SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın…”[1]
1923’te hayata “Merhaba” diyen koca çınar Yaşar Kemal, Anadolu, Ermenistan ve Kürdistan’ın köklerinden beslenen gerçekleri gerisinde bırakarak ayrıldı aramızdan.
Yaşamı boyunca emekten, isyandan, insan(lık)a ait güzellikten yana mücadelesiyle onurun, onurlu duruşun ne olduğunu hepimize öğreten O; sözcüklerin gizemine sevdalı bir sosyalistti!
Bütün dillerin, renklerin, çeşitliliklerin bir arada kardeşçe varolması gerektiğinin altını özenle çizen Yaşar Kemal, destansı isyan(lar)ın, türkülerin sesi soluğuydu… Sürgünlerin, göç(ertme)lerin, ötekilerin çığlığıydı… Hasılı ezilenlerin, horlananların, sömürülenlerin eline silahını alıp dağa çıkan İnce Memed’iydi…
“Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim”…
“Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım”…
“İnsan evrende gövdesi kadar değil, gönlü kadar yer kaplar”…
“İnsan salt yüzdür, desek… Yüzler konuşuyor, yüzler gülüyor, yüzler ağlıyor. Dünya insan yüzleri dünyasıdır”…
“Bana öyle geliyor ki, insan yüzlerinin bilincine varanlar… Adem’den kıyamet gününe kadar gelmiş geçmiş bütün yüzleri görürler”…
“Küreselleşme ‘tek tip insan’ yetiştiriyor bugün. Oysa dünya onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesidir; her çiçeğin ayrı bir rengi ve kokusu vardır. Bir çiçeğin koparılması bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır. Tek dile, tek renge kalmış bir dünya hapı yutmuştur”…
“Ölümü izlemek, insanlığa yakışmaz… vebali, hepimizindir!” diye haykıran edebiyatı(mızı)n dev yazarı ölümsüz Yaşar Kemal Usta sadece coğrafyamızın gerçeklerini şiirsel bir dille haykıran bir kalemi olmakla yetinmedi; aynı zamanda aydınlık bir gelecek için dövüşen kararlı taraflılığıyla, Kürt meselesi de dahil, coğrafyamızın tüm temel soru(n)larına onurlu/ adil çözüm(ler) getirebilmek için ömrünün tümünü (Türkiye İşçi Partisi saflarında) mücadeleye hasretmiş bir aydındı.
Sözü ve eylemiyle Yaşar Kemal de onlardandı; ve O, sözleri ve eylemleriyle, çağrıları ve uyarılarıyla “toplumumuzun vicdanı”ydı…
* * * * *
1923’te ya da bir başka kayda göre 1926’da Adana/ Osmaniye’nin Hemite köyünde bir Kürt çocuğu olarak dünyaya geldi. Orta sonda okulu terk edip Çukurova sıcağında ter döke döke, bir taraftan ekmeğini kazandı, bir taraftan da çalakalem yazdı, yazdı, yazdı. Koşuştu, aç kaldı, hapis yattı, çeltik tarlalarında ırgatlık, amelebaşılık, kontrolörlük, arzuhalcilik, öğretmenlik yaptı ve yine yazdı, yazdı, yazdı. Topraklarına dağına, taşına, ovasına, ırmağına, kurduna kuşuna, çiçeğine, otuna, böceğine ve illa ki insanına ses oldu, söz oldu, destan oldu. Onların diliyle konuştu ve yazdı. Yazdıkları onlarca dile çevrildi. Onlarca ödül kazandı.
Sosyalist dünya görüşü yüzünden ilk kez 17 yaşında tutuklandı. Daha sonra, “1950 yılında, işkence görüyorum. 1971 yılında yeniden tutuklandım, ama uluslararası protestolar karşısında serbest bırakıldım. Hiç kuşkusuz hapishane çağdaş Türk edebiyatının okuludur”, derdi.
Asıl adı Kemal Sadık Gökçeli’dir. Van Gölü’ne yakın Ernis köyünden olan ailesi Birinci Dünya Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda Osmaniye’nin Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyüne yerleşmiştir.
1940’lı yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi komünist sanatçı, solcu ve yazarlarla tanıştı.
1943’te bir folklor derlemesi olan ilk kitabı ‘Ağıtlar’ı yayımladı. Askerliğini yaptıktan sonra 1946’da gittiği İstanbul’da havagazı şirketinde gaz kontrol memuru olarak çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında kontrolörlük, arzuhalcilik yaptı.
1950’de Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı. 1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti,
“Ben ilk hikâyelerimi Arif Dino, Abidin Dino ve Orhan Kemal’e okumuşumdur. 1948’di. Orhan Kemal, ‘Bebek’ hikâyesini okurken zaman çok şaşırmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan da yanımızdaydı. Meyhaneye gidecek kadar paramız yoktu. Orhan Kemal, ‘Bebek’ hikâyesininonuruna Ümit Yaşar’la bana meyhanede bir şişe şarap ısmarladı. Böylece ilk yazarlık arkadaşlığımız başladı,” diyen Yaşar Kemal ekliyordu:
“… ‘İnce Memed’ olaydır. Sadece polisiye vakalara karışmıştır edebiyat eseri ‘İnce Memed’. Sadece devletin yasaklarıyla uğraşmıştır bu ‘İnce Memed’, otuz yıldır. Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken savcılık takibatı; UNESCO Fransızcaya çevirtmek isteyince bizimkilerin karşı koymaları, buna karşı UNESCO’nun diretip çevirtmesi; televizyon yasağı. Dünyanın hiçbir yerinde, en totaliter ülkesinde bile bir edebiyat eseri bu kadar yoğun biçimde engellemelerle karşılaşmamıştır…”[2]
1962’de girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
TİP’e girişini 1971’de Abdi İpekçi’nin yaptığı bir söyleşide şöyle anlatıyordu Yaşar Kemal: “Mehmet Ali Aybar’ın başkan olduğu bu partiye 1962 yılında girdim. Elimden geldiğince de çalıştım. Benim hiçbir politik ihtirasım olmadı, olmayacak. Bunda kararlıyım. Amma emekçilerin yanında, ölünceye kadar onların hakları için, onların yönetime gelmeleri için sonuna kadar çalışacağım.”[3]
Kuruluş yıllarında TİP’in halka açık hemen her toplantısı, “milliyetçi-mukaddesatçı” militanların, polisin, jandarmanın saldırısına uğrardı… 1965 seçimlerinde TİP’in 15 milletvekili ile Meclis’e girmesi büyük bir heyecan yaratmış, saldırılar daha da yoğunlaşmıştı. Başta Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren, Çetin Altan olmak üzere milletvekillerinin Meclis’teki konuşmaları siyasi gündemi allak bullak ediyordu.
Çetin Altan’ın bir Meclis konuşması sırasında Adalet Partili milletvekilleri tarafından kürsüde lince varan bir toplu saldırıya uğraması, verilen önergelerin çoğunluk tarafından sürekli reddedilmesi, seçimi izleyen günlerdeki iyimserlik içinde “parlamenter demokrasi”ye bağlanan umutları adım adım törpülüyor, özellikle gençler arasında daha kestirme mücadele yollarını öneren görüşlere itibar kazandırıyordu. Parti içinde “Kürt Sorunu” konusundaki tartışmalar gerilimlere ve görüş ayrılıklarına yol açıyordu.
TİP’deki ilk ciddi bölünme emarelerinin açığa çıktığı Malatya kongresi sırasında Yaşar Kemal Merkez Yürütme Kurulu üyesiydi. Parti içi tartışmaların yoğunlaşması üzerine, Yaşar Kemal’in önayak olmasıyla, yakın siyasi tarihimizde önemli bir yeri olan ‘Ant’ dergisi yayına başladı.
O günleri, derginin genel yayın yönetmenliğini ve sorumlu müdürlüğünü yapacak olan Doğan Özgüden şöyle anımsıyor: “Çeviriyle uğraştığımız günlerde Yaşar Kemal’den bir telefon geldi. Kasım 1966 sonlarında TİP’in İkinci Büyük Kongresi’nin yapıldığı Malatya’dan dönmüştü. Kongrede yine birçok tatsız olay yaşanmış, özellikle Behice Boran ve Nihat Sargın’ın örgütteki Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı sempatizanı partililerin tasfiyesi için giriştikleri operasyon partiyi yeni bir krize sürüklemişti…”[4]
Yazıları ve siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1973’te ‘Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-1975 arasında ilk genel başkanlığını üstlendi.
1988’de kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu. ‘1995’te Der Spiegel’deki bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı, aklandı. Aynı yıl bu kez ‘Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi. Yaşar Kemal, yirmiyi aşkın ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk payesi aldı.
TBMM tutanaklarında Yaşar Kemal’in adı yasaklanmış kitap listelerinde ya da kitaplarını okuttuğu için cezalandırılmış eğitimcilerle ilgili birçok yerde geçiyor.
21 Mart 1992 tarihinde Kültür Bakanı Fikri Sağlar, 1984 yılında -Mükerrem Taşçıoğlu Kültür Bakanı’yken – şikâyetçi oldukları yayınlarla ilgili olarak Burhan Kara’nın “Yakılsın onlar, yakılsın” dediğini, Mehmet Nedim Budak’ın da “Hayır başka tedbirler var, o tedbirler alınsın” dediğini aktarıyor.
“Başka tedbir”i ise şöyle anlatıyordu:
“Başka tedbir üzerine su sıkılıyor, depodaki o kitapların üzerine su sıkılıyor. Efendim biz orayı açtık, gördük. Biz orayı açtık, TRT ekibi kamerasıyla gelerek çekti, televizyonda 60 milyon insana gösterdi. Orada 154 bin kitap vardı, o kitapların kutularının üzerinde ‘Yasaklı kitaplar’ yazıyordu. ‘Yasaklı kitaplar’ yazılı kılıfları ve kapakları da bakanlığımızın koridorlarında teşhir ediyoruz; bir gün kahvemizi içmeye teşrif ederseniz, bunu göreceksiniz. El yazısıyla ‘Yasaklı kitaplar’ diye yazılmış ve içinden Yaşar Kemal çıkıyor, başkaları çıkıyor.”[5]
‘Der Spiegel’ dergisine verdiği bir beyanat nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) açılan davadaki, 5 Mayıs 1995 tarihli savunmasında o karanlık günlerde önümüzü aydınlatan bir deniz feneri gibiydi: “Ormanların yakıldığı doğru değil mi? Bundan dolayı devleti suçlamaya hakkım yok mu? 1800 faili meçhulü bütün dünya duymadı, gazeteler yazmadı mı? Türkiye dünyanın en büyük işkenceci devleti olaraktan ilan edilmedi mi? Halkın üstünde zulüm bir ağı rüzgârı gibi esmedi mi? (…) Üç milyon insan yerinden yurdundan edilmedi mi?”
2002 yılında da bir yazısı nedeniyle, DGM, Yaşar Kemal’i “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” gerekçesiyle hapse mahkûm etmişti…
Zeynep Oral’ın da işaret ettiği gibi, “Yazı yazarak, düşüncelerini yazarak işlemişti bu ‘suçu’ Yaşar Kemal. DGM haklıydı bir bakıma! Yaşar Kemal çoooook büyük bir tahrikçiydi! Örneğin beni, hepimizi yıllardan beri yazdıklarıyla, romanlarıyla açık açık, yani ‘açıkça’ tahrik etmişti…”
Kolay mı? Burası Türkiye’ydi; O da Yaşar Kemal! Yoksa İnce Memed mi demeli?
* * * * *
Evet, evet O bir İnce Memed’di…
‘Europa Online Magazine’, Onun için “Genç olsa Gezi’ye katılırdı” derken; ‘Berliner Zeitung da “Başkaldıran Homeros” diye eklemekte sonuna kadar haklıydı![6]
Onca yıl baskıya, egemen şiddete, zulme direndi. Yaşamı yapıtlarıyla çoğalttı…
Bu nedenle O; “Güzel atlara binip giden o güzel insanlar”dan biriydi; içindeki çocuğu öldürmemiş, hep capcanlı tutmuş, hep beslemiş bir devdi.
Nelere direnmedi ki Yaşar Kemal! Siyasetten yargıya kadar nelere, nice haksızlıklara ve zulme göğüs germedi ki?
Aslı sorulursa ‘İnce Memed’ yazan O; ‘İnce Memed’in, direngen destanının kendisiydi; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Uluslar büyük evlatlarıyla soluk alırlar,” vurgusundaki üzere!
Hatırlanacağı üzere: Yaşar Kemal’e ‘Koca’ lakabını, önce Kadirli halkı uygun görmüş, sonra da tüm halkımız bu rütbeyi ona yakıştırmıştır.
Bu takdirde kuşku yoktur ki Onun yoksullar için yaptığı mücadelede, sözünün arkasında Toros Dağları gibi durmasının payı vardı. Ve “Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle, hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim,” derdi Yaşar Kemal!
“Sonsuz çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve sahici olan Yaşar Kemal bir bütündü.”[7]
Savaş, açlık ve yoksullukla yoğrulmuş, acılarla büyüyen insanlar, Yaşar ustanın kaleminden unutulmamaya mühürlenirken; Onu zirveye taşıyan müthiş dil ve eskiyle yeniyi kaynaştıran kurgu ve anlatımının yanı sıra, daha yetmişli yıllarda ısrarla çevre kirliliğine dikkat çekmesi, vahşi kapitalizmin tehditleriyle savaşımı ve illa insanlık ve barış için bıkmaz usanmaz çabası da olmuştur.
O, kardeşlik ve barıştan yanadır her dem; elbette bedeli ödemeyi göze alan dik duruşun, cüretkârlığıyla…
Şimdilerde esamesi okunmasa, hükmü kalmasa, hatta artık söylendiği zaman gülünç kaçsa da, bir zamanlar “kavimler kapısı” olduğu keder ve acıyla hatırlanan Anadolu’nun Yaşar Kemal’i, sanki o zamanlardan kalma bir bilgedir; “kavimler kapısının bekçisi”, “kültürlerin, halkların, dillerin, renklerin sözcüsü”dür… Çünkü Anadolu, Yaşar Kemal’dir!
O 2013’de düzenlenen ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’na gönderdiği mesajda, “Dil insanın onurudur,” vurgusuyla ekliyordu:
“İnsanlık yıkımının altında, insanların yüreğine nefret tohumlarının altında ırkçılık vardır. Türkiye’yi düşünce düşmanlığına, demokrasi düşmanlığına itmekte, kuşaklarımızın bağışlayamayacağı felaketlerde ırkçılığın büyük payı olmuştur. (…) Onuruyla yaşamak, kendi dilini ve kültürünü de onurla taşımak ve yaşatmak demektir. Bu temel bir insan hakkıdır. Bir dil de salt konuşulmakla yaşamaz. Bir dilin yaşaması için, o dilde eğitim olması, dil kurumları, akademileri, enstitüleri olması gerekir. (…) Dilini ve onurunu istemek en temel ve doğal haktır. Bu ülkede yaşayan herkesin diline, dinine, tüm insan haklarına sahip olduğu, onuruyla yaşadığı gerçek bir demokraside çözülmeyecek sorun yoktur. (…) Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan tüm halklar, sözüm hepinizedir. Bugün bu ülkede yaratıcılığımız eksilmişse, vicdanımız vurdumduymaz olmuşsa, şiddet hayatımızın her alanında üstümüze çökmüşse, hiçbir kuruma güvenimiz kalmamışsa, bunlar bir kuşak ömrü süregelen bir kirli savaşın insanlığımızda açtığı yaralardır. Ben diyorum ki bu yaraların sarılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini kurtarmak elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.”
Ayrıca Kendi deyimiyle “Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğan” Yaşar Kemal, eserlerinde büyüdüğü topraklardaki Ermeni geçmişine sık sık atıfta bulundu.
2011’de Fransa’dan onur nişanı ‘Legion d’Honneur’, 2013’de ise Ermenistan’dan ‘Krikor Nargatsi Nişanı’na layık görülen Yaşar Kemal, Adana bölgesindeki Ermeni mülkleriyle ilgili satırlarını ‘Yağmurcuk Kuşu’ romanına şöyle nakşetmişti:
“Annesi İsmail Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.’
İsmail Ağa bu öğüde uyarak romanın sonraki bölümlerinde ‘Sağol ama Bey, ben Ermeni konağı, çiftliği, tarlası istemem’ diyordu ancak konağı öneren kişi teklifinin reddedilmesine kızıyordu.
‘Onlar kuş değil Ermeni’ diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangırdayarak Arif Bey, ayaklarını yere vurup tepinerek, ‘Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Evleri de yuva, olamaz.’
Yaşar Kemal, bölgede var olan ‘şu kadar Ermeni öldüren cennetliktir’ propagandasını da İsmail Ağa’nın dostu Onnik’i öldürmek isteyen köylülerden kurtarması üzerinden anlatıyordu:
‘Ver Ermeni’yi bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de öldürürsem, benim sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir. Ben onu Rıza’dan satın aldım.”[8]
Yine Yaşar Kemal, Ermeni mülklerini eline geçirenlere yönelik en sert eleştirilerini ise ‘İnce Memed’in üçüncü cildinde dile getirip, onları “Cumhuriyetin şişirdiği keneler” diye niteliyordu:
“Öyle ötekiler gibi hazinenin, ya da Ermenilerin topraklarına konmamıştı Murtaza Ağa. Ve hem de bununla övünürdü. Yalnız, şimdi bu oturduğu konağı, kaçarken ona Ermeni dostu Karabet Keklikyan vermişti. Herkes konağın Karabetten zorla alındığını söylüyordu ya, Murtaza Ağa bu iftiraya cin ifrit oluyordu. Hayır, o, bu görkemli konağı gasp etmemiş, Ermeni dostu Keklikyana çil çil altınlar sayarak satın almıştı. Konakları gasp edenler Zülfü’ydü, Taşkın Halil Beydi, Molla Duran Efendiydi, Mustantık Rüştü Beydi. Ötekilerdi. Bir kuruş vermeden, ne devlete ve ne de konakların sahiplerine, onlar gidince, babalarının malları gibi gelip oturuvermişlerdi…
Ötekiler düşmüşler yazıya yabana, Ermenilerin çiftliklerini, Yörüklerin kışlaklarını, öteki Hazine tarlalarına pay ediyorlar, bir türlü de gözleri toprağa doymuyordu. Taşkın Halil Bey, Zülfü, emekli yargıç Hüdai, Mustafa Rüştü Bey, bunların hepsi hepsi birer sahtekârdı. Hepsi, Çamuroğulları, Tazıgiller, Yiğitoğulları üç beş yılın, Cumhuriyetin şişirdiği kenelerdi…”[9]
Özetin özeti Yaşar Kemal’in, Ermeniler için yazdıklarının en ünlü cümlesi, “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler gittiler”di!
* * * * *
Şimdi o da gitti!
Ancak Ovidius’un, “Omnia mutantur, nihil interit/ Her şey değişir, hiçbir şey kaybolmaz”; Vergilius’un, “Carpent tua poma nepotes/ Senin mahsulünü gelecek nesil biçer,” sözleriyle betimlenmesi mümkün olan O; Latinler’in “Abiit, non obiit/ Gitti, ama ölmedi,” dediğidir!
Evet, evet Osho’nun, “Yaratıcılık var olan en büyük başkaldırıdır”; Miguel de Unamuno’nun, “Yaşam çok şey öğretiyor insana, ölüm daha çok; her ikisi bilimden çok, çok daha fazlasını öğretiyor. Yaşamın tek öğretmeni yalnızca yaşamdır,” saptamalarındaki O; zulüm düzenine başkaldıran İnce Memed’dir; yani Yaşar Kemal’in ifadesiyle “içinde başkaldırma kurduyla doğmuş” bir insanın, “mecbur adam”ın destanıdır.
Ali Çakmak’ın, “İnsana çok uzun bir süre bakmış, şaşırmış, büyük bir sevinç çığlığı atmıştır kendi ifadesiyle ‘İnce Memed’le. Bütün büyük destanlarda bulduğumuz o sevinç çığlığı her yerden duyulur; ovadan, dağdan, denizden,” diye ifade ettiği o destan Toroslar gibi karşımızdadır; yolumuzu yönümüzü göstermektedir hâlâ…
Ve son söz hep Onundur!
“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim,” diye haykıran Yaşar Kemal, ‘Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktora töreninde de şunları demişti:
“Biz sanatın gücüne ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatçı güzel yapıtlarla dünyamızı zenginleştirecek diyorduk. İnsan kültürüne bir şeyler katacak. Kötülüklerle en önde, kellesini koyarak dövüşecek.
Biz edebiyatımızda inatla yaşama sarıldık. İnatla bu topraklarda yaşanan acıların, duyulan özlemlerin sesi olmaya uğraştık. İnatla kendimize dönüşü gerçekleştirmeye çalıştık. Bunun için de çoğumuz bedel ödedik.
Zilli kurt diye çok anlattığım, yazdığım bir gerçek vardır. Doğu Anadolu’da kurtlar bir beladır. Bir kurt bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, bütün sürüyü parçalar. Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur. Ve koyundan, keçiden başka geçimi olmayan Doğu Anadolu halkı, sürüsüne kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı karşıya kalır. Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlanırlar, köpeklerini, iplerini alırlar. Kurt avına çıkarlar. Kurtları diri yakalamaktır en büyük amaçları. Usulünü bilirler, kurtları diri yakalarlar. Kin bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar.
Kurdu hiç incitmezler. Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir zil takarlar ve kurdu salıverirler. Boğazı zilli kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz. Boğazında zil, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca koşar durur ve bir gün açlıktan ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en korkunçlarından biridir.
Türkiye’de pek çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir…
Çağımızın büyük şairi Nâzım Hikmet son şiirlerinden birinde ‘Şairlik kanlı zenaat’, diyordu. Ve biz de sanat kanlı bir zenaat olma namusunu sürdürüyor.
XVII. yüzyılda bir şiiriyle binlerce kişiyi ayaklandıran Pir Sultan Abdal da imanını şöyle belirtiyordu:
‘Yemenden öte bir yerde, Düldül hâlâ savaştadır’…”
1 Mart 2015 09:35:35, Ankara.
N O T L A R
[1] Melih Cevdet Anday, “Telgrafhane”.
[2] Celâl Üster, “Köroğlu Gibi Bir Şey…”, Cumhuriyet Kitap, No:1302, 29 Ocak 2015, s.6.
[3] Milliyet, 19 Nisan 1971.
[4] Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci, Cilt:I., Belge Yay., 2010, s.390.
[5] Türey Köse, “Yaşar Kemal Terörist Pamuk’un Davası Kıytırık”, Cumhuriyet, 29 Aralık 2012, s.8.
[6] “Genç Olsa Gezi’ye Katılırdı”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2013, s.17.
[7] Zeynep Oral, “Yaşar Kemal: Bir Büyücü!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2015, s.15.
[8] Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu-Kimsecik 1, YKY., 2003.
[9] Yaşar Kemal, İnce Memed, C:3, 18. baskı, YKY., 2015.