“Boşta gezenin boş kalfası” sayılmanın büyük gururu

0
2858

Hamza Yalçın

Devrimci mücadeleyi “boş zaman uğraşı” seviyesine düşüren hatta içten içe onu “boş iş” gören küçük burjuva ilericiliğinin kaynağı nedir ve hangi sonuçlara yol açıyor? Bu yazı, kendisini “burjuva akıl” olarak ortaya koyan bireyciliğin günümüzde bireyleri ve gericiliğe karşı mücadelede insanlığı nasıl zayıf düşürdüğünü tartışıyor. 

Bilindiği gibi Marks, Kapital adlı ünlü eserinde meta-fetişizmi diye bir kavram geliştirdi. Bu kavram, devrimci mücadeleye verilen zamanın itibarsızlaştırılması üzerinde düşünmek için çok elverişli görünüyor. Konu üzerinde Marks’tan (Kapital-1) ve Che’den (Küba’da Sosyalizm ve İnsan) yararlanarak düşünmemi sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazıda önce kavramı açıklayacak sonra da meta fetişizminin insanlığın özgürleşme yolundaki mücadelesine ve sol harekete nasıl etki ettiğini tartışacağım.

Meta fetişizmi ve insan doğası

Meta fetişizmi malı-mülkü veya parayı putlaştırmaktan daha geniş bir anlam içerir. Alanı, insan ilişkilerinin ekonomik akıl tarafından kalıba dökülmesine, küçük burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışına ve günümüzdeki yeni-liberalizme doğru uzanır. Kendisini ekonomik akıl olarak da dışa vuran meta fetişizmi, insanın insana burjuva topluma özgü yabancılaşmasının öteki adıdır. Şimdi meta ve piyasa kavramlarına kısaca bakıp sonra meta fetişizmi ile devam edelim. 

Meta, piyasada alınıp satılabilen, fiyat bulabilen cep telefonu, ev, arsa, ilaç gibi maddi ürünler veya maaşlı hocanın minarede ezan okuması, öğretmenin ders vermesi, doktor muayenesi gibi çeşitli hizmetlerdir. Ücretli ders verirsen meta olur; ücretsiz ders verirsen meta olmaz. Satmak için yemek yaparsan meta olur; kendine, ailene ve arkadaşlarına yemek yaparsan meta olmaz.

Piyasa, fiyatlandırmanın ve ticari işlemlerin gerçekleştiği sistemdir. Ona ünlü klasik iktisatçı Adam Smith tarafından  “görünmez el” adı takılmıştır. O, kapitalizmde sadece ekonomik bir mekanizma olmakla kalmaz aynı zamanda dünyayı yöneten ilahi bir güç haline gelir. Piyasa ilahi bir güç olarak varlığını size her an hissettirir. Yahudilik-Hristiyanlık-İslamiyet dinlerinin kurallarına uyanların cennete, uymayanların cehenneme gittiğini henüz kimse görmemiştir fakat piyasanın, kendi kurallarına uyanı bu dünyada nasıl ödüllendirdiği, uymayanı ise nasıl cezalandırdığı sabittir. Dinsel inançları cesaretle eleştiren ateist insanların ekonomik akıl karşısında tarikat ehli gibi teslim olmaları çok çarpıcıdır. Devrimci mücadelede disiplin tanımayan liberal solcuların iş hayatı disiplini önündeki saygılı ve gayretli halleri de dikkat çekicidir.

Meta fetişizmi kavramına göre insanlar arasındaki ilişkiler giderek piyasadaki ilişkilere uymaya başlar. Mesela neyin ne kadar üretileceğine merkezi planlamayla değil genellikle piyasaya bakılarak karar verilir. Burjuva devletler piyasayı yönlendirmek zorunda kaldıklarında bile ona çok saygılı, nazik ve alttan alan yardımcı rolünde görünmeye çok önem verirler. Piyasada hangi faaliyetin karlı olduğu, yatırımcıların kararlarına yön verir. İnsanların ahlak, şeref, onur gibi bireysel manevi değerlerine varıncaya kadar fiyat koyarak metalaştıran piyasa, bireylerin meslek seçimlerine, eğitime ve toplumda yükselen ve düşen değerlere de yön verir. 

Meta, ister mal isterse hizmet biçiminde olsun hem kullanım hem de alışveriş nesnesidir. Marks klasik iktisatçıların izinden giderek metaların değerinin temelinde emeğin bulunduğunu saptamıştır. Ancak mallar piyasada tam tamına emek üzerinden değiştirilmezler. Fiyat alıcı ile satıcının pazarlığı üzerinden oluşur. Alıcı olabildiğince ucuza almaya çalışırken satıcı alabildiğince pahalıya satmaya çalışır. Bu yaklaşım insan ilişkilerinde insanların kendilerini mümkün olduğu kadar “pahalılaştırmaya” karşısındakini de “ucuzlatmaya” çalışması yönünde etki yaratır. Ekonomik akıl sahibi her bir “meta-insan” (Che Guevara) kendi çıkarlarını düşünür ve bu anlamda herkes birbirinin potansiyel rakibidir.

“İnsan doğası bencildir” önyargısı büyük ölçüde insanların bilinçsizce yarattıkları ekonomik akla dayanır. Dinleri bile sorgulayacak kadar cesur insanların büyük kısmı, aslında kendilerinin ürünü bu önyargıya bir doğa kanunu gibi bakar ve ona kaderci bir şekilde teslim olurlar. Böylece önyargı, pratikte bir doğa kanunu gücünde her gün her saat yeniden üretilir.

Burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışı 

Piyasaya sunulan mal ve hizmetlerin değerlerinin esas olarak emek üzerinden tayin edilmesi ve fiyatın da değer çevresinde gerçekleşmesi burjuva adalet, eşitlik ve özgürlük anlayışının ekonomik temelini oluşturur. Değerin kaynağı emekse kimse başkasının hakkını yememelidir. Kimse emeğiyle hak etmediği bir ayrıcalık iddia edememelidir. Herkesin çalışması, sarf ettiği emek miktarı üzerinden değerlendirilir. Kralın, beyin evladının emeği sıradan insanın emeğinden daha üstün değildir. Kalifiye emek soydan değil birikim ve yetenekten gelir. Herkes bu anlamda eşittir. Bu eşitlik düşüncesi kilisenin ve asillerin ayrıcalıklarının sorgulanmasına ve ellerinden alınmasına; kölelerin, siyahların ve kadınların eşitlik mücadelesine yol açmıştır. Meta sahipleri piyasada birbirleriyle yetkin ve eşit insanlar olarak karşı karşıya gelirler ve alım-satım işini ekonomi dışı baskı olmaksızın “özgür” iradeleriyle yaparlar. Laik ve demokratik burjuva devlet bu ticaret düzenine uygun ideal bir yapılanmadır.  Yani yandaşlarını gözeten bir devlet ideal burjuva akıl tarafından kabul edilemez. Değerin kaynağında emeği gören anlayış, kayırmacılığı reddedecek ve liyakatı esas alacaktır. Piyasadaki arz ve talep yasasından etkilenerek, her bir “özgür” bireyin kendi kararını vererek toplum için en iyi olanın gerçekleşeceğini varsayan demokrasi sisteminde, yöneticiler genel seçimlerle, gizli ve eşit oyla seçilirler. Rekabet nasıl  ekonomik gelişmenin ve toplumun azami refahının sağlanmasının dinamiği görülüyorsa bireyler ve partiler arasındaki politik rekabet de demokrasiye ulaşmanın dinamiği görülür. 

Meta üretiminin gelişmesiyle birlikte şekillenen burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışı, insanları çalışmayı yücelterek haksız kazanca karşı çıkmaya, bireysel eşitlik ve özgürlükler için ve bu temelde laiklik ve demokrasi  için mücadeleye çağırdığı sürece feodalizme, faşizme ve burjuva diktatörlüklerine karşı ilerici rol oynamıştır. Bugün sosyalizm adına davranan güçlerin dahi yer yer ideal burjuva ilericiliğinin gerisinde kaldığı ne yazık ki bir gerçektir. Diğer yandan ise bu anlayış bireysel kurtuluş yanılsamasına ve ayrıca sömürü ve eşitsizlikleri gizlemeye hizmet etmektedir.

Türkiye’de ve hatta Avrupa’da bile burjuva anlamdaki yasal eşitlik ve özgürlükler için mücadele hala çok önemlidir. İdeal burjuva toplumuna özgü haklar uğruna mücadeleler daha ileri mücadeleler için bir gelişme ve sıçrama zemini teşkil etmektedir. Ne var ki günümüzde yasal eşitlik ve özgürlükleri elde edemeyişimize veya kaybetmemize sebep olan da kendilerini eşit ve özgür farz eden her bir insanın, birbirlerine karşı etik sorumluk ilişkisinden, örgütlenmeden, bir toplumsal mücadele için risk almaktan uzak durmaları; toplumsal dayanışma yerine bireysel kurtuluşu ve rekabeti esas almalarıdır. Hele ki sosyalistlerin liberalleşmesi bu anlamda felakete  yol açmaktadır. 

Burjuva özgürlükçülüğü ve sermayeyenin egemenliği 

Marks, Kapital adlı eserinin birinci cildinde, piyasanın ekonomik temele dayanan burjuva özgürlükçülüğü anlayışının nasıl kendi karşıtına dönüşme eğilimi taşıdığını ve sermaye egemenliğini gizlediğini tartışır. Kaldı ki kapitalizm ne gelişme aşamasında ne de tekelci kapitalizm ve bugünkü yeni-liberalizm dönemlerinde, gerçekte hiçbir zaman burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışını esas almamıştır. Kapitalizm hem baskı, terör ve sömürgecilik aracılığıyla gelişmiş hem de sömürü ve yağmaya dayanan serveti, sermayenin alınteriymiş gibi göstermiştir. Kapitalizm işgücünün meta haline getirilmesi yani “işveren-işçi” ilişkisi üzerinden yükselince emekçinin sömürüsü de adalete uygun sayılmıştır. Emekçileri sömürerek ve rekabet yoluyla birbirini yutarak gelişen sermaye, burjuva eşitlik ve özgürlük anlayışını sürekli tam karşıtına dönüştürmektedir. Sermaye aynı zamanda hak edilmiş çalışmanın karşılığı görüldüğü için emekçileri sömüren, hükümetleri kullanan, idarecileri satın alan, savaşlar çıkaran tekeller, toplumun gözünde saygınlık kazanırlar. Eski sosyalistler bile çocuklarının tahsiller yaparak tanınmış tekellerde iş bulmasıyla övünebilmektedirler. 

Piyasa ilişkisi sosyal ilişkilere giderek egemen olurken insanlar farkında olmadan ona uyarlar. Alışveriş etmeyecekleri zamanlarda bile birbirlerini piyasada alışverişteymiş gibi görmeye, birbirleriyle mesafeli olmaya başlarlar. Herkes ticari alışveriş yapacak kadar eşittir, özgürdür ve kendi çıkarını gözetir ve bencildir, yani olabildiğince ucuza almaya ve pahalıya satmaya çalışır. Ekonomik akıl insancıl duygulara, yüksek ideallere ve vicdan gibi manevi değerlere karşı savaş yürütür. Sevgi, sorumluluk, dayanışma gibi insani ilişkiler ekonomik akıl tarafından sürekli geriletilirler. Bu geriletilme insan ilişkilerinde sosyal duyarlılığın zayıflaması halini alarak bireylerin ruhsal sağlığını dahi tehdit etmeye başlar. Her bir bireysel karşılaşma bir güç mücadelesine dönüşür. Açıktan ve kabaca veya alttan alta ve inceltilmiş biçimlerde “Benim şuyum var-buyum var, şu tahsili yaptım, şöyle üstünüm-böyle üstünüm” gibi güç mücadelesi mesajlaşmasına dayanan iletişim, insanlar için yorucu olur. İnsanlar birbirinden güç alamamaya başlarlar. Din de ekonomik aklın egemenliğine girerek din istismarcısı siyasetçilerin, ticaretçi, holdingci ve tecavüzcü tarikatların eliyle  alabildiğine yozlaşacaktır. Herkesin insan olarak önemi esas olarak piyasa tarafından belirlenmeye başlar. Piyasada para etmeyen ürünler ve uğraşlar toplum tarafından yararsız görülecektir. Kadının evdeki emeği toplum tarafından yararsız görülecektir. İnsan ilişkileri piyasada alınıp satılan metalar arasında kendisini fiyat ile ortaya koyan  ilişkilere  dönüşürken insan da değişip Che Gurvara’nın deyimiyle meta-insana dönüşme baskısını yaşar. “Kaç paralık adam ki!” sözü bu yaklaşımın ifadelerinden biridir. Burjuva eşitlik, özgürlük, bireycilik temelindeki rasyonalizm esas olarak metalar arasındaki ilişkiler alanında yani piyasada geçerli olan alım-satım, kar-zarar aklıdır.  

İşte milyarlarca insanın kaderinin tekeller tarafından belirlendiği günümüzde kendisini özgür birey gören varlık da büyük ölçüde bu meta-insan veya piyasa insanıdır. Meta fetişizminin ideolojisi, piyasa düzenine teslim olan bu robot kafalı insana, özgür birey olduğunu hissettirir. Göstermelik örgütlenme, söz söyleme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı ile tarafsız görünümlü devletler bu izlenimi vermek içindir. Aslında bütün devletler sınıf egemenliğinin aracıdır. “Eşit ve özgür olduğunu, bireysel çabasıyla kendi geleceğini kararlaştırma olanağına sahip olduğunu sanan ve beynine adeta meta fetişizminin çipi takılmış birey, pratik hayattaki gözlemleri ve tecrübeleriyle öğrendikçe köleleşir. 

Gene yukarıda belirtildiği gibi öğrenimi de piyasayı esas alır. İnsanların aydınlanması ve dünyayı ezilenler yararına değiştirmesi için değil, kendine kariyer edinmesi için tahsil yapması özendirilir. Piyasa aklı halkın ve insanlığın yararı için eğitimi gerçekçi kabul etmez. Not almak, öğrenme zevkinin yerine geçer.  Öğretmene not vermek için öğreten, öğrenciye not almak için öğrenen ve diğer öğrencileri geride bırakmak için yarışan rolü düşer. Öğrenim acı ilaç içmeye dönüşür. Eğitim sistemi, birbirlerini okuldaki ders başarılarına, maddi durumlarına, renklerine vb. göre ayırt etmeyen “akılsız” çocukları da giderek “akıllılaştırmayı” amaçlar.

Ekonomik akıl kişinin insanlar gözündeki önemini onun toplumda tuttuğu yerin piyasa karşılığı ile tayin eder, demiştik. Böylece insan gözündeki itibarımız adeta borsadaki hisse senetlerinde olduğu gibi artar ve azalır.  Mesela iyi bir işe girdik, çalıştığımız şirket kar ediyor, maaşımız arttı, bir makama getirildik veya mesela piyangodan para kazandık diye kıymetimiz artarken; işsiz kalınca, düşük prestijli işlerde çalışınca vb. itibardan oluruz. (“Ye kürküm ye” Nasreddin Hoca hikayesi ya da Şener Şen’in oynadığı Namussuz Namuslu filmi de aklımıza geldi mi? ). İstisnalar kaideyi bozmaz. Para etmeyen iş anlamsız ve önemsiz iş sayılırken, piyasada para eden iş ise anlam ve önem kazanmaktadır. Yaptığın iş, uğraşın para getirecek, paraya dönüşecek iş değilse, insan aklı yerine piyasa aklıyla düşünen ekonomik-rasyonal kişiler tarafından boş iş sayılacaktır.

Ekonomik akıl ve devrimci mücadele

12 Mart dönemi yargılanmalarını anlatan belgelerden birinde okumuştum;

Mahkeme sanığa soruyor: 
– Ne iş yaparsın?
– Profesyonal devrimciyim. 
Yargıç hemen söyleneni yazıcı için mevcut hukuk diline tercüme ediyor:
– Boşta gezer. 

Ekonomik akıl, insanlığın geleceği uğruna dünyayı değiştirmek için canla-başla çalışan devrimciyi “boşta gezen” sayarken burjuva devletin meşru gördüğü işlerde sadece kendi çıkarı için çalışan insanı topluma yararlı insan kabul eder. Sadece kendi çıkarı için okuyan öğrenci modeli toplum gözünde sevimlileştirilirken devrimci amaçlar için okuyan öğrenciler ise tehlikeli ve akılsız gösterilirler. Bu kadarla da kalmaz. Paran varsa burjuva toplum sana itibar vermeye hazırdır. Paranın kendisi değere şahitlik eder ve onun nereden elde edildiğini ise gizler. 

Yukarıda belirttiğimiz gibi burjuva aklı, temelde ödüllendirme ve cezaya dayanır. Burjuva toplumu “hesabını iyi bilen” çıkarcı insanların önünü açarak onları ödüllendirir. Dayanışmacı ve hele hele yaşamını mücadeleye adayan insanları ise itibarsızlaştırır ve cezalandırır. Bu mekanizmaya karşı direnmek yani ayak altında gitmemek için çok ayık ve güçlü olmak gerekir. Eğer sistemin yazarıysanız gelişmenizin yolu açıktır. Yazdığınız yazılar sisteme aykırıysa onlar sizi değersizleştirmeye çalışılacaktır. Sonradan dünya çapında büyük ün kazanacak olan Marks’ın kendisi meta-fetişizminin en büyük kurbanlarından biri olmuştur. Kapital adlı eserden kazandığı paranın, kitabı yazarken kullandığı tütün parasına bile yetmediğini söylemiştir. Yokluk içinde yaşamış, öldüğünde cenazesine yaklaşık 10 kişiden ibaret seveni katılmıştır. Marjinal kalmayı, yalnızlaştırılmayı  göze almaksızın devrimci olunamaz. 

Meta fetişizminin kuvvetlendiği günümüzde direnmekte zorlanan sosyalistlerin büyük kısmı, fikirleri ve yaşamları arasındaki çelişkiler yüzünden adeta çarmıha gerilmiş durumdadırlar. Türkiye’de, en azından sözde, sosyalizmden yana insanların sayısı belki 1970’li yıllardaki kadar vardır ama burjuva rasyonal aklı yani ekonomik akıl onları kapitalist sistemin akıntısına sürüklemektedir. Buna direnemeyen sosyalist düşünceden insanların önemli bir kısmı iş hayatında ve günlük yaşamda rekabetçilikte, çıkarcılık ve fırsatçılıkta sistemin insanlarını bile aratmazlar. Onlar duygu, düşünce ve davranış bakımlarından çok derin bir parçalanmaya uğramış bulunmaktadırlar. Sosyalizmi düşüncede kabul ederler ama pratiğe gelince sosyalizm için mücadele edecek ve sosyalist bir yaşam sürdürecek güçten, enerjiden ve motivasyondan yoksundurlar ve ekonomik akla boyun eğerler. 

Duygu, düşünce ve yaşam alanındaki derin parçalanma en çok çocuklarla ilişkilere yansır. Politik geçmişleriyle övünen ve hala sosyalizmden yana olduklarını düşünen eski sosyalistler çocuklarının devrimci ideallerden çok rasyonal akla yakın yetişmesini tercih ederler. Anne babaların bu parçalanmış dünyaları nedeniyle mücadeleden uzak tutulan çocukların büyük kısmı kapitalist sisteme nitelikli işgücü olarak yetişirken bir kısmı ise mafyaya veya sağcı örgütlere gitmektedir. 

Burjuva akıl ne yazık ki örgütlü sosyalist harekete  de yansır. Mücadelede bütün varlığı ve samimiyetiyle yer alan “akılsızlar”, bireysel konumlarını ve bireysel geleceklerini gözeten “ihtiyatlı akıllılar” tarafından istismar edilebilirler. İhtiyatlı akıllılar esas dikkatlerini mücadeleye değil kendilerine bireysel yer edinmeyi verirler. Mücadeleyi yeni insanlarla buluşturmak yerine var olanı kendilerine örgütlemeye çalışırlar. Kendilerini mücadeleye değil mücadeleyi bireysel durumlarına ve özel amaçlarına uydurmayı esas alırlar. Bu eğilim devrimci örgütlerde kendisine tasfiyeci rol oynar. Devrimci saflara yansıyan rekabetçilik yoldaşlık ortamını büsbütün zehirler ve tasfiyeciliği ileri boyutlara götürür. Bu tasfiyeci eğilimlere direnemeyen ve devrimci değerlerini kendi içinde yüksekte tutamayan örgütlerde devrimciliğin gelişmesi olanaksızdır.

Burjuva akıl, örgütlü soldaki aktivistlerin önemli bir kısmını liberalleştirmiştir. Örgütlü solda kendisini mücadeleye adamış devrimci bulmak son zamanlarda kolaylaşmakta olmakla birlikte uzun yıllardır zorlaşmış gelmiş bulunuyor.  Onun içindir ki bugün kitleler mücadeleye hazır olduğu halde sol örgütler onların önüne düşmekte zorlanmaktadırlar. Bireyciliğin yoldaşlık ilişkilerini kemirmesine, aşındırmasana ve zehirlemesine paralel olarak grupçuluk da kendi zararını verir. Soğuk hesaplar yapan grupçu örgütler de iyi niyetli insanları ve grupçu olmayan örgütleri istismar ederler. Grupçuluk ekonomik rasyonal akla dayanan bireyciliğin başka biçimidir. 

Rasyonal akıl denilen piyasa aklı, insanları sistemin robotları, yönlerini sadece çobana ve birbirini izleme güdüsüne terk eden koyun sürüleri durumuna getirmeye eğilimlidir. Piyasaya biat eden insanlar günümüzde çok sevdikleri ve gurur duydukları “özgür iradeleri” ile birbirini izleyerek ve aynı yönde yarışarak yeni-liberal akıntıya kapılmış gitmektedirler. Sistem kendisine biat etmeyenlere ise toplumun gözünde “bir baltaya sap olamamanın” ezikliğini yaşatmaya çalışır.

Türkiye’de emperyalizmin işbirlikçisi iktidarlar ezilenleri bireyciliğe ve rekabete teşvik ederken Türkiye solu ise toplumun ve insanlığın çıkarlarını esas almıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası toplumda bireycilik körüklendi. Zaten sınırlı olan bireysel hak ve özgürlüklerin giderek daha çok budanmasının ve ülkemizin dinci bir tek kişi diktasına mahkum edilmesinin en büyük sebebi gençliğe ve sola bireysel kurtuluş felsefesinin empoze edilerek mücadeleye öncülük edecek güçlerin örgütsüz ve etkisiz hale getirilmesidir. Bireycilik bireyleri zayıflatır ve baskı rejimlerinin, dinciliğin ve milliyetçiliğin yolunu açar. Dünyanın çeşitli yerlerinde ilerici kesim ve işçiler  örgütsüzleştirilirken milliyetçiliğin ve dinciliğin önü açıldı. 

Akıntıya karşı 

İşte bu yüzden bugün devrimci eleştirel düşünceyi, derin insan sevgisini, çevresine ve insanlığa karşı sorumluluk duygusunu, dayanışmayı, sömürüye ve baskıya karşı direnişi esas alan örgütlü devrimcilik çok daha değerlidir. Devrimci mücadeleye verilen emek en önemli emektir ve mutlaka yüceltilmelidir. O emeğe sırt çevirmek, onu görünmez hale getirmek ve itibarsızlaştırmak mücadeleye darbe vuracaktır. Bunu sol kesimin içinden yapanlar bizi sırtımızdan vuruyor duruma düştüklerini bilmelidirler. En ileri insan ilişkisi yoldaşlık ilişkisidir. Devrimciler hangi örgütte olurlarsa olsunlar birbirlerini hasmı değil yoldaşı görmeyi öğrenmelidirler. Örgütler arasında rekabetçi yaklaşımlar da aşılmalı ve dayanışmacı yaklaşımlar geliştirilmelidir.  

Don Kişot adlı ünlü eser, rasyonal aklı eleştirmek için yazılmıştır. Nazım Hikmet, Fidel Kastro ve Che Guevara yel değirmenlerine saldıracak kadar hayal aleminde yaşayan Don Kişot örneğini açık bir tutumla tercih etmiş ve hatta övmüşlerdir. Nazım Hikmet’in Cırcır Böceği ve Karınca masalına karşı yazdığı şiir de burjuva aklı eleştirmek içindir. “Gerçekçi ol imkansızı iste” sözü asıl gerçekçiliğin, ekonomik rasyonal akla imkansız görünen olduğunu ifade eder. Dünyaya belli bir gözle bakmaya koşullanmış insanlar gerçekliği at gözlüklerinin oluşturduğu sınırlı bakış açısı (tünel vision) çerçevesinde görürler. Tünel bakışının dışındaki dünya at gözlükleriyle bakan insanlar için imkansız alanlardır. Dünya dar bir bakış açısına sabitlendirilmiştir. Esas mesele bu anlamda farklı düşünebilmek ve sürüden ayrılabilmek, toplumda marjinalleştirilmeyi göze alabilmektir. İnsan gerçeği oradadır. 

Devrimciler insanın en önemli ve en derindeki özelliğinin onun sosyal, yani birbirine karşı fedakar ve dayanışmacı yanı olduğunu savunurlar. Dahası devrimciler insanın sosyal eylem yoluyla özgürleşme potansiyeli taşıdığını düşünürler. Yani insan dünyaya pasifçe uyum sağlamaz; kolektif ve dayanışmacı tutumla kendisini özgürleştirecek şekilde onu değiştirir. Kendi çıkarını esas alan insan ne kendisi özgürleşebilir ne de kimsenin özgürleşmesine yardımcı olabilir.

“Herkes kendi evinin önünü süpürürse şehir tertemiz olur” gibi ilk bakışta gayet makul görünen bireyci rasyonal akıl yukarıda belirttiğimiz gibi rekabeti de gelişmenin en büyük itici gücü ilan etmiştir. Burjuva aklın insanları sıkı sıkıya tutsak aldığı günümüzde onun en kötü iflasını yaşıyoruz. Bu yaklaşımın bütün olumlu yanları her gün her saat kendi karşıtına dönüşmektedir. Piyasa insanlığın başına nasıl tekelleri bela ettiyse aynı zamanda biçimsel demokrasiyi de sermaye egemenliğinin aracı yapmıştır. Kendi kararını verme, kendi geleceğini belirleme yeni-liberal iradesi ve özgürlüğü, insanlığın başına Erdoğan, Trump gibi iktidarların, ırkçı faşist akımların ve hatta IŞİD gibi akıldışı gericiliğin gelmesiyle sonuçlanıyor. Barıştan söz eden insanlığın esaslı enerjisini ölüm aygıtlarının üretilmesine ayırması, ilaç sanayisinin insanlığı sürdürerek kendisini var etmesi, makinelerin ve robotların insana özgürleşmesi yolunda yardımcı olmaktan çok engel haline gelmesi, emeğin üretkenliği alabildiğine artarken işin adaletli dağıtılması yerine işsizliğin alabildiğine yayılması, gıdaların kar için üretim yüzünden zehire dönüşmesi, kar için üretim yüzünden hayvanların ve ekolojik sistemin sömürgeleştirilmesi meta fetişizminin yol açtığı sonuçları ve ekonomik düşüncenin nasıl kendi karşıtını geliştirdiğini gösteriyor. Burjuva dünyada bir grip salgınının insanlığı nasıl tehdit ettiği, bireysel kurtuluş arayışının çaresizliğini gösteriyor: “Ya hep beraber ya da hiçbirimiz! “

Böyle bir dünyada ne gariptir ki Don Kişot örneği çok daha saçma ve gülünç karşılanıyor. Özellikle 1990 sonrası gelişmeler nedeniyle kitleler hızla örgütsüzleştirilirken mücadelede kazanma umudu geri plana düşünce devrimci mücadeleye zaman ayırmanın, ciddi katkılarda bulunmanın cazibesi de ne yazık ki geriledi. İşte en büyük insanlık böyle bir dönemde devrimci olabilmektir. Devrimci olmalıyız, örgütlü olmalıyız; insanlık görevimizi yapamıyorsak en azından samimi devrimcilere yardımcı olmalıyız! 

“Yalnızca ölü balıklar akıntıyla gider” diye bir atasözü var. Şimdi en büyük şeref ekonomik akla göre “bir baltaya sap olamamış”, “boş işlerle uğraşan” devrimciler olmanın ayrıcalığıdır. İnsanın ilişkilerinde binlerce yıllık sınıflı toplumlarda değiştirilememiş en önemli özellik sevgi, dayanışma ve özgürleşme tutkusudur. İnsan ilişkilerine canlılığı bunlar verir. Dünyayı bunlar güzelleştirir. Meta fetişizmi bu özellikleri ne denli baskı altında tutuyor olursa olsun bu temel özelliklerin yok olması imkansızdır. Dolayısıyla şartlar ne olursa olsun samimi devrimcilik insan ilişkilerinde insanların kalbinde ve düşüncesinde daima yer bulacaktır. Dahası, burjuva anlamda eşitliği, özgürlüğü ve adaleti gerçekleştirme mücadelesinin öncülüğünü de meta fetişizmine, bireyciliğe ve rekabetçiliğe meydan okuyan; toplumculuğu ve dayanışmayı savunan; kendisini çevresine, halkına, insanlığa sorumlu hisseden, yürekleri insan sevgisi ve mücadele azmiyle dolu ve örgütlü mücadeleyi esas alan, önde görünmek için yarışma derdi olmayan, alçakgönüllü ve samimi devrimciler yapabilirler.  

Gerçekçi dünya, kapitalist zaman tünelinin dışındadır. O dünya bugün her zamankinden daha yakınımızdadır. 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.