Direnişin ve umudun şairi Nazım Hikmet’in hayata gözlerini kapatmasının üzerinden 62 yıl geçti. Saygıyla anıyoruz…
Nazım Hikmet, 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya geldi. Henüz gençlik yıllarındayken edebiyata ilgi duymaya başlayan Nazım Hikmet, gerek Türkiye’de gerekse diğer ülkelerde sanatıyla dikkat çekmiştir. Gençlik yıllarında edebiyat ve sanata duyduğu ilginin yanı sıra politik düşüncelerle de tanışmaya başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve giderek yükselen milliyetçilik akımlarından etkilendi; aykırı görülen insanların sesi olmak adına sol ideolojilere yakınlaştı. Nazım ve Nişantaşı Sultanisi’nde tanıştığı, aynı zamanda görev arkadaşı olan Vala Nurettin; Bolu’daki tutucu ve baskıcı çevreden sıyrılıp daha etkili olmak adına öğretmenlik görevlerinden istifa ettiler ve önce Batum’a, ardından Moskova’ya gittiler. Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde eğitim aldılar. 1922-1924 yılları arasında Nazım, Moskova’da sosyalist düşünceyi daha yakından tanıdı ve benimsedi. 1924 yılının başlarında Lenin’in mezarı başında beş dakika nöbet tuttu. Aynı yıl yayımlanan ve TKP kurucularından Mustafa Suphi ile 14 arkadaşının boğularak katledilmelerini anlatan ilk şiir kitabı 28 Kanunisani, Moskova’da sahnelendi. Yıl sonunda üniversiteden mezun olarak Türkiye’ye döndü.
Türkiye’ye döndüğünde TKP’nin yasal yayın organı olan Aydınlık Dergisi’nde yazı ve şiirleri yayımlandı. Aynı zamanda 1925’te yayımlanan Orak-Çekiç gazetesinde yazmaya başladı ve bu gazeteyi sokaklarda sattı. Polis takibine takılması nedeniyle gizlice İzmir’e kaçtı ve 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu aracılığıyla “ülkenin toplumsal yapısını bozma” ve gizli TKP üyeliği nedeniyle Ankara İstiklal Mahkemesi’nde gıyabında yargılandı. 15 yıl kürek cezasına çarptırılan Nazım Hikmet tekrar Moskova’ya döndü. 1926 yılında cezasının 1 yıla indirilmesinin ardından Türkiye’ye dönmeye çalıştı fakat büyükelçilik olumlu yanıt vermedi. Bunun üzerine 1928’de sahte pasaportla Türkiye’ye gelen Nazım Hikmet Hopa’da yakalandı ve 2 ay tutuklu kaldı. Ardından Ankara’ya sevk edildi ve İstiklal Mahkemesi’ndeki hükmü kaldırıldı; sahte pasaport nedeniyle üç ay hapis cezası verildi fakat bu ceza da sonradan kaldırıldı.
1929 yılında Resimli Ay dergisi kadrosunda yer aldı ve orada Peyami Safa gibi önemli isimlerle çalıştı. Kısa sürede hem ülke çapında hem de toplum içinde öne çıkan bir şair haline geldi. Ancak 1932 yılında Troçkist olmakla suçlanarak partiden ihraç edildi. 1936 yılında yayımlanan Şeyh Bedrettin Destanı kitabı, Türkiye’de sağlığında yayımlanan son kitabı oldu.
1938 yılında komünist propaganda ve örgütlenme faaliyetleri yürüttüğü iddiasıyla yargılandı. Bu yargılamanın sonucunda 15 yıl ağır hapis ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men cezası aldı. Aynı yıl içerisinde, 1938 Donanma Davası’nda TKP’den bir arkadaşıyla birlikte donanmayı isyana teşvik suçlamasıyla yeniden yargılandı ve 20 yıl ağır hapis cezası aldı. Bazı indirimlerle cezası 28 yıl 4 aya düşürüldü. 1940 yılında Kemal Tahir ile birlikte kaldığı cezaevinde sağlığının bozulması üzerine Bursa Cezaevi’ne nakledildi ve orada Orhan Kemal ile ressam Balaban’la birlikte kaldı. Cezaevindeyken mektuplar yoluyla Kemal Tahir ile dostluğunu sürdürdü ve eserlerini yazmaya devam etti.
Sevdalınız komünisttir,
on yıldan beri hapistir,
yatar Bursa kalesinde.
Hapis ammâ, zincirini kırmış yatar,
en âlâ mertebeye ermiş yatar,
yatar Bursa kalesinde.
Memleket toprağındadır kökü,
Bedreddin gibi taşır yükü,
yatar Bursa kalesinde.
Yüreği delinip batmadan,
şarkısı tükenip bitmeden,
cennetini kaybetmeden,
yatar Bursa kalesinde.
Yatar Bursa Kalesinde / Nazım Hikmet RAN
1949-1950 yıllarında, Türkiye dâhil çeşitli ülkelerde Nazım’ı özgürlüğüne kavuşturmak için protestolar düzenlendi. Albert Camus, Oskar Davičo, Jean-Paul Sartre gibi pek çok ünlü aydın ve yazar bu protestolara katıldı.
Jean-Paul Sartre’ın Nazım için yazdığı yazı
Jean Paul Sartre, “Nazım Hikmet’e Saygı” başlıklı yazısında şunları belirtiyor: “Ben her şeyden önce onun insan olarak büyüklüğünü ve kabına sığmaz enerjisini hatırlatmak istiyorum. onu ağır hastalığı sırasında tanımış, yaşamak ve savaşmak iradesi karşısında şaşıp kalmıştım. Ama beni asıl etkileyen onun hüzünlü ve alaycı uyanıklığı oldu. Eziyetlerden, ölümlerden kaçıp kurtulan bu adam- başkalarının yaptığı gibi- dinlenmiyordu. Biten hiçbir şey yoktu onun için. Dıştaki düşmanla savaşırken içteki dostların hatalarına karşı da kardeşçe bir savaşı sürdürüyordu. Herkesle birlikte barış uğruna, emperyalizme ve faşizme karşı savaştığı sırada bile, Moskova’da oynanan bir piyesinde, bürokrasinin tehlikelerine karşı arkadaşlarını uyarıyordu. Ne militan disiplininden geçti, ne de yazar eleştiriciliğinden. Bu çelişmeyi sonuna kadar yaşadı. Bu sürekli gerginlik, son yıllarda, mahpusluktan artakalan güçlerini de yedi bitirdi. ama asıl bu yönüyle bugün bir örnek insan olarak kalıyor aramızda.”
“Vefalı dost, yiğit militan, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde hizmet etmek ama hiçbir şeyi görmezden gelmek istemiyordu. (…)”
“Durup dinlenmeden nöbet tutan bir insanın eserleri, ölümünden sonra da, sizin için aynı işi yapıyor.”
Umudunu kaybeden Nazım, sağlığının kötü olmasına rağmen 18 günlük açlık grevine girdi. Bu süreçte Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet de ona destek için üç günlük açlık grevi yaptı. Annesi Celile Hanım da bastonuyla Haliç Köprüsü’nde oğlunun özgürlüğü için imza topladı. 1950 yılında Türk hükümetine 22 farklı ülkeden protesto amaçlı telgraflar gönderildi. Elçilik önlerinde gösteriler düzenlendi, şiirler yazıldı ve sanatçılar af çağrısında bulundu. Nazım’ın 12 yıl süren hapis hayatı nihayet sona erdi.
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ona sorarsanız: ’Lafı bile edilemez, mikroskopik bi zaman…’
Bana sorarsanız: ‘On senesi ömrümün…’
Bir kurşun kalemim vardı, ben içeri düştüğüm sene
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi
Ona sorarsanız: ’Bütün bi hayat…’
Bana sorarsanız: ‘Adam sende bi hafta…’
Katillikten yatan Osman; ben içeri düştüğümden beri
Yedibuçuğu doldurup çıktı.
Dolaştı dışarda bi vakit,
Sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri, altı ayı doldurup çıktı tekrar.
Dün mektubu geldi; evlenmiş, bi çocuğu olacakmış baharda…
Şimdi on yaşına bastı, ben içeri düştüğüm sene ana rahmine düşen çocuklar.
Ve o yılın titrek, uzun bacaklı tayları,
Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldu çoktan.
Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.
Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde, ben içeri düştüğümden beri…
Ve bizim hane halkı, bilmediğim bir sokakta, görmediğim bi evde oturuyor
Pamuk gibiydi bembeyazdı ekmek, ben içeri düştüğüm sene
Sonra vesikaya bindi
Bizim burda, içerde
Birbirini vurdu millet, yumruk kadar simsiyah bi tayin için
Şimdi serbestledi yine, fakat esmer ve tatsız
Ben içeri düştüğüm sene, ikincisi başlamamıştı henüz
Daşov kampında fırınlar yakılmamış, atom bombası atılmamıştı Hiroşimaya
Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman
Sonra kapandı resmen o fasıl, şimdi üçünden bahsediyor amerikan doları
Fakat gün ışığı her şeye rağmen, ben içeri düştüğümden beri
Ve karanlığın kenarından, onlar ağır ellerini kaldırımlara basıp doğruldular yarı yarıya
Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya
Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine
‘Onlar ki; toprakta karınca, su da balık, havada kuş kadar çokturlar.
Korkak, cesur, cahil ve çocukturlar,
Ve kahreden yaratan ki onlardır,
Şarkılarda yalnız onların maceraları vardır’
Ve gayrısı
Mesela, benim on sene yatmam
Laf’ı güzaf…
Ben İçeri Düştüğümde Beri / Nazım Hikmet RAN
22 Kasım 1950’de, Dünya Barış Konseyi tarafından Pablo Picasso, Pablo Neruda gibi sanatçılarla birlikte Nazım’a Uluslararası Barış Ödülü verildi. Kendisinin katılamadığı törende ödülü Neruda aldı ve kabul konuşmasını yaptı. Serbest kaldıktan sonra 1951’de askere çağrılması üzerine İstanbul’dan Romanya’ya, ardından Moskova’ya gitti ve bir daha Türkiye’ye dönemedi. Bir ay sonra Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Bu duruma karşılık şu açıklamayı yaptı: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evladı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz.”
Bunun üzerine dedesinin memleketi olan Polonya vatandaşlığına geçerek “Borzecki” soyadını aldı. Sovyetler Birliği’ne, savaşta faşizmi yenen Kızıl Ordu’ya ve başkomutanı Stalin’e hayranlık duyarak geldi. Sürgün yıllarında siyasal eylemlerinin önemli bir kısmını Dünya Barış Konseyi çalışmaları oluşturdu. Avusturya, Bulgaristan, Çin, Doğu Almanya, Fransa, Macaristan, Küba, Mısır gibi birçok ülkeye yolculuk yaptı; bu ülkelerde düzenlenen konferanslarda savaş ve emperyalizm karşıtı etkinliklere katıldı. Moskova Radyosu, Budapeşte Radyosu ve Leipzig’de kurulan Bizim Radyo’da Türkçe yayınlar yaptı.
3 Haziran 1963 sabahı, saat 06.30’da, ikinci kattaki dairesinden gazetesini almak üzere apartman kapısına yürürken geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu. Ünlü Novodeviçi Mezarlığı’na defnedildi. Meşhur şiirlerinden biri olan Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam figürü, siyah granitten yapılan mezar taşı üzerinde ölümsüzleştirildi.
“…yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçemle yasak” dediği şiirleri ancak ölümünden sonra Türkiye’de yayımlanabildi. Ve ancak ölümünden 46 yıl sonra, Resmî Gazete’de yayımlanan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geri alındı.
Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü,
ölürsem kurtuluştan önce yani,
alıp götürün
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni.
Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda
ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda.
Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın,
seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu,
tarlalar orta malı, kanallarda su,
ne kuraklık, ne candarma korkusu.
Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, toprağın altında yatar upuzun, çürür kara dallar gibi ölüler, toprağın altında sağır, kör, dilsiz.
Ama bu türküleri söylemişim ben
daha onlar düzülmeden,
duymuşum yanık benzin kokusunu traktörlerin resmi bile çizilmeden.
Benim sessiz komşulara gelince,
şehit Ayşe’yle ırgat Osman
çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki de farkında bile olmadan.
Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani,
– öyle gibi de görünüyor –
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
ve de uyarına gelirse,
tepemde bir de çınar olursa
taş maş da istemez hani…
Vasiyet / Nazım Hikmet RAN
Nazım Hikmet, sosyalist düşünceyi benimseyerek şiirlerinde ve yazılarında sınıf mücadelesini sürdürmüş; sömürülenlerin hikâyesini anlatmıştır. Bu grupların yaşamlarını ve mücadelelerini şiir ve romanları aracılığıyla görünür kılmıştır. Tüm baskılara, ağırlaştırılmış hapis cezalarına, vatan haini olmakla suçlanmasına rağmen hiçbir zaman geri adım atmamış, inandığı yoldan sapmamıştır. Bu da bize, mücadelemizde kararlı olduğumuz sürece umutsuzluğa kapılmamamız gerektiğini hatırlatıyor.
Sonuçta:
“Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”
Nazım Hikmet eserleriyle sosyalist düşüncelerin başta gençler olmak üzere halkımız arasında yayılmasına büyük katkılarda bulunmaya devam ediyor.
Yazı bana 27 yıla varan Türkiye hasretimi hatırlattı. “Aşan bilir karlı dağın ardını/Çeken bilir ayrılığın derdini.”