş attıklarını artık anlıyorum” gibi bir ifadeyle karşılaşılabiliniyor. Bir diğer örnek de milliyetçi muhafazakarlığıyla bilinen ERZURUM’un Tortum ilçesinden. Tortum’da HES yapımından ötürü halk, yaşam alanına yapılan bu saldırıya karşı bir refleks verdi. Dışlayıcı bir yaklaşımla o bölgede hiçbir direnişin olmayacağını öngördüğümüz o yerelden öyle radikal bir direniş çıktı ki, iş makinaları yakıldı, yaşlı neneler barikatlarda ellerinde sopalarıyla kolluk kuvvetleriyle çatışır pozisyona geldiler. Gandhi’nin miras bıraktığı sivil itaatsizlik bayrağını devralarak saatlerce oturarak direndiler.
Ardından bu direnişi gören devlet kurumları baskılar ve gözaltılarla yerel halkı sindirmeye çalıştı. Yerellerde kendiliğinden oluşan direnişler varken bir yandan da bu direnişleri örgütlemeye hevesli bazı sosyalistler dışarıdan bilinç vermeye, raporlar hazırlayıp mektuplarla yerellere göndermeye çalıştılar. Panel yapıp halkı bilgilendirdiler. Bunda eleştirilecek ne var diyebilirsiniz ancak bu noktadan sonra eleştirilecek en can alıcı noktaya geliyoruz. Bu sosyalist ekiplerden bazıları bu radikalizmin içini gerekli hukuki süreci takip etmek, yıllarca sürüp giden davaların duruşmalarına gidip gelmekle boşalttılar. Oysa bu esnada mahkemelik olsa dahi proje, yatırımcısı tarafından yapılmaya devam etti. Hukuki sürecin sonunda kazanım elde edilse dahi Bergama* örneğinde olduğu gibi, bir gecede çıkan bakanlar kurulu kararlarına benzer, egemenlerin bilirkişilerinin acil eylem planı olarak alelacele hazırlattığı ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporlarıyla hukuki sürece rahatlıkla takla attırıldı. Burada halkın kabaran öfkesi mahkeme salonlarına sıkıştırılarak pasifize edilmiş oldu.
Kırsaldaki ekolojik mücadeleler şehirlerdeki emek mücadeleleri ile birleşemedi ve bunun sonucunda yerelin dışına çıkılamadı. Şimdi bu pratiğin bizlere öğrettiği ders; ekolojik mücadelenin, sınıf mücadeleleri ve ulusal kimlik, cinsiyetçiliğe karşı verilen mücadele ile birleşmediğinde hep bir yanının eksik, aksak ve güçsüz kalacağı, aynı zamanda da kendi hukukunu oluşturan sistemden bir şey dilenmeme gerekliliğimizin de devrimci ekolojik mücadeleyi yaratmamızda en etkili silah olduğudur. Bizi meşru kılan mücadelemizde olan haklılığımız, insaniyetimizdir. Milan Kundera der ya: “İktidar sizi nerenizden yaralıyorsa orası kimliğimiz olur.”
Şimdi yaralarımızı birlikte onarmanın ve her birimizin üzerinde farklı şekillerde yaralar açan kapitalizme karşı ortak savaşım vermenin tam sırasıdır!